Deli dediğimiz aslında kimdir? Bir söylediği ötekini tutmayan mı, kendini başka birisi zanneden mi? İnsan öldüren mi? İnişli çıkışlı kişiliğe sahip olan mı, kendi kendine konuşup gülen mi?..
Yukarıda saydıklarımızın hangileriyle gözünüzün önünde bir deli canlandı? Delilik aslında insan ruhunun karmaşık ve kusurlu parçalarının belli oranlarda karışarak ön plana çıktığı bir durum değil midir? Dengesizliklerin içinde denge bulmaya çalışırken kendini kaybetmek değil midir delilik?
Üzerine bugüne kadar öyle şeyler söylenmiştir ve yazılmıştır ki, normlarına kapanıp kısılan bizlerin mi yoksa tedavi görmeleri için dört duvara kapattığımız, ilaçlara boğduğumuz o insanların deli olduğu konusu kafamızın içinde dönüp durmuştur. Fil’m Yazarları olarak bu ayki özel dosyamızda deliliğin ve akıl hastanelerinin sinemadaki yansımalarına yer verdik. Keyifli okumalar diliyoruz.
*Not: Filmler alfabetik sıraya göre listelenmiştir.
A Beautiful Mind (Ron Howard, 2001)
– Bunu akılla çözemezsin!
– Neden? Niye çözemem!
– Çünkü aklın zaten problemin yuvalandığı yer!
Cehennem birçok insan için farklı tanımlardadır. Stephen King örneğin, deja vu temalı öyküsünde (That Feeling, You Can Only Say What It Is in French) cehennemi “sonsuz tekrar” olarak tahayyül ettiğini söyler.
Bana göre cehennem, tam olarak John Nash’in yaşadığı şeydir. Yaşam ile bağlantısını akıl üzerine kurmuş, aklı ile başarılar kazanmış bir insanın tek güvendiği hazinesini kaybettiğini görmesi bir tarafa, kişinin yaşamaya devam etmek zorunda oluşudur. Her saniyesinde kaygı, her hareketinde beynine hücum eden binlerce, yüzbinlerce veri ve bununla ömrünün kalanını geçirmek zorunda olmak. Şizofreni, beynin bir nevi DDoS saldırısına uğramasıdır.
Oysa bunu anlayana değin, yani o verilerin sistematik bir düzende olmadığını, sadece sayılamayacak çoklukta kanserli düşünce olduklarını anladığı zamana kadar Nash için hayatta başarılacak çok şey vardır. Hepsini geride bırakmak zorunda kalır. Gelecek vaat eden parlak bir akademisyenden ders çalışmaya çalışan sakar bir çömez konumuna düşmeyi göze alır Nash. Bunu ona yaptıran aklı, planları değildir. Kalbini dinlemesidir. Ait olduğu yere kendisini götürecek olan kalbini.
Oyun Teorisi‘nin sahibi ünlü matematikçinin hayatını konu alan filmde, Bayan Nash eşine şöyle der: “Çözümü araman gereken yer aklın değil. Sorun aklında da olsa çözümü bulabilirsin. (Elini kocasının kalbine götürerek) Bunun rehberliğinde.”
Nash öyle yapar. Bu sayede hikayesi insanlık tarihine uğur olur.
En “deli” sahne: Nash’in üniversite kampüsünde çevresinde bir kalabalık, ortada hezeyanları ile kavga ettiği sahne. Film bir içeri, bir dışarı gider: Biz ne görürüz / O ne yaşamaktadır… (Büte Kıraşı)
A Woman Under Influence (John Cassavetes, 1974)
Beyazperdenin efsanevi aktrislerinden Gena Rowlands’ın canlandırdığı Mabel, zamanının çok büyük bir bölümünü ev işleriyle ve birkaç yaş arayla doğan üç çocuğunu büyütmekle geçiren, kırılgan bir kadındır. Kendi deyimiyle beş temel özelliği vardır: Aşkı, arkadaşlığı, ailesinin rahatı, anneliği ve tamamen kocasına ait oluşu… İstediği tek şey etrafındaki herkesin mutlu olduğundan emin olmaktır. Çocuklarıyla ve eşiyle bir aradayken her şey yolunda gibidir; ancak nasıl mutlu edeceğini bir türlü bilemediği “diğer” insanlar devreye girdiğinde genç kadının ruh hali içinden çıkılmaz bir hal alır. Çünkü sahte tebessümler ve komplimanlar Mabel’in mutluluk tanımını karşılamaktan uzaktır.
Orta sınıftan bir Amerikan ailesinin buhranlarını, toplumsal ödevleri yığına dönüşen bir kadın karakter üzerinde merkezleyen yönetmen, herkesi memnun etmenin olanaksızlığının yanına “Toplum bir kadından ne bekler?” sorusunu ekleyerek başkarakterinin kimlik krizini peliküle dökümlüyor. Gena Rowlands ise sinema tarihinin en başarılı kadın oyuncu performansları arasında gösterilen oyunuyla bu krizi bizzat “yaşıyor”. En nihayetinde, filmografisine başrolünde hayat arkadaşı Gena Rowlands’ın oynadığı on film sığdıran John Cassavetes’in en önemli filmi ortaya çıkmış oluyor.
En “deli” sahne: Mabel’in altı ay psikolojik tedavi gördükten sonra eve geldiği akşam onun için düzenlenen yemekte masadaki herkesi kovduğu sahne. (Soner Yıldırım)
American Psycho (Marry Haron, 2000)
Gençsiniz, iyi bir işiniz var. Çok yakışıklısınız. Sabah ritüeliniz adeta kapitalizme tapınma ayini gibi. Kendinize bakmasını iyi biliyorsunuz, bir pamuklara sarmanız kalıyor. Hatta bu dünyada bir tek kendiniz varmış gibi davranıyorsunuz. Rakipsiz olmalısınız. Etrafınızdaki herkes sizin enerjinizden, güzel cildinizden çalıyor ve nişanlınızla yasak hastalıklı aşkınız epey sinirinizi bozuyorlar.
