Kimse kendi başına
Bir ada değildir;
Her insan bir kıtanın zerresi,
Bütünün bir parçasıdır.
John Donne
Kalabalık ile yalnızlık, çoğunlukla zıt oldukları düşünülen eş zamanlı varlıklardır. İnsan; dünyanın kalabalığına doğarken yalnız, yaşamın hırgüründe yalnız, hayata veda ederken, sevdiklerinin çemberinde yalnızdır. Kendi deneyim çeperi içinde onu ömür boyu saran koza, insan kanatlanıp uçsa dahi son ânına kadar hep bir gölge gibi üzerindedir. Kendisiyle bu denli çevrelenmişken yine de “kimse kendi başına bir ada değildir.” İşte bu ikilemde var olmaya çalışan insan, dünyanın yükünü böyle sırtlanır. Acısıyla tatlısıyla bu yük, yaşamın hem kendisi hem lezzetidir.
Michael Dudok de Wit’in senaristliğini ve yönetmenliğini yaptığı La Tortue Rouge (2016); ada metaforunu bağlam olarak kullanan pek çok filmden farklı olarak kelimeleri bir kenara bırakır ve müziğin, görüntünün, doğal ritmin diline işler ‘insan’ın kadim ikiliğini. Dolayısıyla filmin ilettiği hislerin kelimelerde karşılığı yoktur. Hiçbir diyalog olmaksızın doğa ve insan; mütemadiyen iletişim, etkileşim, dönüşüm, yapım ve yıkım hâlindedir. Döngüyü oluşturan her unsur, filmin sembolik örüntüsüne eklenerek çemberi tamamlar.
Görünürde La Tortue Rogue’un konusu pek de sıra dışı sayılmaz: Kim olduğu bilinmeyen bir adam, açıklanmayan bir sebeple kendini okyanus sularının ortasında, yaşam mücadelesi içinde bulur. Şiddetli bir fırtına sonunda vardığı kara parçası, kimselerin olmadığı ıssız bir adadır. Kendine gelir gelmez adadan kurtulmaya çalışan adam, güç bela yaptığı salla nihayet sulara açıldığı sırada kırmızı renkli dev bir kaplumbağa, adamın salını yerle bir eder. Dağılan salıyla birlikte umudunu da sulara bırakan adam, öfkesini kağlumbağadan çıkarır. Karaya eriştiği sırada hayvanın başına vurduktan sonra onu kabuğu üstüne çevirerek umarsız vaziyette kumsalın ortasında bırakır. Bu noktadan sonra ise her şey sıradanın dışına çıkar; adamın kaderi, büyülü gerçeklik etrafında şekillenmeye başlar. Zira günlerce kumsalda kaldıktan sonra öldüğünü sandığı kaplumbağa, bir sabah uyandığında kabuğun içinde kırmızı saçlı, bembeyaz tenli, masalsı bir kadının bedenine bürünmüştür. Peki, bu durumda kaplumbağa esasında nedir? Ada, neyin yansımasıdır?
Arada iletişimi sağlamak için kelimeler de olmayınca anlamı izleyiciye iletmek, görüntünün ve sahnelenen sembollerin üzerine düşer. Dolayısıyla La Tortue Rouge, renklere ve seslere odaklı bir okuma yapmayı gerektirir. En başta isimsiz adamın, tüm bedenini saran okyanus sularının derinliklerinden yüzerek kendi çabasıyla çıktığı sahne, özellikle dar kayalıklardan oluşan bir vadiyi gösterir. Adam, gün yüzüne çıkmak için bu vadiden geçmek zorundadır. Göğe yeniden kavuştuğu anda ömrünün diğer yarısını başlatan ikinci doğumunu gerçekleştirir. Bu sefer kendi arzusuyla, bir yetişkin bilinciyle yaşama dört elle sarılır. Ardından tıpkı bir deniz kaplumbağası gibi kumsalda yolunu bularak yaşam mücadelesinde galebe çaldığını adaya kanıtlar. Ada, ıssızlığını açığa vurana dek bir kurtuluş umuduyken kimseciklerin olmayışı, bu defa adadan kurtulma mücadelesini başlatır. Bu esnada adayla adamın arasındaki ilişki, birbirlerinin şeklini aldıkları sahne geçişleriyle pekiştirilmiştir. Adamın kumsalda bir bebek gibi kıvrılıp yalnız başına uzandığı hâli, adanın siluetine dönüşerek yalnızlıkla insansı kalabalığı bir vücutta bütün kılar. Adadan, yani kendisinden kaçış olmadığını anladığında da adam, isyanı bir kenara bırakıp doğanın akışına teslim olur.
