Yazın coşkunun, aksiyonun ve ‘cıvıl cıvıl’lığın kasıp kavurduğu tatil beldelerinin; kış gelince yalnızlığa ve ıssızlığa gömülmesi nedeniyle doğan dramatik farkın, sanatın bir çok alanında işlendiğini görüyoruz. Antonioni’nin ‘95 yapımı Bulutların Ötesinde filmindeki baş karakterin kış günü, plajdaki bir çocuk parkının salıncağına oturması veya Laleper Aytek’in Issız sergisini oluşturan fotoğraflarında otellerin ve mekanların ‘ölü sezon’ tükenmişlikleri vb; hep bu duygusal boşluğun estetize edilmesi… Devremülk ise bu serinin en ilginç denemelerinden, son yerli yapımlarından biri.
Genç bir kadının vapurda dolanıp, anonsları dinlemesiyle açılıyor filmimiz. İleride anlıyoruz ki, beyaz yakalı bir ofis çalışanı izlenimi veren kadının şehirde yaşadığı travmatik olayların şokunu atlatmak ve kafasını toparlamak için seçtiği iki günlük bir kaçamak bu. Burası in ve cinin bile soğuktan buz kesip, maçı tatil ettiği Burgazada ve çılgın kalabalık hayli uzaklarda. Ara sıra telefonla haberleştiği, iş yerinden yakın bir arkadaşının ıssız evine, onun önerisi üzerine varıyor kahramanımız. Ufak tefek tadilat işleri harici kışın kimsenin uğramadığı sanılan bu evde zaman öldürmeye başlıyor. Boş sokaklarda Robinson Crusoe misali sıkıntıdan patlıyor, son derece demode bir marjinallikle mezarlıkta yatıyor(pembe değil en azından), ne yapacağını hiç bilemiyor, durum evde de farklı olmuyor. Televizyon izlemekten cep telefonuyla oynamaya, yıkanmaktan yemek yemeye biz de onun sıkıntısını paylaşıyoruz.
Sinemada fazla gösterilmeyen gündelik detayların uzun uzadıya ve ‘açık seçik’ ifşa edildiği ilk bölüm ‘genel eğilimlere’ biraz aykırı açıkçası. İkinci karakter girene kadar da tempo son derece düşük seyrediyor bu yüzden. Yerleşik biriymişçesine eve alışveriş poşetiyle dalan, orta yaşlı kadının varlığıyla ortam birden ısınıyor, zamanla gerginleşiyor. Bu noktadan itibaren filmin çeşitli beklentilere ve tahminlere sokabilecek atmosferinde ince bir zekanın ve alaycı mizahın yattığını söylemek aşırı iyimserlik midir? Çok ‘kanımca’ kokacak, ‘bence’lere açık bir iddia. Bununla birlikte; güvensizliğin ve tekinsizliğin hakim olduğu bu eğreti ilişki, aynı zamanda kuşaklar arası zihniyet farkını da yansıtması açısından önemli. Geçmişin değer bilirliği ve nostalji hissiyle günümüz gençliğinin hoppalığı ve sığlığı arasında kurulan dostluk bağlarıyla beraber, üstü örtük bir yeni-eski çatışması başlıyor. Devremülk ismiyse gerek bu analize, gerekse de mekan tercihine karşılık vermiş oluyor böylece.
Filmin, set önü ve arkası dahil toplamda dört kişiden ibaret küçücük bir kadrosu var. Baş rolü oynayan Gökçe Deniz Balkan’ın filmin senaryosunda da ismi geçiyor. Diğer oyuncu Melike Arslan ve seste Fatih Rağbet harici; kurgu, görüntü, senaryo, yönetim ve dağıtım gibi (geriye kalan) tüm işleri Ufuk Aksoy üstlenmiş. Başarılan işse, büyük saygıyı hak ediyor doğrusu. Sinemacılık heyecanının yüksekliğiyle, çıplaklık gibi tabuların üzerine gitmekten çekinmeyen cesaretiyle öne çıkan bu çizgi dışı yapım; paramız yok diye ağlaşan genç yönetmenlere ‘karpuz kabuğundan gemiler’ yapılabildiğinin bir başka ispatı.
Elbette sinemasal/sanatsal bakışla haklı sayılabilecek bazı temel eleştiriler de getirilebilir filme; aksiyonun azlığı ve kendini minimal bir çerçevede tutmaktaki abartılı ısrarı, en fazla orta metrajda kalabilecek konunun ‘bayarcasına’ uzatılması, ilgiyi azaltan tekrarlar vb. Ayrıca bu türden eleştiriler karşısında, filmin maliyetinin ciddi bir bahane olarak ileri sürülemeyeceğini de görmek gerek. Sonuçta görsel/mali açıdan Dark Knight beklemeyen, 90’larda sinemamıza hakim ve musallat olan ‘bunalımlı, entel film çekme ekolü’nden geleceğini hisseden ya da en azından bir ‘sanat filmi’ izleyeceğini bilen kitlenin ulaşabileceği bir film Devremülk. Yine de kısa film dalından alnının akıyla çıkan Ufuk Aksoy’un az parayla, güç bela kotardığı bu ilk uzun metrajı; yönetmenin cesaretini ve azmini kaybetmediği, gelişimini de sürdürdüğü müddetçe, bugün maalesef pek rastlamadığı ‘ilgi çekici bir başlangıç filmi’ değerlendirmelerini gelecekte toplayacaktır.