Her yeni Lars von Trier filmi ilk patlamasını senenin Cannes Film Festivali”ndeki gösteriminde meydana gelen protestolarla, salonu terk etme olaylarıyla ve eleştirmenlerin zıt kutuplara mevzilenen yorumlarıyla yapar. Melancholia nezdinde Cannes”daki en olaysız gösterimini yaşayan Trier”in, basın toplantısında yaptığı nazi yanlısı olduğuna yönelik kıyamet koparan açıklamalarının filmlerinin yapım sonrası sürecinin vazgeçilmez rutinlerinden birinin açığını kapatmaya çalışmaktan başka bir işlevi olduğunu düşünmüyorum bu yüzden. Trier”in bilmediği şey, Melancholia”nın bugüne kadar çektiği en kendine yeten film olduğu. Ne şiddete ihtiyacı var, ne pornografiye, ne provokasyona, ne de nazilere… Kararında ve olabildiğine gerçekçi efektleriyle, konu derinliğiyle ve hareketli kamera kullanıma karşın her biri pastel tonlarda melankolik bir tablo niteliğindeki kareleriyle belki de kariyerinin en olgun filmiyle karşımızda çünkü.
Açılışı, Antichrist”taki gibi klasik müzik eşliğinde birkaç dakikalık etkileyici bir prologla yapan yönetmen, filmin devamında da önceki filminin yolundan giderek hikayeyi bölümlere ayırarak kotarmayı tercih ediyor. Trier başyapıtı Melancholia, iki ana bölümden oluşuyor.
Bölüm 1: Justine
İlk bölümün merkezinde, düğününden kesik kesik görüntülere şahit olduğumuz Kirsten Dunst”ın canlandırdığı Justine vardır.
Başarılı bir reklamcı olan ve düğün gecesinde sanat yönetmenliğine terfi ettiği müjdesini alan Justine dışarıdan bakıldığında mesleğinde başarılı, son derece güzel bir kadındır. Ancak kendi deyimiyle uzun bir süredir ””gri yapışkan yün iplikler”” arasında yola devam etmeye çalışmaktadır. Neyin doğru, neyin yanlış olduğunu ararken saplandığı bataklıktaki metanet kırıntılarını, ona hayatının sonrası için bir milat olarak aksettirilen evlilik törenine saklamıştır, ama tüm sahte gülümsemeler, mutluluk şarkıları ve olağanüstü bir şeyin gerçekleşmek üzere olduğu riyakarlığına ustalıkla hizmet eden bakışlar arasında geri döndüğü mutsuzluğundan başka bir sığınağı yoktur. O yüzdendir ki düğün gecesi boyunca bütün bahaneleri fırsat bilerek tören alanını terk edip ay ışığı altında yalnız başına dolaşır, odasına çıkıp kestirir, suyla dolu bir küvette dinlenir… Ama tüm bunları yaparken bile duvağını başından, kederli gülümsemesini ise dudaklarından çıkarıp atamaz.
Düğün masraflarını üstlenen zengin eniştesi ve normlarla nasıl baş edileceğini iyi bilen ablası Claire”in aksine toplumun ona giydirdiği kıyafetlerden sıyrılmasını beceremez Justine. Sıyrılmak bir tarafa her geçen gün ağırlığı bir ton daha artan bir zırh haline gelmiştir üstündekiler. Neden zırh kuşanmak zorunda olduğunu anlayamamasıdır belki de onu bu kadar müşkül bir duruma iten. Damadın dudaklarına bıraktığı öpücükler de, etrafa saçtığı gülücükler de küçük aksiliklerle başlayan evlilik gecesinin sonunu getirmesine yetmez. Hem mesleğinden, hem müstakbel eşinden, hem de gelen misafirlerin takdir dolu bakışlarından feragat eden Justine, içindeki melankoliyle verdiği savaşın teslim bayrağını düğün gecesiyle çeker. Yakınmaktan uzak bir farkındalıkla kötülüklerle dolu olduğundan dem vurduğu dünyaya direnebilmek için kendi güçlü yanlarına bırakır kendisini: Hassasiyete ve sezgilere. Tıpkı yeryüzünde en kolay bağ kurabildiği canlılar olan çok sevdiği atlar gibi sükûnetle yapar bunu. Huzur bulmak için girdiği sular bataklık, yaşamaya devam edebilmek için yediği yemekler küldür artık. Ne zoraki gülümsemesini yerine getirebilir, ne de ayağa kalkıp tek bir adım atabilir bundan sonra.
Ta ki Akrep”in Kızıl Yıldızı -nam-ı diğer Justine- birinci bölümün ilk sahnelerinden itibaren parsellediği gökyüzündeki yeri, asırlar boyunca kimseye sezdirmeden güneşin ardında saklandıktan sonra dünyaya çarpmak üzere ortaya çıkan Melancholia gezegenine bırakana kadar.
