Dünyanın her yerinde olandan : Arkadaşlarla çıkılmış, içki biraz fazla kaçırılmış, birilerine girişilmiş, gece karakolda sonlanmış. Bu gece hanımla çocuk evde bekliyor, kızın da yaşgünü. “Ya bırakın bakın geç oldu, kız uyuyacak hediyesini veremeyeceğim! Ya tamam anlattım işte bırakın! Bırakın lan!” Ne olacak en fazla, bir gece nezaret, belki ertesi gün mahkeme, tazminat mı öpüşüp barışılır mı neyse ne işte, hayat devam edecek.
Etmiyor.
Dışarısı yağmur. Mor şemsiyeli bir adam. Tanımıyorum, başım dönüyor zaten. Karanlık, rüzgar esiyor. Meğer on beş yıl boyunca göreceğim son açık hava. Mor şemsiyeli adam, başım fırıl fırıl.. Sonra bir oda. Günlerce, yıllarca o oda. Her gün aynı yemek.
Ölemiyorum da. Buradan çıkacağım.
…
Bana canlı bir şey getir. Kaynatma bile, canlı olsun. Sağol Mi-do… Ne güzel isim. Ne güzel kız. Ne güzel kadın. Kadın!
O kadar zaman neden o odadaydım? Bu konuşan kim? Bu resim? Mezunlar derneği, kütüphane. P-64 : Çatı katı olmalı. Woo-jin. Adi herif!
…
“Woojin nolur! Lütfen yalvarıyorum bak secde ediyorum sana! Bundan sonra sözünden hiç çıkmam, ne istersen yaparım! Köpeğinim bak hav hav! Hav! Anlatma ne olursun ne istersen yaparım! Dur ayakkabılarını yalayacağım, temizleyeyim. Kölen olurum, hiç ayağa kalkmam! Söylememeliydim tamam. Woo-jin ne olur anlatma. Hiç konuşmam bundan sonra! Dur dilim bak dur…”
Belki de yükseldiği kültürden mütevellit, Güney Kore Sineması izleyiciye beyazperdeler arkasından şu metni okur gibidir: “Nihayetinde insana dair kaç hikaye var ki? İnsan doğar, yaşar, ölür. Bir tekliktir mevzubahis, arada olanların hepsi bir öze kapı açar. O doğmakla ölmek arasında insan aşık olur, emelleri olur, öfkelenir, sevinir, üzülür. Hikayelerin zamanı mekanı çeşit çeşittir, insanın acısı, aşkı, öfkesiyse tanıdık.
İnsan olmanın kıymetini bilmek, anlatmak, dinlemek, görmek lazım. Hayat da biz de geçiciyken, hikayelerin kıymetini bilmek.” **
Bir Manga yani Japon çizgiromanından uyarlanan Old Boy, temelinde naif, saf bir aşkın uğradığı haksızlık üzerine örülen bir kader ağları hikayesi. Bir sırrın peşinde ilerleyen kahramanın kendisini lanetleyen üst güce kadar varışını, orada öğrendikleri karşısındaki yıkılışını doğrusal bir olay örgüsüyle beyazperdeye taşıyan yönetmen Chan-Wook Park, aynı zamanda kadim bir tragedya eseri ile paralellik kuruyor.
Tarihin en eski tragedya yazarlarından Sofokles ‘in oyunu Kral Oedipus, Tanrılar tarafından lanetlenen bir adamın, kaderinden kaçarken zafer gibi görünen bir felakete yol alışının hikayesidir. “Sabah dört, öğlen iki, akşam ise üç ayaklı olan yaratık hangisidir?” “İnsan.” (Bebeklik – yetişkinlik – yaşlılık) Oedipus kimsenin bulamadığı bu cevapla canavar Sfenks ‘i yener. Ülkenin yeni kralı, dul kraliçenin yeni kocası olur, yani annesinin. Gerçeği öğrendiğinde uğradığı gazaba dayanamaz ve gözlerini kendi elleriyle kör eder.
Sofokles ‘in oyunu sadece en ünlü trajedilerden biri değil, aynı zamanda türün kurallarını ilk ortaya koyanlardan biridir de: Kahraman ne yaparsa yapsın kendisini bekleyen sondan kurtulamayacaktır, kader her şeyin üzerinde olmalıdır. Kahraman hikaye ilerledikçe daha yüksek bir bilinç düzeyine doğru evrilmelidir, daha farkında olmalıdır. Bu yolculuğuna karşın, hikaye dehşete uğratıcı bir nihayete ermelidir. Seyirci karakterin çektiği acıyı ruhunda hissedebilmelidir.
2003 yılının Güney Koresi ‘ndeki Oedipus, yani Oh Dae-Su (okunuşuyla Odisu) da karakoldaki gecesinde serkeş ve kontrolsüzdür. Sarhoşluğu, kader çarklarının azameti karşısındaki bilinçsizliğini temsil eder. O gece götürüldüğü odada geçen on beş yıl boyunca duyduğu tek insan sesi televizyondan gelir. Karısının öldüğünü de televizyondan öğrenir, kızının akıbetini bilmez. İntiharı denemekten vazgeçtiği gün bunların sebebini öğrenmeye ve intikam almaya karar verir. Çıktığında artık sakin, ne istediğini bilen, öfkeli fakat ihtiyarlamış bir delikanlı ‘dır.
