SİYAD üyesi, sinema yazarı Banu Bozdemir ile artık asırlık çınar diyebileceğimiz sinemamızı konuştuk.
Bildiğiniz gibi Türkiye Sineması 2014 yılı ile birlikte 100. yaşını kutluyor. Asırlık sinema tarihimize baktığımızda, yıllar geçtikçe artan bir kalite ve başarıdan söz edebilir miyiz? Yoksa inişli çıkışlı bir grafik mi çiziyor sinemamız?
Bana yönetmen sineması sorulduğunda ben hala Yılmaz Güney’i ilk sıraya koyuyorsam, aslında o aşamaya hala gelinmediğini düşünüyorum. Onun tahtını sallayacak, onun bakış açısını geçebilmiş, senaryo ve yönetim anlamında ya da ülkenin politik ve sosyal düzeyine bakış anlamında onu geçmiş bir yönetmen çıkmamış ki. Benim hala ilk sıramda Yılmaz Güney var. Yılmaz Güney dışında da 60’larda, 70’lerde ve 80’lerde ara ara çok önemli dönemlerimiz var. Metin Erksan’ları, Lütfi Akad’ları, Atıf Yılmaz’ları, Şerif Gören’leri yok sayamayız. 90’ların başında ise tam anlamıyla içine kapandı Türk Sineması. Antalya Altın Portakal Film Festivali’nde yarışacak film bulunamıyordu neredeyse. Yedi film katılıyordu ki yedisi de birbirinden kötü. Festival yapmanın anlamsız olduğu yıllardı. O yıllardan sonra şu an baktığımızda durum çok daha iyi. Üretim arttı. 60 – 65 film başvurdu Altın Portakal’a geçen sene.
Nicelik olarak öyle, peki nitelik olarak da çok iyi bir yerde mi son dönem Türkiye Sineması?
1996 yılındaki Eşkıya’dan sonra Türk Sineması en parlak dönemlerinden birini yaşadı. Hem üretim hem de kalite anlamında. Ancak son yıllarda bir duraklama dönemine girdiğini söyleyebilirim sinemamızın. En son Altın Portakal’da 90’larda yaşadığım durumu yaşadım. Evet, evet son Antalya’da hepimiz yaşadık bu durumu. Kalite olarak çok düşük bir seviyede bulduk filmleri. Bu da Türk Sineması’nın duraklama dönemine girdiğini gösteriyor maalesef.
Bu duraklamanın nedenleri ne olabilir sizce?
5 – 6 yıl önce Kürt Sineması’nın kendini aktif olarak ifade etmesiyle, genç ve ilk filmler diyebileceğimiz bir dönem başladı. O kadar güçlü bir biçimde girdiler ki sinemamıza. Söyleyecek çok şeyleri vardı toprakları adına, bunca yıldır yaşadıkları adına. Onların kazandırdığı bir ivme oldu ama şimdi biraz geri çekildiler. Söyleyeceklerini söylediler. Son birkaç yılda ise ortalık biraz ilk filmler mezarlığına döndü. İlk filmlerini çektiler ama devamını getiremediler. Bu yüzden Türk Sineması’nın bir ivme kaybettiğini düşünebiliriz.
Yeşilçam, Türkiye Sineması’nın neresinde? Sadece ticari veya nostaljik olarak mı bir önemi var? Yoksa sanatsal yönden son dönem Türk Sineması’na yansımaları oluyor mu?
Yeşilçam nedense yeni dönem sinemamızda unutturulmak isteniyor. Genç ve yeni yönetmenler arasında takdir gördüğünü düşünmüyorum. Bir şekilde Yeşilçam’dan uzaklaşmaya çalışıyorlar. Ama bence Yeşilçam, ülke sinemasının yapıtaşıdır, nasıl ayırabiliriz ki? Hala insanlar en fazla Yeşilçam filmlerini izlerken etkileniyorlar. O ciddiye almayanların bile etkilendiğini düşünüyorum aslında. Bazı şeyleri modernize etmek adına göz ardı ediyoruz. Rus Sineması’na Fransız Sineması’na öykünmemiz, kendi sinemamıza öykünmemizden fazla. Ulusalcı düşünmüyorum, önce bizim sinemamız da demiyorum. Tabi tüm akımlardan etkilenmeli bir yönetmen, Alman Sineması da etkileyebilir. Ama bu kendi sinemanı yok saymanı gerektirmez diye düşünüyorum. Yeşilçam bence şu an nostaljik olarak devam ediyor. Son dönem Türk Sineması’na bir etkisinin olduğunu söyleyemeyiz.
