Bu gezi 22-23 Kasım 2014’te gerçekleşse de notlarımı ancak yazıya aktarabiliyorum. Bahaneler sınırsız ama geç olsun, güç olmasın. Umarım kısa sürede yazıyı bitiririm, daha da önemlisi benim o 2 günden aldığım keyifin birazını bu yazıya da aktarabilirim. Bir Eylül günüydü, şirkette Deniz ile konuşurken konu “Nereye gitsek?”e geldi ve Mardin’de karar kıldık. O akşam gezi grubuna ilk öneriyi attım ve daha 1 gün geçmeden 16 kişiye ulaştık! Hemen uçak, otel ve hatta servis rezervasyonları yapıldı. Urfa’ya 10 kişi gitmiştik ve 2 arabaya zor sığmıştık. Bu yüzden servis ayarlamak hem maddi hem de konfor yönünden daha mantıklı geldi. Biz bu planları kabaca hazırladığımızda daha geziye 3 ay vardı. 🙂
Gel zaman, git zaman, IŞİD sağ olsun, Güneydoğu bölgemiz yine karışmaya başladı. Sadece anne-babalar değil, biz bile şüpheye düşmeye başladık. “Bir şey olur mu acaba? Yerli olmadığımız gün gibi belli olacak, dikkat çekmez miyiz?” Velhasıl, kısa bir bocalamadan sonra geziye gitmeye karar verdik ama içimizden cayanlar oldu, birkaç da yeni kişi katıldı.
Böylece 13 kişi, 22 Kasım Cumartesi sabahı, saat 7 olmadan Sabiha Gökçen’de buluştuk. Uçağa binmemle tanıdık yüzler görmem bir oldu. İlk önce uykudan hayal gördüğümü zannettim ama onlar da bana selam verince gerçek olduğu açığa çıktı. İTÜ Makine’deki güzide kulübüm EPGİK’ten 4-5 kişi ve arkadaşları uçakta 2-3 sırayı kapatmışlardı. Mardin’de konuşmak üzere selamlaşıp arkaya ilerledim. Biraz uyku, biraz kitap derken 2 saat sonra Mardin Havaalanı’na indik.
Artık aşina olduğum üzere, diğer Anadolu kentlerinin başka bir kopyası olan havaalanına ayak bastığımızda hava gayet iyiydi. Havaalanı mimarisi hakkındaki yakınmalarımı önceki gezi yazılarımdan okuyabilirsiniz. 🙂 Yerde grubu toplarken ben EPGİK’li arkadaşlarla konuştum. Harıl harıl Anadolu’yu gezdiğimi bildiklerinden rotamızı sordular. Bu sefer şahsi takılmayacağımızı söyledikten sonra ayrıldık, nasılsa 2 gün içinde bolca karşılaşacaktık. Havaalanı çıkış kapısında şoförümüz Ömer bizi karşıladı. 16 kişilik Mercedes Splinter’e 13 kişi bir güzel yayılarak yolculuğa başladık. Önce ayaküstü kahvaltı etmek için Mardin içinde bir yerde durduk. Bir kahveye girip isteyenlere tost yaptırdık. Bir simitçi çocuk da elindekilerinin hepsini bize satarak günü sabahtan kapadı 🙂 Güneye doğru yol alırken biraz tırsmadım değil. Annemin haftada bir “Napıcan Mardin’de oğlum?” sezlenişlerine verdiğim tek vaat, Nusaybin’e asla gitmeyeceğimizin sözüydü ve şimdi Nusaybin yolundaydık.
