Ingmar Bergman, 2011 yılında gerçekleşen 61. Berlin Film Festivali’ne özel bir retrospektifle detaylı bir şekilde anılmış, bizler de bu sayede usta yönetmenin kariyerinin en parlak dönemini seçmenin ne kadar zor olduğunu yeniden hatırlamıştık. Tam da bu güzel kafa karışıklığı içerisindeyken yönetmenin filmografisine yeniden bakıyor ve her ne kadar 50’lerin sonundaki ve 60’lardaki başyapıtları öne çıksa da Bergman’ın gerçek anlamda yıldız bir yönetmene dönüştüğü 70’li yılları en parlak dönemi olarak görüyorum.
30. İstanbul Film Festivali’nde özel bir bölümle İstanbullu sinemaseverlerle yeniden buluşmuş olan 1978 yapımı Autumn Sonata, Bergman’ın tam da bu bahsettiğim döneme ait en etkileyici filmlerinden biri olarak kendini göstermekte. Yönetmenin vazgeçilmez oyuncularından Liv Ullman’ın İngrid Bergman ile başrollerde olduğu filmde, bir anne-kız ekseninde klasik Bergman temalarından ”sevgisizlik” işlenmektedir.
“Bir kadın, ailesine ne kadar yabancılaşabilir?”
“Bir anne, çocuğunun psikolojisini ne kadar bozabilir?”
Bu sorulara, durumu insani boyutundan çıkarmadan fakat insanın içinde ince bir sızı bırakmayı da ihmal etmeden yanıt verilen filmde mesleğindeki mükemmelliyetçiliği nedeniyle çocuklarıyla neredeyse hiç ilgilenmemiş olan Charlotte (Ingrid Bergman),sanatını her daim ailesinin önünde tutmuş bir piyano sanatçısı olarak karşımıza çıkmaktadır. Yedi yıldır görmediği kızı Eva’nın (Liv Ullmann) daveti üzerine onu ziyarete gider. Eva müzikte asla annesi kadar başarılı olamamıştır. Charlotte ve Eva önce coşkulu bir özlemle hasretlerini dindirmeye çalışırlar. Sonrasında ise anne kızın, ilişkilerini sorgulayarak eteklerindeki bütün taşları döktükleri bir geceye şahit oluruz.
Gücünü iyi çizilmiş karakterlerin oyunculuklarından ve diyaloglarından alan, görünüşte oldukça sade, içerikte ise olabildiğince derin bir film olan Autumn Sonata girizgâhta bahsi geçen iki temel karakter Eva ve Charlotte üzerine inşa edilmiştir.
İzleyici olarak önceleri Eva’ya üzülsek de asıl acınası durumda olanın Charlotte olduğunu fark ederiz. Filmin başında tam bir bencil olarak karşımıza çıkan, kendisini ve sanatını her şeyin üstünde tutan; sevme, şefkat gösterme becerisinden yoksun bir anne, kocasını aldatacak kadar sadakat yoksunu zayıf bir kadındır Charlotte. Varlığıyla kızı Eva’yı tam anlamıyla ezmiş, onu silikleştirip, yok etmiştir. Filmin sonlarına doğru, Eva’nın artık içindeki her şeyi döktüğü, tüm yanlışlarını annesinin yüzüne vurduğu sahnede, aslında Charlotte’nin de mutlu bir çocukluk geçirmediğini görürüz. O da ebeveynleriyle mesafeli, sorunlu bir çocukluk geçirmiştir. Nasıl sevilir, bilmemektedir. Karşımızda iki yalnız kadın vardır. Kızından af diler, her şeyi düzeltmek istediğini söyler ve açıkçası bencilliğine, samimiyetsizliğine dair açık ipuçları yakalamamıza rağmen hatasını anladığına bizi inandıran Charlotte son tren sahnesinde, menajeri Paul’e hasta olan diğer kızı ile ilgili söylediği sözlerle, deyim yerindeyse ağzımızı açık bırakır.
Eva’ya gelecek olursak hayatı boyunca annesinin sevgisine, ilgisine aç yaşamış; bazen bunlardan tamamen yoksun kalmış, bazen de annesi tarafından hastalıklı bir ilgi ve şefkatle sarmalanmış, çocukluğunu hatta muhtemelen tüm hayatını annesinin gözüne girebilme çabasıyla geçirmiş, ama yaptığı hiçbir şey annesi için yeterli olmamış, yani annesi hayatta olmasına rağmen annesizlik çekmiş bir kadındır. Eva çocuk sahibi olmak istemeyen bir kadının kızı olma şanssızlığını yaşarken Charlotte ise hiç istemediği halde toplumun aile kurma baskısı sonucu kendi istediği hayatı yaşayamayan bir kadın olmuştur.
Autumn Sonata‘da anlatılan olaylarla birlikte evliliğin de, ebeveyn olmanın da herkesin harcı olmadığı bir kez daha tüm çıplaklığı ve çarpıcılığıyla karşımıza çıkarken muazzam güzellikteki oyunculukları ile de kendine hayran bırakır bu başyapıt.