Sinemamızın 100 yıllık tarihinde bıçak gibi kesilen bir ara varsa o da şüphesiz 12 Eylül darbesi. Peki, 12 Eylül’le yüzleşebilen filmlerimiz var mı? Ya da yüzleşebilenler bir Costa Gavras veya Güney Amerika darbe filmlerinin başarısına ulaşabildiler mi?
Bu soruyu sorduğun an aklıma pek az filmin gelmesi başarısız olduğunu gösteriyor aslında. Çok geç başladı 12 Eylül’ü konu alan filmler ve o dönem dahi darbenin bahsinin geçmesi yasakmış gibi algılandı. Gerçi belirli bir zaman geçmesi de gerekiyor, geriye dönüp onun yansımalarına bakmak gerekiyor. “Gezi direnişi üzerine bir şey yapmayı düşünüyor musunuz? ” diye sorduğumuz yönetmenler “biraz zaman geçmesi, yolunu çizmesi gerekiyor” diyorlar. Darbenin üzerinden ise neredeyse 40 yıl geçti. Ama aklıma ilk etapta sadece, Eylül Fırtınası (1999), Eve Dönüş (2006) , Beynelmilel (2006) ve Ses (1986) geldi. Çok fazla hesaplaşıldığını düşünmüyorum. Belki de acıları hatırlamak istemedi, sünger çekti yönetmenler.
Her sinema kendi ülke tarihinden de beslenir. Türkiye Cumhuriyeti’nin bir utanç tarihi var. Sivas, Maraş, Çorum katliamları, 6 – 7 Eylül olayları, 1915 ve Dersim katliamları, Mübadeleler, varlık vergileri, suikastlar, faili meçhuller, Uludere… Bunlar da pek sinemamızı ilgilendirmedi sanki. Ne dersiniz?
6 – 7 Eylül olayları dokuz on yıl önce Güz Sancısı (2008) ile gelmişti perdeye. O da başarılı bir örnek değildi. Hem sayı olarak az, hem de tatmin edici örnekler çıkmıyor. Varlık vergisine Salkım Hanımın Taneleri (1999) değindi ama mesela Sivas Katliamı yok sinemamızda. Belgesel olarak var, Menekşe’den Önce (2013) çekildi geçen sene. Saklı Hayatlar (2010), Alevi kız – Sünni erkek aşk hikayesinin arka planında kullandı Çorum Katliamı’nı. Maraş Katliamı’na da Babamın Sesi (2012) değindi. Hepsi o kadar.
Böyle az olmasının sebebi için ne diyebiliriz? Korku veya çekinme olabilir mi?
Dramatize edebilecek bakış açısından yoksunuz bence. Ama korku ve baskılanma da var. Acı şeyleri tekrar yaşamama ve yaşatmama hali de olabilir. Yine de bazı yönetmenlerimizden beklerdim. Mesela Zeki Demirkubuz. O da insanın iç dünyası ile ilgili filmlerle yetindi. Ben aslında yönetmenlerin o konuyu oradan çekip çıkartamadıklarını düşünüyorum. Karakter çıkartamıyorlar. Aziz Nesin’in itfaiye merdivenindeki halinden bile oturup öykü yazarım ben. O kadar trajik ki… Biz bunu öyküleyemiyorsak drama eksik. Estetik duygusunun da çok fazla yerleşmediğini düşünüyorum sinemamızda. Ağır bir eleştiri oldu ama o yüzden belgeselle sınırlı kalıyoruz.