İnsanın kendi tabiatına teslimiyeti, çeşitli din ve inançların temel öğüdünü teşkil eder. Nitekim ilk insanın hikâyesi, farklı dini metinlerde bu isyanın sona erip teslimiyetin başladığı noktada bir başka insanı dahil eder. Kaplumbağanın rengi olan kırmızı, müjdelenen insan hakkında da birtakım referanslar barındırır. Renkler ve karakterler arasında böylesi bir ilişki kurulduğu zaman da akıllara ilk insana eş olarak gönderildiğine inanılan Lilith gelir. Uzun, kızıl saçlarıyla kaplumbağanın yerini alan kadın, adamın yalnızlığına bir süre son verecek büyülü bir kahramandır. Fakat ilk insanın kaderini felakete sürüklemekle suçlanan Lilith’in aksine kadın, adama kaplumbağaya ettiği eziyeti anımsatarak derin bir pişmanlıkla vicdanen arınmasını sağlar. Böylece kurgu, bir yandan kendi yaratılış mitini inşa ettiğini gösterir.
Elbette her yaradılış öyküsü, devamlılığını sağlamak için insanlığın kaderini bir sonraki nesle emanet etmek zorundadır. Nitekim çok geçmeden sahilde adamla kadının kurduğu ailenin meyvesi olduğunu anladığımız minik bebeği görürüz. Adanın büyüttüğü çocuk, insanlığın barındırdığı evrensel özün temsilidir. Anne ve babasından başka kimseyi görmemiş olmasına rağmen ufukta bir başka dünyanın, başka insanların varlığını hisseder. Bu nedenle büyürken gözü daima denizin, bulutların ve gökyüzünün ‘öte’sindedir. Delikanlılık çağına geldiğinde ise ötelerin sesine kulak vererek yeniliğin keşfi uğruna ailesinden ayrılma kararı alır. Ne annesi karşı çıkar buna ne de babası engel olur. İkisi de bu ayrılığın, yaşam döngüsünün kaçınılmaz bir parçası olduğunun farkındadır. Evlatlarını uğurlayarak yeni baş başalıklarına çekilirler. Adayı, yaşları ilerlemiş yeni bedenleri ve yetişkinliğin getirdiği olgunlukta demlenmiş zihinleriyle tekrar keşfederler. Sona doğru ilerleyen bu süreç, her ikisinin de üçüncü doğumunu temsil eder. Artık her kulaç, kuma gömülen her adım, adaya edilen bir vedanın burukluğunu taşır.
Adamla kadının saçındaki ak tellerin sayısı arttıkça başlangıçta adamın çevresini saran yengeçler azalır. Adamla beraber ada da aldığı yaşı usul usul ele verir. Gündüzler kısalırken gün batımları daha uzun sürmeye durur. Her gece uzandıkları kumsalda bir gece adamla kadından biri uyanır, diğeri ebediyen uyur. Geride kalansa denize karışır; yani sudan gelen, suya gider. Böylelikle kurgu, insanın yaşam döngüsünü tamamlayarak öyküyü bir sonraki nesle bırakır. Kadın bedenine bırakılan her muhtemel insan, adamın en baştaki hareketini tatbik ederek can bulacağı çembere ulaşana kadar yüzer. Canına kavuştuğu bedende bir ömür müddetince kalır, ardından emanetini teslim eder. Umutları yerle bir ettiği düşünülen her kırmızı kaplumbağaysa insanı ikinci kez dünyaya getiren dönüm noktasının simgesidir.
Ve böylelikle kelime, dil ve konuşma olmaksızın anlamı simgeyle birleştiren La Tortue Rouge, sinemada insanı insana anlatma sanatının hüzünlü bir yansımasıdır.