Neyse ki 8 km sonra Oğuz köyünde durduk. Bu köyde yer alan Dara Antik Kenti, 5. yüzyılda Romalılar tarafından bir ordugâh olarak kurulmuş ve mimari yapısıyla ilgi çekiyor. Taştan yapıları kayaların içine oyulmuş ve sanki şehir, tamamen kaya içine inşa edilmiş gibi. Zaten esas kalıntılar yer altındaymış ama o anda elektrikler kesik olduğundan buraya inemedik. Oğuz Köyü’nde ayrıca Mezopotamya’nın ilk barajının ve sulama sisteminin kalıntıları da yer almakta. Biz burayı gezerken yerel çocuklar bayağı çevremize üşüştü. 🙂
Sonraki durağımız Deyrulzafayan Manastırı’ydı. Mardin’de Suryani azınlığın yaşadığını bilmekte ve okumaktaydım ama hiç merak edip de araştırma yapmamıştım. Farklı inanç türlerine ve tarihlerine olan merağım beni nedense mezhepleri araştırmaya itmedi. Hâlbuki her mezhep kendi içinde farklı bir din resmen ve bu husus tüm semavi dinler için geçerli. Bunu bilhassa geçen ay (Şubat 2015) katıldığım Ahmet Faik Özbilge’nin Ayvansaray-Balat-Fener turunda daha iyi kavradım. Bu turda Katolik, Ermeni, Bulgar ve Ortodoks kiliselerini ziyaret ederken Özbilge’nin de güzel açıklamalarıyla aralarındaki fark daha belirginleşti gözümde. Hem Deyrulzafayan’daki ve ertesi gün ziyaret ettiğimiz Mor Gabriel Manastırı’ndaki detaylı açıklamalar sayesinde hem de döndükten sonra yaptığım araştırmalar aracılığıyla Süryaniler hakkında az da olsa bilgi edinebildim.
Manastıra vardığımızda kara bulutlar gökyüzünü kaplamaya başlamıştı. Bunun verdiği serinlik, servisten iner inmez çarptı hemen. Daha gişeye ödeme yaparken yağmur, ilk damlalarını düşürmeye başlamıştı. Bahçeden manastırın ana binasına tırmanırken bir taraftan da Mardin Ovası’nın engin düzlüğünü gözlemledik. İlk medeniyetin (en azından varlığı kanıtlanan) bu topraklarda gelişmesi gayet de mantıklı geliyor, Mezopotamya’nın düzlüklerini çıplak gözlerle görünce. Ana kapıda bizi bir rehber karşıladı, kendisinin verdiği bilgiler oldukça doyurucuydu. Çoğunlukla onun aktardıklarına kendi yorumlarımı ekleyerek biraz manastırı gözünüzde canlandırmaya çalışacağım.
Burası aslında 4000 yıllık bir tapınak. İlk önce güneşe tapınanlar burada ufak bir ibadethane inşa etmiş. Bu tapınak hâlâ muhafaza edilmekte ve manastırın bodrum düzeyinde ‘Güneş Tapınağı’ olarak adlandırılmakta. Odanın mimarisi ilginç; batı yönünden girilen odanın tek penceresi doğuya bakmakta. Tarih öncesi inançlar için sabit bir kuraldır; Asya’daki tüm eski tapınakların önemli kapıları/pencereleri doğuya, Amerika’dakilerin (hem güney hem kuzey) de batıya bakar. Bunun sebebi (hâlâ kanıtlanmasa da) Mu kıtasına saygıdan (ve ona tutulan yastan) ötürüdür. Binyıllar geçtikçe sebebi unutulsa da bu geleneğin yakın zamana kadar pagan dinlerinde korunmuş olması ilginçtir. Bilmeyenler için Mu kıtasının insanlığın ilk ortaya çıktığı kıta olduğu, Pasifik Okyanusu’nda yer aldığı ve çok uzun asırlar önce (en az 20-30 bin yıl) battığı rivayet edilir. Odanın tabanı ise hiç harç veya benzeri bir malzeme kullanılmadan yapılmış. Tamamen teknik bir metotla taşların birbirlerini sıkıştırması ve yerçekimine karşı hareketsiz kalması sağlanmış. İnşaat mühendisi olsam daha fazla incelerdim herhâlde. 🙂 Odada güneşin doğumunda ibadet yapıldığı ve güney duvarındaki küçük girintide adak adandığı sanılıyor.