O zaman başta söylediğinize gelelim. Kürt Sineması bu bağlamda bunu daha iyi başardı diyebilir miyiz?
Evet, onlar daha cesur çıktılar belki de. Güçlü filmler yaptılar ama onların da teknik yoksunlukları vardı ne yazık ki.
Utanç tarihini geçtim, kendi resmi tarihini de başarılı ve önemli bir filmle anlatamadı Türk Sineması. 70’li yıllar Atatürk filmi tartışmaları ile geçti. Ama tam anlamıyla önemli ve başarılı bir film yapılamadı. Fetih 1453’ün gişe başarısından sonra bu yöne bir eğilim olabilir mi?
Aslında var çekilmiş filmler. Cumhuriyet (1998), Veda ( 2010). Ama önemli prodüksiyonlar değildi. Fetih 1453 (2012) bu bakımdan farklı. Ciddi para harcanmış büyük bir prodüksiyondu. Ancak onun da içerikle ilgili sıkıntıları vardı. Konu yok, prodüksiyona yığılmış bir güç gösterisi var. Bana göre Türk Sineması komedi türünden devam eder. Son yıllarda gişe başarısı denilince yine de öncelikli olarak akla komedi filmleri geliyor.
O zaman tür üzerinden gidelim. Türk sineması hangi türlerde dünya sinemasını yakalamaya daha yakın. Hangi türlerde çok gerideyiz?
Mesela bilim kurgu ve animasyon türlerini Türk Sineması için şimdilik imkansız kabul edebiliriz. Çocuk filmleri de diplerde. Korku ise aslında çok fazla sayıda çekildi. Deneniyor hala korku sineması .Ama bizim ‘korku’larımız kimi zaman korku ile komedi arasındaki sınırı geçemiyor. Korkunç olamadığı için bir süre sonra gülünçleşiyor, yapılamayan efektler yüzünden. Ama bizimkiler iddialı çekmeye devam ediyorlar. (gülüşmeler) Bir damar yakaladılar cinler perilerle ve bir korku sineması yarattılar. Politik sinemada da zayıf olduğumuzu düşünüyorum ama buna Kürtler itiraz edebilir.
Gişede komedi, sanatsal sinemada da dram türünün öne çıktığını düşünüyorum. Minimal kasaba, taşra hikayeleri de sanat filmlerinin bulduğu damar oldu. Bir de festival için film çekmek gibi bir durum ortaya çıktı. Ödenen ödüllerin miktarı göz kamaştırıcı. 40 bin liraya çekilen bir film, 350 bin liralık ödül alabiliyor. Bu, sırf festivale yollamak için çekilen filmler dramanın da ayarını bozdu biraz. Çünkü bu türde çok kötü filmler de çekildi.
Konu açılmışken festival filmlerine girelim. 60 film başvuruyor. Katılan 10 – 12 filmin bile gişedeki hali ortadayken diğer filmlere ne oluyor?
Çekilmesi güzel bir şey, çekilmesini destekliyoruz ama seyirci ile buluşmadığı sürece anlamlı olduğunu düşünmüyorum. Bazı yönetmenlerimiz diyor ya “Buluşmasa da olur, ben kendim için çekiyorum.” Bunun doğru bir düşünce olduğunu sanmıyorum.
Vizyon şansı bulan festival filmlerinin de izlenirliliği ortada. Tabi bir ticari film başarısı beklenmez ama yine de makasın bu kadar açık olması normal mi? 6.5 milyon kişi tarafından izlenen filmin olduğu yerde, Altın Portakal ödüllü film 12 bin kişi tarafından izlendi mesela.