Kartvizitiniz sizin her şeyiniz. Tipografisi kişiliğinizi, seçtiğiniz pahalı malzeme de karakterinizin kalitesini satıyor insanlara. Onu sürekli yenilemek zorundasınız. Yoksa isminizin ne olduğunu bile unutur yıllarca birlikte konuşup tablo gibi tabaklarla yemek yediğiniz insanlar. Kimlikler, isimler her daim sorunludur. İnsan insana benzer bu dünyada.
İyi gelen tek şey müzik. Her parça, her albüm size başka ufuklar açıyor. Tabii fahişeler bilemez bunu. Çok güzeller, ama cahiller. Cahil ve ruhunuzu okşayan cinsten. Konuşmadan dikkatle sizi dinlerler ve egonuzun “kulesi” olan uzvunuzu çok güzel tatmin ederler. En mükemmel kadın, konuşmayan kadındır. Bitirilmesi gereken bir iştir hepsi ve siz de altın vuruşsunuz. Aynada ne kadar da muhteşem görünüyorsunuz!
Tabii mükemmel eviniz kadar diğer mekanlar da değerlidir. Nerede yer ayırtabildiğiniz sizi siz yapar. Kendinizi böyle bir dünyada sürekli ıspatlama çabası içerisinde olmak ya da yerini korumak için bu kadar uğraşmak sizi yormaz mı? Yorar tabii, bütün narsist ruhları yorduğu gibi. Zamanla da çıldırtır. Materyal fetişizmi, biraz müzikle birleşerek bir delilik senfonisi yazar, elinize nota yerine bazen bir balta verir, bazen de testere. Kontrolden çıktığınızı size anlatmaya çalışan, benliğinizin o küçücük parçası Patrick Bateman da yok olduğunda, artık dizginler American Psycho‘nun elindedir. Ve o asla katarsise inanmaz.
En “deli” sahne: Patrick’in elinde testereyle Christie’yi kovaladığı sahne. (Nil Yüce)
Black Swan (Darren Aronofsky, 2010)
Naif, kırılgan bir genç kız Nina. Her adımı hesaplı, hayatı tek odaklı. Annesinin kontrolcü, baskıcı tavırları bastırmış içindeki siyah tarafı. Öyle narin, öyle ürkek ki kimse inanamıyor zıtlıkları bedeninde ve ruhunda taşıyabileceğine. Oysa hırslı. Mükemmel olacak, sonra da kendi yarattığını yok edecek kadar hırslı.
Yatağından taşmak isteyen bir akarsu gibi, çevresine çizilmiş sınırları aşmak, duvarlarını kırmak istiyor o da. Bastırıp içinin derinliklerine ittiklerini çıkarmak, avazı çıktığı kadar haykırmak istiyor. Durmadan kusuyor, parçalarcasına kaşıyor vücudunu, tırnak aralarını kanatıyor. İçindeki Siyah Kuğu özgürlüğüne kavuşmak için sabırsızlanıyor.
Keskinliğiyle kırılgan tarafını törpülüyor, hırsıyla masumiyetini köreltiyor, siyahıyla beyazını boğuyor. Kendinden zıttını doğuruyor ve simsiyah bir kuğu olup süzülüyor sahneye.
Siyah ve beyaz kuğu dikotomisinde zirvedeki yalnızlığı, insanoğlunun doyumsuzluğunu anlatıyor bizlere Aronofsky. Filmin sonunda aklımıza şu soru takılıyor: Hangimiz düşürebiliyoruz içimizde onlarcasını taşıdığımız maskelerimizi, hangimiz tek bir tanesini takıp sonuna kadar gidebiliyoruz hayatın? Beyaz ne kadar karanlık aslında, ve siyah ne kadar aydınlık?..
En “deli” sahne: Nina’nın siyah kuğuyu canlandırırken kanatlarının oluştuğu sahne.
David & Lisa (Frank Perry, 1962)
Kafiyeler bir genç kızın ruhunu bölünmekten nasıl koruyabilir? Ya da insanlar dokunduğunda öleceğini zanneden zeki bir çocuğun saatlere olan takıntısı nereden gelir? 1962 yapımı David and Lisa’nın hikayesi, ruhsal sorunlar yaşayan ergenlik çağındaki gençlerin tedavi gördüğü ve eğitildiği bir okulda geçiyor.
David, karakter olarak bakarsak sert mizaca sahip, mesafeli ve yaşı dolayısıyla ironi anlayışı güçlü olan bir çocuktur. Geldiği günden itibaren derslerine gömülür ve fikirlerüretir. Kendisine dokunulma ihtimali yüksek olduğunda ne kadar gerilip korktuğunu görmediğimiz sürece David’in “hasta” olduğunu anlamamız mümkün değildir. Ancak ailesinin David’i ruhen hasta ettiği şüphe götürmez bir gerçektir. Fikirlerini zerre kadar önemsemeyen, baskın ve kendi hayallerini oğlunun üzerinden gerçekleştirmeye çalışan bir anne ve David’i ne kadar çok sevse de bunu gösteremeyen ve etkisiz kalan bir baba… Annesi David’in bir an önce oradan kurtulup eve dönmesini istemektedir. Çünkü etki alanının dışında kalacak ve David’i oradayken kontrol edemeyecektir. Yaşadıkları çatışmalar sonrasında oğlunu evde tutmak için uğraşır ancak David, kişilik bölünmesi yaşayan, tekerlemelerle konuşan, saf bir sevgiyle bağlandığı Lisa’dan da ayrılmak istemediği için yeniden okula kaçar.
İki gencin aralarında filizlenen ilişkiyi sekteye uğratan şey aslında onları aynı zamanda birleştiren hastalıklarıdır. Lisa’nın utangaç ve kıskanç tavırlarıyla başına açtığı bela, yine onları en güzel şekilde bir araya getirir. David and Lisa (1962), deliliğin en tatlı hallerini anlatan filmler arasında ön sıralarda rahatlıkla yer alabilir.
