34. İstanbul Film Festivali, filmseverleri yepyeni filmlerle buluşturmaya devam ederken An Education (2009) ve One Day (2011) filmlerinden tanıdığımız Lone Scherfig, “Dünya Festivallerinden” kategorisi altında gösterilen yeni filmi The Riot Club (Taşkınlar Kulübü – 2014) ile kalplerimizi özlediğimiz türden attırmayı başaran bir drama ve kaçırılmayacak oyunculuklarla sevenlerinin karşısına çıkıyor.
Laura Wade’in Posh isimli oyunundan uyarlanan film, halen Oxford’da geleneğini sürdürdüğü söylentileri olan kalburüstü bir özel erkek öğrenci kulübüne ve bu kulüp üyelerinin bir araya geldiği bir akşam yemeğine odaklanıyor. Film, pek çoğumuzun bilinçaltına işlenen sınıf farkı sorunsalını merkezine alırken, ilerledikçe filmdeki karakterlerle ilgili başta yaratılan dünyaya hayranlığımız da sorgulanıyor. Oxford’a yeni başlamış öğrenciler Miles ve Alistair’ın, okulun meşhur gizli cemiyeti Taşkınlar Kulübü’ne kabul edilmesiyle başlayan olay örgüsü ile The Riot Club, bir sınıfa ait olma ve kabul görülme kavramlarının insan davranışlarını ne kadar farklı boyutlarda etkileyebileceğini gözler önüne seren bir drama. Kulüp üyeliğine aday gösterilme ve kabul aşamasında yaşanan absürd olaylar izleyiciye aradığı heyecanı sunarken, bu deli dolu gençlerin hoyratlıkları bile bize yer yer eğlenceli, hatta çekici geliyor. Ne zaman ki Açlık Oyunları’ndan tanıdığımız Sam Claflin’in canlandırdığı hırslı ancak kendine güvensiz Alistair’in, zarif ve ince ruhlu Miles ile giriştiği kişisel rekabet kulüp içinde birbirine üstün gelme kavgasından bambaşka noktalara gidiyor; işte o zaman keyifle başlayan filmdeki ilk kırılma noktasını da yaşıyoruz.
Bu arada filmde aristokrat sınıfına ait zengin ve şımarık çocukların dünyasına dair birkaç klişe de hiç sırıtmadan kendine yer bulurken, normal şartlarda yapılmaya veya dile getirilmeye cesaret edilmeyen ne varsa kulüp üyelerinin bir araya geldiği bu akşam yemeğinde güç ve paranın da etkisiyle su yüzüne çıkıyor. Akşam yemeğinin bir masa çevresinde, tek bir mekânda geçmesinin yarattığı klostrofobik etki, sosyal sınıf farklılığına atıfta bulunan tiratlar eşliğinde artan şiddet ile de birleşince izleyici olarak kendimizi çaresiz hissetmemiz işten bile değil… Ardından bir bakıyoruz filmin başlarında hayranlık uyandıran, bu büyüleyici “Taşkınlar Kulübü” üyelerini film ilerledikçe dehşet içinde, soluksuz izlemekteyiz.
Lone Scherfig, hiçbir zaman eskimeyecek olan sosyal sınıf ayrımı konusu üzerine bu etkileyici hikâye ve oyuncuların görkemli performansı ile beklentileri fazlasıyla karşılayan sağlam bir film ortaya koymuş. Hepsi birbirinden yetenekli ve genç oyunculardan oluşan muhteşem kadronun da filmin bu başarısındaki payı yadsınamaz. Özellikle yine festival kapsamında Pride’da (2014) da izleme fırsatı bulduğumuz Ben Schnetzer ve Freddie Fox, burada kulübün dominant üyeleri olarak hayli güçlü performans göstermekteler. Diğer taraftan akıllarda yer edinmeyi başaran görsellik ise An Education ve One Day’de olduğu gibi her sekansta bizi alıp hikâyenin ta içine doğru sürüklüyor ve son tahlilde elimiz kolumuz bağlı, sıkıntı içinde ama aynı zamanda iyi bir film izlemenin mutluluğuyla sinema salonundan çıkıyoruz. The Riot Club, korkutuculuğuna rağmen cazipliğinin etkisinde kalıp kulübe katılmaktan geri durmayan Miles gibi bizi de film biterken karmaşık duygular içinde bırakıyor.