Bu artık normalleşti. Seyirci, festival filmine gittiğinde keyif almadığını görüyor. Sanatsal dediğimiz sinema herkese hitap etmez – etmesin de zaten-. Onlar da on binli bir kategoriye razı olmak durumunda oluyorlar. Seyirci bu festival filmleri bombardımanından kustu ve gitmek istemedi. Hatta bazı yönetmenler seyirciyi korkutmamak için Cannes veya Antalya amblemlerini afişe koymasak mı acaba diye söylerler. (gülüşmeler) Seyirciyi suçlayabilir miyiz? Evet, suçlayabiliriz de. Bir bakıma kendilerini biraz zorlamalarını bekleyebiliriz. Sevebilir de, kendinden bir şeyler de bulabilir. Ama kötü örnekler üst üste gelince seyirci dediğim gibi kustu ve reddetti. Ödüllerin de gişeye hiçbir etkisi olmuyor. 10 bin barajını 20 binlere bile taşıyamıyor.
Peki, ticari filmler arasındaki rekabette hangi özellik ön plana çıkıyor? Oyuncuların gişeyi etkilediğini söyleyebilir miyiz?
Evet, bunu söyleyebiliriz, hala yetmişli yıllardaki kadar olmasa da. Özellikle komedide karakter ön plana çıkıyor. Mesela Recep İvedik veya Cem’in (Yılmaz) tiplemeleri. Televizyonda ünlü olmuş oyuncuların da gişeye etkisi olduğunu söyleyebiliriz. Düğün Dernek’te olduğu gibi.
Televizyon ülkeye ilk olarak girdiğinde, bunun en büyük negatif etkisi sinemaya oldu. Sinema salonları boşaldı. Televizyon, özellikle de diziler günümüzde ikinci altın çağını yaşıyor. Ama bunun sinemaya olumsuz bir etki yaratmadığını söyleyebiliriz. Hatta belki de bu sefer pozitif bir katkısı var. Bu tespite katılır mısınız?
Evet, televizyon dünyasında dönen paralar sinema için kaynak da oluyor, bu önemli. Televizyonla sinemanın komedi bazında etkileşimde olduğunu düşünüyorum. Orada yaratılan tiplemeler, sinemaya uyarlanabiliyor ve izleyicisi peşinden geliyor. Ama bu başarının sadece komedi türünde olduğunu düşünüyorum.
Türkiye Sineması’nın en önemli sorunu desem ne dersiniz?
Senaryo. Kesinlikle senaryo diyebilirim. Bir şekilde estetize duygusunun eksik olduğunu düşünüyorum bizim senaryolarımızda. Aktaramama sorunu var. Güçlü bir senaryo yazamıyoruz galiba. Bu da tabi, dolaylı olarak oyunculuğa da etki ediyor, filmin dramasına da etki ediyor, tekniğine bile etki ediyor.
Biraz da gelecekten söz edelim. İlk filmler çöplüğü dediniz. Peki, yarına kimler kalacak? Hangi genç yönetmenlerin lokomotif olabileceğini düşünüyorsunuz?
Özcan Alper diyebilirim. Sonbahar çok iyiydi ama ikinci filminde aynı başarıyı yakalayamadı. Üçüncü filmini ne zaman çekebilecek belli değil. Kültür Bakanlığı ödenekleri de azalttı. Büyük bir kaynaktı ve buradaki kısıtlama genç sinemacıları zorlayacak. Emin Alper’den umutluyum. Onun da ikinci filmi ödenek alamadı.
Son olarak yarınlarda Türkiye Sineması’ndan neler bekliyorsunuz?
Yarınlar için yeni isimlere ihtiyacımız var. İkinci bir Nuri Bilge Ceylan istemiyoruz aslında. Nuri Bilge Ceylan filmlerini, biz o çektiği için sevdik. Taklitleri yerine, tamamen kendi tarzını yaratmış, yeni isimlere ihtiyacı var Türk Sineması’nın. Bir de yarınlar için Kürt yönetmenlerden de komedi filmleri bekliyorum. Kürt sinemasının üstündeki acı, atılmaz belki ama onların da biraz daha rahatlaması lazım.
Bundan sonrası için, ne tamamen sinema boyutunu atlayıp gişeye odaklanmış filmler, ne de seyirciden kendini soyutlamış kimseyi takmayan filmler görmek istiyorum. Orta yol dediğimiz, sanat kaygılı ama izleyiciye de ulaşan filmler yarının Türk Sineması için en önemli gereklilik.