İlerler de. Kötü adamları cezalandırır, aşık bile olur. Aşık olduğu, seviştiği genç bakirenin öz kızı olduğunu öğrenmesi de beraberinde gelir. Oh Dae-Su ‘nun o odadan çıkması, intikam peşinde koşarken yapacakları, hatta düşünecekleri bile bir binanın en üst katındaki birilerince planlanmıştır meğer. Her şey önemini kaybeder, ne kararlılığı ne de öfkesi kalır, yeter ki kızı öğrenmesin. Kahraman, esaretine kadar oradan oraya zıplayan, sarhoş olunca iyice saçmalayan zıpır bir maymun, sonraki on beş sene bir kafeste köstebek -hatta belki bir sürüngen- ve en son da dört ayağı üstünde çaresizce havlayan bir köpek olur. Bu gazabın sürmesine dayanamayacağını bildiği için kendi elleriyle dilini keser. Kendi etini, tanrısı haline gelen Woo-jin ‘e kurban eder.
Güney Kore sineması, geniş bir yapıt yelpazesi içinde, tıpkı Oedipus Kompleksi Teoreminin babası Freud ‘un yaklaşımını andırırcasına insanın en temel duygudurumlarına büyük bir merak ve temelcilikle yaklaşır. İnsanı tüm çıplaklığıyla, en derinlere nüfuz etmekten çekinmeyen bir bakışın arkasından görür, hikayelerinin lezzetini tabiri caizse anatomik bir anlatıyla alırız. Sözgelimi Old Boy seyircinin en ilkel duygularını doyururken, şiddet, seks, kan, ve hatta self-mutilasyon, canlı hayvan yemek gibi ekstrem öğeleri çekinmeden gözler önüne sererken dahi insan merkezlidir. Oh Dae Su ‘nun hikayesi, filmin de gönderme yaptığı Monte Kristo Kontu ‘nun hikayesini andırır: Bilmemesi gereken bir şey öğrenen genç adamın, hayat onu beklerken uğradığı ihanet, yıllar süren mahkumiyeti ve gerçeği arayışı. Fakat Dumas ‘nın romanında ve uyarlanan filmlerde insan öğesinin önünde terimler vardır: Adaletsizlik, entrikalar, aşk, hayal kırıklığı. Tünelin sonundaki ışığı ararken, arayan ile izleyici arasına “edeb’i” bir mesafe konmuştur, alınan tat bir büyüğümüzden eski bir destanı dinlemeye benzer. Aynı arayış, Old Boy ‘da ise bir nevi psikanaliz gibidir, içeriye, daha içeriye, üzerine inşa edilen ne varsa hepsini kaldırıp en derindeki gerçek, öz ne ise onu bulmak. Burada bu gerçek, aşktır, hem de Oh Dae-Su ‘ya değil yukarılardan tüm bunları yöneten, onu mahveden Woo-jin ‘e ait, saf bir aşk. 21. Yüzyılın Güney Koreli Oedipus ‘u, aşkı yok ettiği için lanetlenmiştir.
“Aşkın kimi nasıl bulacağı belli olmaz” deyişi, insana hayatın tatlı, çarpıcı sürprizlerle dolu olduğunu çağrıştırır. Gün gelip içimizde kelebekler uçuştuğunda bu sözü hatırlarız, yüzümüze bir gülümseme yayılacaktır, değil mi? Hiç beklemediğimiz bir yerde, bir zamanda. Belki de aynı evde, birlikte büyüdüğümüz öz kardeşimiz, kimbilir. Aşk bu, nerede nasıl vuracağı belli olmaz.
Bunu o kadar insan içinde kimse anlayamaz. İki genç aşığın gittiği bir okulda yüzlerce öğrenci vardır. Bir kez duyulursa, o hissedilen kuvvet dolu, tutkulu, saf şey o iki insanın hiç görmediği yüzlerce ağza malzeme olur, omurgalara yerleşik dizginsiz egoların soytarısına döner. Ezer sahibini, büzüştürür, haysiyet, umut, hayal bırakmaz, yıkıp geçer. Ne hissetmek ayıptır ne de seçilerek yaşanmıştır bu aşk, ama hayata mal olabilir. Aşk “Bunu yapamayız” denilerek, kederlere gark ederek bitmez, incecik bir fidanın üzerine asit döküp onu parçalarcasına biter, iki tarafı da bitirerek.
Gençlikle dolu pür bir sevginin filizlendiği kozada muhafaza edilmesinin imkansızlığı, dışarıyla temas ettiği saniye kirlenmeye başlaması ve bu gerçek karşısında insan yaşamının ne de küçücük, ne de kıymetsiz kaldığı Old Boy ‘da sadece anlatılmaz, izleyiciyi duvardan duvara çarparak anlatılır. Tarumar olmuş halde, Oh Dae-Su ‘ya tüm bu acıyı reva gören Woo-jin ‘in yaşadıklarını anlarız, anlamaya başlarız. Oh Dae-Su onları sınıfta gördüğünde kardeş olduklarını bilmez, sadece kızı tanır. Arkadaşına bunu “Aman kimseye anlatma” diye anlatmıştır, yani tüm okulun duyacağını garantileyerek. Kızın ismi çıkar, kaygıları o denli büyür ki hamile olduğu sanrısına kapılır. Çareyi ölümde bulur.
Acımız artık Woo-jin için. Woo-jin ‘in ellerinden kayıp giden biricik kızkardeşi, tek aşkı için. Kendini baraj sularına bırakırken “Ben hiç pişman olmadım, hep mutlu oldum seninle Woo-jin. Beni unutma, olur mu?” diyen 17 yaşındaki kız çocuğu için. Bu kadarı da bir insana fazla. Bu acı, bu yitirme, o kadar da olmamalı.
Ama hikayeler insan için, aşk insan için. Değil mi? Herşey insan için değil mi?
* Gripin, Boşver şarkısından. Filmi izledikten sonra şarkının dinlenmesi önerilir.
**Plato Film Okulu, Senaryo Yazımı ders notlarından
Woo jin’in kız kardeşiyle olan ilişkisi nasıl saf ve pür olabiliyor?! Umarım ben anlayamadım bu yazıyı