En “deli” sahne: David’in saati gördüğü rüya sahneleri. (Nil Yüce)
Donnie Darko (Richard Kelly, 2001)
Richard Kelly’nin ilk filmi Donnie Darko ile çok sıkı bir başlangıç yapmış ve adından bolca söz ettirmişti. Bir zaman yolculuğunu merkezine alan film, Donnie adındaki gencin geceleri uyurgezer olmasını, Frank adında tavşan maskesi takan hayali bir arkadaşıyla olan ilişkisini ve terapi süreçlerini anlatır.
Oldukça girift bir yapısı olan Donnie Darko, hem 80’ler gençlik filmlerinin atmosferine sahip, hem de sürrealist bir anlatıma. Bir yandan tam bir gençlik bunalımını; Donnie’nin çevresiyle ve ailesiyle olan ilişkilerini, okulda yaşadıklarını, hoşlandığı kızla olan bağlarını öyküler, diğer yandan ise bilimkurgunun sularına girip zamanda seyahat etmeyi ve birbirinden ilginç noktalarla geçmiş ve gelecek arasındaki etkileşimi irdeler.
David Lynch sinemasının sahip olduğu tuhaflıkları ve tatları andıran ancak çok daha farklı bir çeşni sunan Donnie Darko, genç karakterin psikoloğuyla birlikte geçirdiği terapi süreçleriyle de dikkati çeker. Donnie’nin bilinçaltına giren seanslar sayesinde onun psikolojik bunalımına şahit oluruz ve aslında tüm bu sıradışı anlatının onun ruh dünyasındaki karmaşadan ve ergenlik dönemi krizlerinden ibaret olduğunu düşünürüz.
Richard Kelly, sonraki filmlerinde aynı başarıyı gösteremese de, Jake Gyllenhaal’ın yıldızını parlatan filmi Donnie Darko, günümüzün kült filmleri arasında kabul ediliyor.
En “deli” sahne: Donnie’nin amfide söz alarak kürsüdeki Jim Cunningham’ı rezil ettiği sahne… (Emrah Öztürk)
Elling (Peter Næss, 2001)
Annesi öldükten sonra, onsuz nasıl yapacağını bilemeyen Elling, iki yılını klinikte oda arkadaşı Kjell Bjarne ile geçirir. Tedavileri biten muhteşem ikiliye, artık hayata karışmanın vakti geldiğini söyleyen Norveç kurallarına göre; kliniğe geri dönmemek için sosyalleşebildiklerini ve yaşantılarıyla ilgili bir tökezleme yaşamadıklarını kanıtlayabilmelidirler. Bir tür denetimli serbestliğe tabi tutularak, sosyal sorumluları olan kişi gözetiminde bir eve yerleştirilecek ve periyodik aralıklarla da kontrol edileceklerdir. Oysa sokağa çıkmaktan tutun da alışveriş etmeye kadar, yahut telefonla konuşmaktan birine söylenen alelâde bir ‘merhaba’ya kadar her şey öyle zordur ki onlar için.
“Bazı insanlar Güney Kutbu’nu yalnız geçerken, benim restoranın zemininde yürümem için bütün gücümü toplamam gerekiyor.” diyen Elling ve kankası Kjell’in dokunaklı var olma çabaları gerçekten büyüleyici derecede insani ve hakiki.
Çekildiği yıl, Yabancı Film dalındaki Oscar adaylarından biri olan bu tutunma öyküsü, Peter Naess tarafından çekilmiştir. Tam şöyle bir silkelenip, tüm umutsuzluklarımızı yatıştırmak için yapılmış gibidir. Kaçıklık, can sıkıntısına çok iyi gelecek!
En “deli” sahne: Kjell Bjarne’nin Elling’i “sosyalleşmeliyiz” diyerek zorla bir lokantaya götürdüğü sahne. (Tuğçe Güleç)
Fight Club (David Fincher, 1999)
Kadın yok. Doğurganlık, doğa, barış, tolerans, sanat, sükut ve hayal de yok. Umut da. Ümit etmek, affetmek. Bunların hiçbiri yok. Şayet değer adına söylenecek bir şey varsa, o da yeterince yüklü olduğumuzdan mütevellit. Boşalmalıyız.
Fazla tohumdan, fazla gururdan, fazla sorumluluk ve ümitten, şu an. İçinde bulunduğumuz şey bizi buna zorluyorsa, uyum sağlamak ille içinde büyütmek anlamına gelmemeli. Evet uyum sağlıyoruz bak, biz de bu reaksiyonu meydana getiriyor biz de içimize atmıyoruz. Dışarı. Biriktirdikçe yük oluyor. Güzel bir şey gibi gösteriyorlar biriktirmeyi ama değil. İsmine maddi refah diyorlar, ismine devinim diyorlar, çocuk yapmak diyorlar mesela; ya da ev-iş mekiğinde artan günlere günlük yaşam diyorlar. Bu gerçek değil. Gerçek olsaydı uykusuzluk çekiyor olmazdık, kendimizi sağlıksız hissetmezdik. Gerçek olan bu değil. Kendimize yolculuk ettiren bu değil.
Gerçek olan, kendimizi bulduran şey. Bu kadar adamı koşulsuz buna itaat ettiriyorsa, Fight Club’da herkesin kendini bulduğu bir şey var.
Ama yanında kendimi en gerçek hissettiğim lider aslında sadece zihnimde. Peki zihnim nerede?*
* Where is my mind? Fight Club Orijinal Film Müziği, Pixies, 1988
En “deli” sahne: Marla’nın Tyler’a ismiyle hitap ettiği ve Tyler’ın çift kişilikliliğiyle ilgili ilk tüyoyu aldığı sahne. Telefon konuşmasındaki tek bir sözcük ve bütün dünyanın kafasına örs gibi indiği an. (Büte Kıraşı)
Hour of the Wolf (Vargtimmen, Ingmar Bergman, 1968)
Bir insanı delilik eşiğinden onunla birlikte geçecek kadar çok sevebilir misiniz? Ne noktaya gelirse gelsin onu en gizliden bile olsa dışlamadan, onunla birlikte yürüyebilir misiniz?