Kıyamet yaklaşırken önce insanların o güne kadar kurmuş olduğu düzeni ve normları sarsmaya başlar. Alt üst olan değerler ve önemini yitiren maddesel kaygılar kimin daha değerli, önemli ve mutlu olduğu gerçeklerini de değiştirir. Ay yerine Melancholia”nın aydınlattığı bu yeni dünyanın efendileri, duygularını kontrol etmesini ve kurallara ayak uydurmasını bilen mantığın insanları değil, tamamen duygularıyla hareket edip öngörülerine duyarlılıklarıyla şekil veren sezginin insanları haline gelir.
Bölüm 2: Claire
Hüsranla sonlanan düğün gecesinin ertesindeki kıyamet arifesiyle başlayan ikinci bölümde Trier”in kamerasının odağı Justine”den çok ablası Claire olur.
Bölümler arasındaki geçiş bir tür değişim silsilesine sebebiyet verir: Akrep”in Kızıl Yıldızı ortadan kaybolur, Melancholia tüm ihtişamıyla, saklandığı yerden ortaya çıkar. Küçük soytarılıklarıyla düğüne gelen konukları (başta bir grup Betty olmak üzere) keyiflendiren baba figürü ve kadraja her girişinde izleyicileri güldürmeyi başaran uşak tiplemesi aracılığıyla ilk bölümde az da olsa yer edinen mizah anlayışı tamamen kaybolup nöbeti güçlü bir melankoli duygusuna bırakır. Justine”in kalması için ısrar ettiği babası, uşağa gülünç bir not bırakarak çekip gitmiştir, uşak ise haber bile vermeye gerek duymamıştır evi terk ederken. Justine uşağın bu tavrını, ””Belki de böyle bir zamanda ailesinin yanında olmak istemiştir”” diye açıklamayı denemiştir- Claire”in bu duruma anlam verememesine şaşırmayarak. Ne de olsa düğün gecesinde, Justine”in, unut gitsin”den başka nasihati olmayan gerçeklere teslim olmuş annesiyle ve her seferinde şakaya vurarak savuşturduğu gerçekleri görmezden gelerek yaşama devam eden babasıyla iletişim kurmaya çalıştığının farkına varamayan da Claire”dir. Farkına varamayan ve kız kardeşini, o sıralarda onunla iletişim kurmaya çalışan müstakbel eşine karşı takındığı kayıtsızlık yüzünden paylayan…
Evlilik töreninin Justine için temsil ettiklerinin ikinci bölümdeki karşılığı, Claire”in dünyaya çarpabileceği rivayet edilen Melancholia konusundaki endişeleridir. Başka bir deyişle değişimin son halkası, kız kardeşler arasındaki güç dengesidir.
Kısa bir süre önce güçlü kadın olgusunun simgesi konumundaki Claire tüm gerçeklere kafa tutan bir kararlılıkla dünyaya yaklaşan Melancholia karşısında, yanlışlıkla girdiği kapalı bir alanın duvarlarına çarpan bir güvercin gibi paniklerken kendi kıyametinde ablasının sesli komutları olmadan taksiye binmeyi bile beceremeyen Justine, yetkin kabullenişiyle yeni dünyanın şartlarıyla baş etmesini bilen güçlü insan haline gelir. Keza Justine, atlar ve küçük yeğeni Leo ölümü sessiz bir kabullenişle karşılarken önceki dünyanın galipleri Claire ve John bu düşünceyle yüzleşmeye bile cesaret edemeyecek vaziyettedir. John ailesini bırakıp bu durumun üstesinden kendince kolay bir yolla gelirken belki de bencilliğine bulduğu bahane yalnızlığın ta kendisidir. Peki Claire”in, o etkisi tasvir edilemeyen sahnede yalnızlığına sığınarak oğlunun elini bırakıp Melancholia”nın dingin seslerine kulaklarını tıkarken kız kardeşinin ””Bu dünyada yalnız olduğumuzu biliyorum!”” sözlerindeki katiliği hatırlayıp içinden -film boyunca pek çok defa tekrarladığı üzere- ””Bazen senden ölesiye nefret ediyorum, Justine!”” diye haykırmadığını kim iddia edebilir?
Tek bir değişiklikle bütün kavramlar anlamını yitirmiştir. Ne mutluluğun bir tanımı kalmıştır, ne doğrunun, ne güzelliğin… özüne dönen denklemde, her kavram kendi içinde pozitif ve negatiftir. Güçlü yanlarımız ve zaaflarımız aynı kaynağın ters etkilerinden sebeplenirken geriye uçsuz bucaksız yalnızlık kalmıştır bir.