“Kelimenin tam anlamıyla bir fotoğrafçı; dünyayı ışık ve gölgeyle yaratan kişidir.”
The Salt of the Earth‘ün (2014) yönetmenlerinden Wim Wenders, filmin girişinde bir fotoğrafçıyı işte böyle tanımlar.
Sebastião Salgado, son 40 yıldır kıtalararası gezerek, adeta adım adım, değişen insanlığı fotoğraflamış bir sanatçıdır. Yakın tarihimizin açlık, uluslararası anlaşmazlıklar ve göç gibi birçok önemli olayına tanıklık etmiş ve projeleriyle tüm dünyaya bu gerçekleri duyurmuştur. Wim Wenders ile tanışmaları ise ilk olarak, Wenders’ın bundan 20 küsur yıl önce Salgado’nun bir fotoğrafından etkilenmesi ile olur. Wenders’ı gördüğü manzara karşısında fotoğrafın yaratıcısını öğrenmeye iten şey, bu kişinin büyük bir fotoğrafçı ve maceracı olduğunu düşünmesidir. “Fotoğrafın arkasında bir imza vardı: Sebastião Salgado. Fotoğrafı hemen aldım. Galerici çekmeceden aynı fotoğrafçıya ait başka fotoğraflar da çıkardı. Gördüklerim beni çok derinden etkilemişti. Özellikle de kör bir Tuareg kadınının portresi… O günden beri çalışma masamın üzerinde duran bu fotoğraf hâlâ her baktığımda beni gözyaşlarına boğar.Salgado bir fotoğrafçıdan çok daha fazlasıdır. O insanları gerçekten önemsemiş sosyal bir fotoğrafçıdır. Sonuçta tüm insanlar toprağın tuzudur.”
The Salt of the Earth, Sebastião Salgado’nun çok küçük yaşlarda babasının maceraperest projelerine uzaktan da olsa tanıklık etmiş olan ve büyüdüğünde babasının çalışmalarını filmleştirmek isteyen oğlu Juliano’nun fikridir. Wenders ile bu projedeki yolları ise, Wenders’ın fotoğraf merakı nedeniyle konuk olduğu Paris’teki evlerinde, Salgadoların bu projede onlara eşlik etmesini teklif etmeleri ile kesişir. Bu birliktelikle 40 yılı aşkın süredir yürüttükleri projeleri kronolojik olarak sundukları, Oscar’a aday bir film çıkarırlar ortaya.
Brezilya’daki askeri rejim nedeniyle eşiyle birlikte pek çok sanatçının yaptığı gibi Avrupa’ya taşınmak zorunda kalan Salgado, fotoğrafa başladığında ilk olarak Güney Amerika’ya, Brezilya’ya yakın topraklara gider. Burada çektiği fotoğraflar eşi Leila ile birlikte hazırladıkları ilk foto-kitabına konu olur: The Other Americas (Diğer Amerika’lar). Sonrasında ise “The Sahel, End of the Road”, “Workers” ve “Exodus” gelir. Bu kitaplar için pek çok insanlık sorunuyla yüzleşen Salgado, adeta psikolojik olarak hastalanmıştır.
Exodus’tan sonra insanlığın kurtuluşuna olan inancını tamamen yitiren Salgado, bir süreliğine ailesiyle birlikte, doğduğu topraklara Brezilya’ya döner. Fakat gördüğü manzara karşısında şaşkındır. Babasının yağmur ormanları içindeki çiftliği, kuraklık ve erozyonla mücadele etmektedir. Bu durum, karısı Leila önderliğinde yeni bir projeye daha başlamalarını sağlar : Instituto Terra. Şimdilerde burası, 200 binden fazla bitki türünün yaşadığı, vahşi yaşamın geri döndüğü ve Salgadoların mülkiyetini kamuya bağışladıkları bir alan hâline gelmiştir. Instituto Terra’daki başarılı sonuçlar, Salgado’nun en pozitif projesi olan “Genesis”e ilham veren ve onu daha önce hiç adım atmadığı bir alan olan doğa fotoğrafçılığına yöneltir. Genesis, birlikte çalıştıkları oğlu Juliano için de muhteşem bir deneyim olur.
The Salt of the Earth’de Salgado’nun siyah-beyaz dünyasına, tartışmasız muazzam fotografik projelerine tanıklık ediyoruz. Film boyunca bizlere Fransızca seslenen Salgado’ya ek olarak, Wenders’ın ve oğlu Juliano’nun anlatımlarına İngilizce olarak yer veriliyor…
Eğer, Wim Wenders’ın sıra dışı bir dans koreografı olan ve Alman dans tiyatrosu akımının öncülerinden Pina Bausch’un hayatını belgesel olarak çektiği filmi Pina’yı (2011) izlediyseniz, The Salt of the Earth’ün benzer kıvamda yalın ve etkileyici kurgusunu tahmin edebilirsiniz. Bu hikâyeyi festivalde izleyemediyseniz, izlenecek filmler listenize eklemenizi tavsiye ederim.
Salgado’nun projelerine konu olan bazı fotoğraflar ve filmin kamera arkası görüntülerinden derlenmiş küçük bir galeri sizleri bekliyor…