Peki ya bunu yapmanıza rağmen onu kaybedecek olsanız? Yine de onunla birlikte delirmeyi göze alır mısınız?
Dünyanın gelmiş geçmiş en iyi yönetmenlerinden biri olarak kabul edilen Ingmar Bergman‘ın 1968 yapımı filmi, izolasyonun körüklediği hezeyanlarında yalnız olmama şansına erişen ressam Johan Borg ‘un bilinen yaşamının son zamanlarını anlatıyor. Borg resimlerini yapmak için adadaki evlerine gittiğinde sadece birkaç gün eşiyledir, sonraki günler birlikteyken bile yalnızdır. Gün geçtikçe daha da yalnız; yalınkat kaygılardan ibaret olmaya başlar. Pişmanlıkları, geçmişinde temellenen suçluluk duyguları, tatminsizliği ve korkuları, o güzel imgeler üreten kafayı tıka basa doldurur. Borg‘un çevresini hayaletler sarar. Karısı Alma ne “şehre dönelim, burası sana yaramıyor” der, ne “doktora gidelim”, ne de “ben gidiyorum, yeter.” Delirişinin her safhasında, yanındadır. Hayaletleri Alma da görür, onların sadece Johan‘ı istemelerine rağmen.
“Gerçekle hayalin en çok birbirine girdiği, REM uykusu saatidir Kurdun Saati. Kabusların en yoğun görüldüğü ve insanların uykuda en çok öldüğü saat. Aynı zamanda en çok çocuğun doğduğu zaman dilimi.”
İnsanı hayattan çekip alan ve yerine yeni insanlar koyan saat, Borg için başlamıştır, kendi seçtiği yalıtılmışlıkta.
En “deli” sahne: Johan ve Alma adadaki elit grubun ilk davetinden dönerken adanın yamacındaki kavgaları, Alma ‘nın ne olursa olsun kocasının yanında olma kararı, onunla birlikte delirmeye gönüllülüğünü anladığımız sahne. (Büte Kıraşı)
House of the Haunted Hill (William Castle, 1959)
Zaman ötesi filmlerden olan House of the Haunted Hill; hem kurmaca ve tek mekanlı korku filmlerinin ilkidir, hem de türün ilk auteur yönetmeni William Castle tarafından çekilmiştir.
Tuhaf keyiflere ve genel geçer olmaktan uzak bir eğlenme anlayışına sahip milyoner Fredrick Loren -ki Vincent Price’ın albenili oyunculuğuyla müthiş karizmatik bir karakter çıkmıştır ortaya- ve dördüncü karısı Anabelle; paraya ihtiyacı olan beş davetli seçip davet etmiş, gece boyunca evde olmaları karşılığında sabaha çıkabilenlerin aralarında paylaşacağı elli bin dolarlık da bir motivasyon ödülü koymuşlardır, ismine “hayalet partisi” dedikleri bu toplantıya. Cenaze arabalarıyla konuklar evlerinden alınıp tepedeki o tekinsiz eve geldiklerinde nasıl bir şeyle karşılacaklarından habersizdirler.
Aristokrasiyi mükemmel hicvetmesinin yanı sıra, House of the Haunted Hill filmi; Nora’nın işi Fredrick Loren’i öldürmeye teşebbüs edecek kadar ileri götürdüğü sahneden de anlayabileceğimiz gibi, histeri krizlerini ve delirmeyi, “dışarıdan gelen etkilerle” insanın nasıl bambaşka bir yaratığa dönüşebildiğini de son derece ustalıkla hikâyelemektedir.
En “deli” sahne: Egzantrik milyoner Fredrick Loren’in, karısı Anabella ve aşığı olan psikoloğu, uzaktan kumandalı bir iskeleti hareket ettirerek korkutup asit havuzuna düşürmesi. (Tuğçe Güleç)
Lunacy (Sílení, Jan Svankmajer, 2005)
Çek sanatının ayrıksı ustası, çok yönlü sürrealist sanatçı Jan Svankmajer’in 2005 tarihli filmi Lunacy, Edgar Allan Poe ve Marquis de Sade üzerine bir etkileyici bir saygı duruşu. Lunacy, akıl hastalarının hastane sınırları içinde tamamen özgür ve büyük baskı altında yaşadığı iki farklı gerçekliği gösterip ikisinin kötü yanlarının bir karışımı olarak nitelediği farklı bir gerçekliğe seyircinin ulaşmasını amaçlıyor. Svankmajer, bu gerçekliğin hem özgürlüğün hem de büyük bir baskının aynı anda yaşandığı ve en beter yaşam şekli olan bu vaziyetin modern hayattan başka bir şey olmadığını henüz filmin başında kendi dile getiriyor.
Lunacy, hastanenin yöneticiliğinin ele geçirmiş ve hastalara mutlak özgürlük sağlayan bir metodu uygulayan oldukça tuhaf bir ikilinin yarattığı düzenin, hastaneye gelen genç bir adam tarafından bozuluşu üzerinden şekilleniyor. Kliniğin “gerçek” doktorlarının bir hücrede kapatıldıklarını öğrenen ve harekete geçen genç adam, onları özgürlüğüne kavuşturur. Bu mantıklı görünen hareketin bir adım sonrası ise büyük bir trajediye gebedir; zira bu tutsak grup en nihayetinde hastaları şiddet ile terbiye eden azılı bir çeteden başkası değildir. Hastanenin canlı, tuhaf ve kaotik ortamı hızlı bir şekilde korku düzeninin hakimiyetine girer.
Hiç şüphesiz Svankmajer’in dehası, filmine kattığı birbirinden fersah fersah uzak birçok ögeyi harmanlayış gücünde yatıyor. Lunacy, çağdaş zaman ile 18. yüzyıl yaşamından ögelerin, komik ve absürd anlar ile korku ve gerilim anlarının, canlı çekim ile sürreel stop-motion animasyon parçalarının enfes bir uyumla birleştiği kendine has bir anlatı yapısı tutturuyor. Çarpıcı imgelerle dolu bu karmaşık yapının ardında ise oldukça sert bir modern yaşam eleştirisi ve Hristiyan kültürüne karşı amansız bir saldırı bulunuyor.
En “deli” sahne: Lunacy’nin kuşkusuz en çarpıcı sahneleri canlı çekim sahnelerin arasında geçişi sağlayan, stop-motion yöntemiyle oluşturulmuş “et” animasyonlarından oluşuyor. Svankmajer’in her filmine attığı imzası denebilecek bu sahneler, hareket eden, şişen, parçalanan, her yandan çıkan ve her yere girebilen diller, hayvan gözleri, beyinler, et parçaları ve kemiklerden oluşan başlı başına ayrı bir dünya vaat ediyor. (Simon Sağlamoğlu)
Misery (Rob Reiner, 1990)
‘’Ben bir numaralı hayranınım. Merak edecek bir şey yok. Sana çok iyi bakacağım. Bir numaralı hayranın benim!’’
Rob Reiner’ın yönettiği ikinci Stephen King uyarlaması olan Misery, popüler bir yazarın fanatik hayranlarından biriyle aynı eve tıkalı kalması fikrinden beslenir. Ne var ki bu ev, kış mevsiminin ne denli “çetin” geçtiğini yazarın bir diğer eseri The Shining’ten bildiğimiz Colorado’dadır ve ev sahibemiz şaibeli ölümlerin olduğu bir hastaneden emekli olmuş, ruhsal sorunları olan bir kaçıktır. Yalnızlığıyla hasta olmuş bu kadın, hiçliğine bir piyango gibi çıkagelen Paul Sheldon’ı elbette ki kaybetmek istemeyecektir. Hayran olduğu yazar sahip olduğu her şeyi kaybetmek zorunda kalsa bile…
Sinema filmlerinde daha çok yan rollerde karşımıza çıkan Kathy Bates, bu filmdeki sıra dışı Annie Wilkes performansıyla hem Altın Küre’yi hem de Oscar heykelini kazanmıştır. Deliliğin gerilim filmlerindeki en etkili kullanımlarından birine kaynaklık eden Misery, oyunculuk konusunda iyi bir referans olduğu gibi, bir kitabın senaryolaştırılması ve derinlikli kötü karakter yaratımı konularında da ders niteliğindedir.
En “deli” sahne: Annie’nin yazar Paul Sheldon’ın ayak bileklerini balyozla kırdığı sahne. (Soner Yıldırım)
Nostalgia (Nostalghia, Andrei Tarkovsky, 1983)
Tarkovsky’nin kendi sürgün zamanlarının özlem duygusuyla yoğurduğu filmi Nostalghia, İtalya’da sürgün hayatı yaşayan Rus şair Andrei Gorchakov’un 18. yüzyılda yaşamış bir Rus müzisyenin yaşamını araştırırken kendini deli olduğu söylenen bir adamın peşi sıra bulması üzerine oldukça dokunaklı bir hikaye anlatıyor.
Tercümanı Eugenia ile birlikte yolu eski bir İtalyan kaplıcasına düşen Andrei, kendisinden hoşlanan kadın ile uyumsuz bir diyalog halindedir. Tüm arzu ve istekleriyle modern yaşamın temsilcisi olarak görebileceğimiz Eugenia, maddi isteklerin insanda yarattığı çıkışsızlığın farkında olan Andrei üzerinde git gide anlamsız bir baskı haline gelir. Andrei’nin ruhu, yurt özlemiyle tükenmiş haldeyken karşısına çıkan Domenico isimli ihtiyar bir adam aracılığıyla içinde bulunduğu anlamsızlıktan yeni bir kapı açabileceğine kendini inandırmıştır. Herkesçe deli olduğu söylenen bu adamın inancı ve geçmişinin kapalı kutuları, Andrei için günümüzün kuru maddiyatçılığına direnmeye çalışan maneviyatı derin bir yolun temsilcisi olur.
Tarkovsky, bulunduğu memlekete yabancılığının yok olamayacağının farkındaki sürgün şairi ve günümüz dünyasına yabancılaşmış meczubu ile birlikte keder, hasret ve pişmanlıkla yoğrulmuş bir mucize yaratıyor. Bunu yaparken “delilik” denen şeyi de yorumlayıp günümüz yaşamında insanlığın geldiği noktayı tümden bir delilik, yok edici bir buhran olarak tasvir ediyor. Tarkovsky’nin tükenmek bilmeyen inancı da garip bir şekilde yüreğe oturan bu hüznü besliyor. Bu inanç, mekansal sınırları yok edebilen; insanın, mekanı ruhunda yeniden kurgulayabildiği bir kudrette, yaşama çaresizce tutunabilmenin bir yolu olarak vuku buluyor.
En “deli” sahne: Roma’nın geniş bir meydanında, kocaman bir heykelin üzerinden şehirdekilere seslenen, insanlığın düştüğü çıkmazı haykıran ve ardından kendini ateşe veren Domenico’nun nutuk sahnesi.(Simon Sağlamoğlu)
One Flew Over The Cuckoo’s Nest (Milos Forman, 1975)
Ruh ve sinir hastalıkları temalı filmler denilince akla sanırım ilk önce Milos Forman’ın One Flew Over The Cuckoo’s Nest adlı filmi gelir. Birbirinden ilginç hastaları ve doktorlarıyla ve de Jack Nicholson’ın sergilediği göz doldurucu performansıyla hafızalara kazınan filmin ‘özgürleşme’ ve ‘toplumsal kurumlara tutsak olmak’ gibi konular üzerine oldukça etkileyici bir metafor sunduğunu söyleyebiliriz.
Akıl hastası numarası yaparak hastaneye getirilen McMurphy, gerçekte bir kanun kaçağıdır. Hastaneden kaçmanın yollarını ararken hastalarla ilginç ilişkiler kurar. Doktorlarla da sürekli sorunlar yaşar. One Flew Over The Cuckoo’s Nest, ‘delilik’ ile ‘akıllılık’ arasındaki ince çizgiyi kaldırıp aklın hapishanelerindeki bireyin özgürleşme savaşını derinlikli bir şekilde anlatır.
Gösterime girdiği yıl 9 dalda Oscara aday gösterilip ‘en iyi film’, ‘en iyi yönetmen’, ‘en iyi erkek oyuncu’, ‘en iyi kadın oyuncu’ ve ‘en iyi uyarlama senaryo’ dallarında olmak üzere 5’ini kucaklayan film, birçok eleştirmen tarafından tüm zamanların en iyi Amerikan anlatı sineması örneklerinden birisi olarak kabul ediliyor.
En “deli” sahne: McMurphy’nin tüm hastaları otobüse doldurup hastanenin sınırlarından kurtardığı sahne… (Emrah Öztürk)
Pi (Darren Aronofsky, 1998)
Düşük bütçeli ilk filmi Pi ile Darren Aronofsky oldukça zeki ve özgün bir çalışma ortaya koyar. Dâhi bir matematikçi olan Max Cohen evrenin sırrını çözmeye çalışmaktadır. Çünkü evinde geliştirdiği süperbilgisayar kendisine evrenin anahtarının tek küçük bir bilgide gizli olduğu fikrini verir. Max’ın bu niyetinden haberdar olan bir Wallstreet şirketi peşine düşer ve kendisini rahatsız etmeye başlar.
Öykü ilerledikçe paranoyak atmosfer, seyirciyi dâhilikle delilik arasındaki tekinsiz ortak paydanın içine çeker. Max’ın içinde bulunduğu bunalımlı, endişeli dünyayı yansıtması için ucuz bir pelikülle siyah beyaz bir renk seçimi yapar Aronofsky. Dinamik bir kurgu ve ilgi çekici bir sinematografi sayesinde daha ilk filmiyle dikkatleri üzerine çekmeyi başarır.
Pi, dâhiliğin bir yerden sonra deliliğe dönüştüğünü anlatan son derece etkileyici bir sinema deneyimi.
En “deli” sahne: Merdivendeki beyin sahnesi. (Emrah Öztürk)
Psycho (Alfred Hitchcock, 1960)
Bir korku ve gerilim klasiği olan Psycho, usta yönetmen Alfred Hitchcock’un bu tür konusunda ne denli usta olduğunu açık bir şekilde gösterir. Filmin ortasına kadar tekinsiz hava seyircinin peşini bir türlü bırakmaz ve sürekli başka karakterlerle, plaklarla, ilginç diyaloglarla yalancı ipuçları vererek yanıltır. Esas konunun ne olduğu anlaşılana kadar Hitchcock, seyirciyle kedinin fareyle oynadığı gibi oynar. Başkarakter sanılan Marion Crane’in filmin 40. dakikasında ölmesiyle şoka uğrayan seyirci artık Bates Motel’in sahibi Norman Bates’in ellerine teslim edilmiştir.
Bates Motel (2013) adlı dizide etraflıca işlendiği üzere Norman Bates’in annesiyle saplantılı bir ilişkisi mevcuttur. Bu ilişki kendisini şizofreniye kadar götürmüş, hayali bir anne figürüyle yaşamasına sebep olmuştur. Moteline gelip kalan ve kendisini baştan çıkartan tüm kadınları annesinin kılığına girerek öldüren Norman bu yönünü sır gibi saklar. Deliliğin, çift kişili yaşamanın oldukça etkileyici ve şaşırtıcı bir biçimde anlatıldığı film, o vakte kadar yapılmamış birçok şeyi yaparak ilklere imza atar.
En “deli” sahne: Marion duş alırken perdenin bir anda açıldığı ve Bayan Bates’in elindeki geniş ağızlı bıçakla gafil avladığı kadını delik deşik ettiği sahne… (Emrah Öztürk)
Safe (Todd Haynes, 1995)
Amerikan sinemacı Todd Haynes’in 1995 tarihli filmi Safe, Julienne Moore tarafından canlandırılan Carol isimli bir kadının adım adım yitirdiği sağlığı üzerinden günümüz dünyasının içine düştüğü “insan-karşıtı” vahim tabloyu inceliyor.
Oldukça büyük ve güzel bir evde kocası ve üvey oğluyla yaşayan Carol’un yaşamına uzaktan bakıldığında herhangi bir sorun olmadığı düşünülebilir. Maddi anlamda güçlü durumda oldukları için Carol’un çalışmasına da gerek yoktur; evin dekorasyonu ve yönetimiyle uğraşmak, spor yapmak veya arkadaşlarla vakit geçirmek oyalanması için kafi görünmektedir. Haynes, filmin hemen başlarında yerleştirdiği minik detaylarla bu tabloyu yok edeceğinin sinyallerini verir. Dikkatle bakıldığında çevresindeki her şeye belirli bir mesafede duruyormuş izlenimi veren Carol’un asıl uzaklığı kendi benliğiyle yaşadığını fark ederiz. Haynes, tekinsiz bir duygu yayan ses tasarımı ve geniş-boş çerçeveler içinde Carol’u resmettiği planlarıyla hızlı bir yıkımı başlatır ve seyirciyi de bu yıkıma ortak eder. Egzoz gazından nefesi kesilen, durduk yere burnu kanayan, kusan, fenalaşan Carol anbean hem zihinsel hem fiziksel gücünü yitirmeye başlar. Doktorlar ve psikiyatrlar hastalığına dair maddi veriler bulmakta zorlanırken Carol, bu hale gelmesini etrafını çepeçevre saran kimyasallara bağlar. İyileşebilmek için de çareyi kimyasal ürünlerden arındırılmış, korunaklı bir komün yaşamı vadeden bir sağlık merkezinde alır.
Haynes, bu genç kadın üzerinden resmettiği tükeniş hikayesinin her anını tedirgin edici dinginlikte bir atmosfer içinde deneyimlememizi sağlar. Filmin son bölümünde önemli yer tutan izole yaşam merkezi de zihnimizde oluşan soruların şiddetini arttırır. Carol ve başka bir sürü insan kimyasallardan arınarak iyileşebilecek midir? Hastalığa sebep olan şey bu maddi şeylerle açıklanabilir mi? Yoksa tüm bunlar bu kaotik çağın ruhumuzda açtığı gediklere yaptığımız yamalar mıdır? Hastalığımızın çaresi cidden var mıdır?
En “deli” sahne: Carol, sağlık merkezine taksiyle ulaştığında merkezin hastalarından bir kadın, ki kadının kısa süre sonra kocası ölecektir, maskeyle yüzünü korur halde ve olanca gücüyle taksinin ve onun temsil ettiği pisliklerin bölgelerine girmesini engellemeye çalışır. Sadece bir arabanın varlığı bile bu izole alanın varlığına yönelik bir saldırı olarak algılanır. (Simon Sağlamoğlu)
Shutter Island (Martin Scorsese, 2010)
Daha önce de yine beyazperdeye uyarlanan Mystic River romanından tanıdığımız Dennis Lehane’nin aynı adlı eserinden sinemaya aktarılan film Shutter Island (2010)‘un yönetmen koltuğunda Martin Scorsese’yi görüyoruz.
Shutter Island, tam anlamıyla hiçliğin ortasında, zaman zaman fırtınalarla sarsılan bir adadır. İçinde kadınların, erkeklerin ve tehlikeli akıl hastalarının tutulduğu binalardan oluşan bu adada, Rachel Solando adlı hasta koğuşundan kaçmıştır. Edward Daniels (ki bir yerden sonra kendisine artık Teddy denecektir) olayı eski bir düşmanı görmek ve eski bir dostu oradan kurtarmak adına incelemeye karar verir ve ilk kez birlikte çalışacağı ortağı Chuck ile birlikte adaya gider.
Doktorlar, hemşireler, hastalar… Görüntüde her şey fazlasıyla sessiz ve sakin görünür. Doktor Cawley, çağdaşlarının aksine hastalarını iyileştirmenin yolunun onlara birey olarak saygı duymaktan ve onları dinlemekten geçtiğini söyler. Ancak Rachel hakkında bilgi veren doktor dahil, soruşturmada kimseden bilgi alamazlar. Ellerinde yalnızca 67 sayısının olduğu bir kağıt vardır. Ortamın tekinsizliği, izlerken gerginliği git gide arttıran karanlık melodilerle izleyicinin adeta içine işlenir.
Herkesin aynı şeyleri tekrarladığı adada, sanki hakikatin önüne bir perde çekilmiştir. Ancak Teddy bu gizemi çözmekte kararlıdır. Hayat hikayesini geri dönüşlerle de izlediğimiz Teddy’nin hikaye ilerledikçe flulaşan gerçeklik algısı, adanın ürküten terk edilmişlik haliyle kesişmeye başladığında biz de kime inanmamız gerektiğini sorar hale geliriz. Akli dengelerin sarsılmaya başladığı Shutter Island’da neler olmaktadır? Olanlar büyük bir komplo mudur yoksa bir şeyleri en başından kaçırmış mıyızdır? Film, başından sonuna kadar parçaları yapboz gibi birleştirmemizi sağlasa da son anda her şeyin baş aşağı döndüğü bir noktada bırakıyor bizi.
En “deli” sahne: Teddy’nin Dr. Cawley’e silah doğrulttuğu sahne. (Nil Yüce)
Spider (David Cronenberg, 2002)
Akıl hastanesindeki tedavisinin ardından, çocukluğundan tanıdık olan muhitlerden birindeki derme çatma gözetim evine yerleşen Mr. Cleg’in çocukluk travmalarıyla dolu şizofrenik öyküsünü anlatıyor bize Spider. Sanki o gözetim evinde, kâh yaptığı pazılla, kâh çılgınca notlar aldığı küçük cep defteriyle hafızasındaki boşlukları bir örümcek gibi tamamlaya tamamlaya örmektedir. Her anımsayış, onu çocukluğun sandalyelerine oturtup durur. Küçüklüğünde iplerle oynamayı sevdiği için annesinin “örümcek” diye seslendiği Dennis (Mr. Cleg) annesiyle Ödipal denebilecek bir ilişki yaşamakta, beri yandan yaşının gerektirdiği sosyalleşmeleri gerçekleştirmede sıkıntı çekmektedir. Paralel olarak iki zamanda birden ilerleyen film; Kafkaesk atmosferi ve tekinsiz ortamında, insanın yaşayabileceği, yaşamakta olduğu varoluş buhranlarını oldukça direk, gayet kendine has şekilde anlatıyor.
Yönetmen Cronenberg’in, bu filmi yaparken ve Dennis Cleg karakterini oluştururken aklından izlek olarak sürekli Samuel Beckett’i geçirdiğini söylemesi ve hatta dikkatli bakıldığında fark edileceği üzere fiziksel olarak da karakterin Beckett’e benzerliği çok ilgi çekici.
En “deli” sahne: Bay Cleg’in, gözetim evinin müdüresi uyurken, elinde bir çekiçle odasına girip ona sokulduğu an. (Tuğçe Güleç)
Teyzem (Halit Refiğ, 1986)
Küçük yaşlardan itibaren etrafındaki erkeklerin cinsel baskısına maruz kalan Üftade, huzursuz bir ortamda büyüyen içine kapanık bir kızdır. Gerçek anlamda bağ kurabildiği tek kişi küçük yeğeni Umur olur. Sevgilisi Erhan’ın şehri terk etmesi Üftade’yi her adımı daha kötü sonuçlara varacak bir vazgeçişe sürükler. Mutsuz bir evlilik ve ardından gelen boşanma sonrasında küçük kızıyla yeniden üvey babasının evine dönen genç kadının kimseye güveni kalmamıştır artık. Aradığı masum aşkı, sevilme ihtiyacını karşılamak için anılarına sarılır. Ne var ki o anılar arasında Üftade’nin ruhsal tükenişini hazırlayacak karanlık günler çoğunluktadır.
Ümit Ünal’ın 1986 yılında Milliyet Gazetesi’nin düzenlediği senaryo yarışmasında birincilik elde eden senaryosundan Halit Refiğ yönetmenliğinde sinemaya uyarlanan Teyzem (1986) kendinden sonra çekilen Cazibe Hanım’ın Gündüz Düşleri (1992) ile birlikte sinemamızdaki kadın psikolojisi çözümlemelerini, içinde bulunulan kültürle eşgüdümlü bağlar kurarak sorgulayan iki önemli filmden biridir. Müjde Ar’ın oyunculuğundaki incelikleri bir kez daha gözler önüne serdiği film deliliğin ortaya çıkışının bir sonuç mu yoksa çözüm mü olduğu konusunda kafa kurcalayıcıdır. Nitekim kadın olmanın başlı başına bir delilik olabileceğine dair başka bir önermesi daha vardır.
En “deli” sahne: Üftade’nin, gittikleri yazlık semtteki bir mahalle düğününde gördüğü adamı gençlik aşkı Erhan’ın kendisine dönüşü olarak yorumladığı an. (Soner Yıldırım)
The Tenant (Roman Polanski, 1976)
Roman Polanski’nin Apartman Üçlemesi’nin son filmi The Tenant; bireyin kendi benliğinden uzaklaşarak şizofreninin esiri olmasını işleyen müthiş bir psikolojik gerilim. Polanski’nin harikulade oyunculuğuyla da göz doldurduğu filmin odağında ne adını, ne memleketini ne de ne iş yaptığını bildiğimiz Trelkovksy bulunur: Öyle bir adamdır ki Trelkovksy, sadece kendine sunulanla yetinir, arzularını hiçe sayar. Kahve ister sıcak çikolata gelir, Gauloises ister önüne Marlboro getirilir. Bunların hepsini kanıksanmış bir sessizlikle kabul etmesi, kendini kendi kimliğinden iyice dışlamasını ve çevresinin, ondan olmasını beklediği kişiye dönüşmesi sürecini de beraberinde getirir. Böylece kendi hayatındaki etkinliğini kaybeder, toplumun rol model bellediği kişi oluverir.
Trelkovksy’nin kimlik bölünmelerinin, aidiyetsizlik ve ötekiliğin sancılarının özenle işlendiği The Tenant; bireyin kendini toplum uğruna hiçe saymasının sonuçlarını alegorik bir anlatımla önümüze seriyor.
En “deli” sahne: Trelkovksy’nin Stella’ya “Bir kişi hangi noktada olduğunu sandığı kişi olmayı bırakır? Diyelim kafamı kestin… ‘Ben ve kafam’ mı derim yoksa ‘ben ve vücudum’ mu? Kafamın kendine ben demeye ne hakkı var?” diye sorduğu sahne.
Twelve Monkeys (Terry Gilliam, 1995)
Birbirinden güzel müzikleriyle izleyeni etki altına alan Twelve Monkeys, geçmiş gelecek ve şimdinin birbirine geçtiği bir Terry Gilliam başyapıtı. İnsanoğlunun bir virüsle yok edileceğinin öğrenilmesi üzerine geçmişe yolculuk yapılmasını konu alan film, gelecekle savaşımı işlerken akılda kaderin değiştirilip değiştirilemeyeceği gibi sorular bırakıyor.
Sisteme yönelik derin analizler barındıran Twelve Monkeys; delilikle gerçeğin iç içe geçtiği, insanoğlunun yeryüzündeki şiddeti, yarattığı kaos üzerine eleştiriler getiren hikaye odaklı bir bilimkurgu. Brad Pitt’in göz dolduran oyunculuğunun da altını çizmeden geçmeyelim.
En “deli” sahne: Bruce Willis’in canlandırdığı James Cole’un yaşadıklarının gerçek mi yoksa hayal mi olduğunun ayırdına varamadığı sahne.
What Ever Happened to Baby Jane? (Robert Aldrich, 1962)
Bir zamanların iki büyük sinema starı Blanche ve Jane orta yaşlarını geride bırakmanın eşiğinde, aynı evde yaşayan kız kardeşlerdir. Ancak aralarında kökü çocukluk yıllarına kadar inen büyük bir husumet vardır. Daha küçücük yaşında babasıyla birlikte hazırladıkları vodvillerle ailenin göz bebeği olmayı başaran Baby Jane ününü ve aile içindeki konumunu genç kızlık yıllarında ülke çapında bir aktriste dönüşen ablası Blanche’e kaptırır. Etraflarındaki insanlar üzerindeki rolleri sürekli olarak değişen ikilinin hayatlarındaki asıl kırılma trajik bir trafik kazasıyla olur. Blanche bu kazadan sonra tekerlekli sandalyeye mahkum kalır, kazanın zanlısı durumundaki Jane ise hayatı boyunca ona bakmakla yükümlü hissetmektedir. Lakin hırsın ve çocukça bir kıskançlığın yön verdiği bitmek bilmeyen rekabetleri, Baby Jane’in akıl sağlığını; kardeşinin merhametine muhtaç yaşayan Blache’in ise hayatını tehdit etmektedir.
Karakterlerini ardı arkası kesilmeyecek bir ego iflasına maruz bırakan filme, kaybetme duygusunun ve vicdan azabının tetiklediği müthiş bir gerilim hakimdir. Klasik Hollywood’un iki dev ismi Joan Crowford ve Bette Davis ikilisinin karşılıklı olarak döktürdükleri What Ever Happened to Baby Jane? (1962), etkisi yıllarla ölçülemeyecek kadar ölümsüz, dört başı mamur bir sinema klasiği.
En “deli” sahne: Blanche’in, kardeşinin odasına getirdiği öğlen yemeği tabağında çok sevdiği muhabbet kuşunun ölüsünü gördüğü an. (Soner Yıldırım)
kusurlu bir giriş yazısı. hastaların, 4 duvar arasına kapatıldığını ve ilaçlara boğulduğunu söylemek, bu yönde bir algı oluşturmak yanlış. Bu şekilde bir söylem tedavi olmak isteyenleri, yakınlarını vazgeçirebilir. Onlar üzerinde korku oluşturabilir. Bilgiden uzaklaşmayalım.