Hrıstiyanların Antakya’dan sonra ikinci kiliseyi burada kurdukları rivayet ediliyor. Neticede 5. yüzyılda bugünkü manastırın ilk yapıları inşa ediliyor ve günüzümüze kadar önemli bir manastır olarak hizmet veriyor. Süryaniler, Hz. İsa’nın da konuştuğu Aramca’nın günümüzdeki hâli Süryanice’yi konuşan Hrıstiyan bir azınlık. Aramilerden, Asurlulardan veya tüm Mezopotamya halklarının toplamından geldikleri rivayet ediliyor. Hrıstiyanlığın Doğu Mezhepleri’nden biri olarak süssüz ve şaşaasız bir inanç anlayışları vardır (kiliseleri oldukça sadedir ve çok az ikona bulunur). Deyrulzafayan, bu mezhebin 1116-1932 arasındaki merkezi aynı zamanda. 1932’de ana patriklik Suriye’ye taşınmış. Günüzümüzde Türkiye’de dört Süryani metropolitliği bulunuyor: Mardin (Deyrulzafayan), Midyat (Mor Gabriel), Adıyaman ve İstanbul.
Manastırda ziyaret ettiğimiz ikinci oda, manastır ilk kurulduğunda şifahaneymiş. Bazı köşelerinde bunu hatırlatan izler hâlâ mevcut. Sonradan mezarlığa dönüştürülmüş. Patriklerin bir sandalyeye oturtularak dik bir şekilde gömülmesi ilginç bir ayrıntı. Üçüncü girdiğimiz oda kiliseydi. Burada günde 3 kere ibadet ediliyormuş; 6’da, 12’de ve 17’de. Mor Gabriel’i ziyaret ederken bu üç ibadetin zorunlu (farz) olduğunu öğrendim. Ayrıca isteğe bağlı olarak 4 farklı zamanda da ibadet edilebiliyormuş. Bu odada patriğin oturduğu taht 400 yıllıkmış. Sütunların üzerinde Aramice yazılar vardı ve bunların üstlerindeki vazoların Hz. Davud’a ait olduğu söylendi (sanmıyorum açıkçası.) Girdiğimiz son oda ise Meryem Ana Kilisesi’ydi. Her 15 Ağustos’ta (Meryem Ana Günü) burada vaftizler yapılırmış. Artık kullanılmayan 1500 yıllık bir vaftiz sunağı ve Osmanlı’nın 2. matbaası (ilk Latin harf kullanılan matbaa) bu odada yer alıyor.
Rehberimize teşekkür ederek manastırdan ayrıldık. Yağmur şiddetini iyice attırmıştı. Hızlı adımlarla servise gittik. Bir sonraki durağımız Kasımiye Medresesi’ydi. Artuklular döneminde yapımına başlanmasına rağmen, Moğol istilasıyla yarım kalan inşaat Akkoyunlu devrinde bitirilebilmiş. Artuklular’ın mimarisine sahip olan bu eğitim binası, 1. Dünya Savaşı’na kadar hizmet vermiş. Benim için en ilginç kısmı avlusundaki havuzdu. Yaşam döngüsünü temsil eden bu havuza su, doğumu temsil eden duvardaki bir delikten akıyor. Hemen altındaki en küçük havuz bebekliği, oradan çıkan kısa kanal çocukluğu, genişliği uzunluğuna göre kısa olan havuz gençliği, oradan çıkan uzun kanal yaşlılığı ve en sondaki kare şeklindeki büyük havuz ahireti temsil ediyor. Gelelim kıssadan hisseye 🙂 , bu tasarımla ahiretin yaşama karşı enginliği ve hayatın geçiciliği vurgulanıyor.
Yaklaşık 1 civarında servisimiz bizi Mardin’deki otelimize bıraktı. İnerken sabah 8’de pazar günkü programa başlamak üzere sözleştik. Günün geri kalanını Mardin’de geçirecektik. İlk önce otelimiz olan Erdoba Konağı’na yerleştik. Burası, adı üstünde eski bir konaktan dönüşmüş bir butik otel. Bize tavsiye edilmişti ve hatta 100 TL olarak 3 ay önceden anlaşılmıştı. Sorun şu ki ben bu ücreti oda başı sanırken, meğerse kişi başıymış. Çünkü ben internetten baktığımda 160 TL idi oda başı fiyat ve nasılsa araya tanıdık soktuğumuza göre daha ucuz olmalı diye düşünmüştüm. Meğerse tanıdık kazıklamış bizi 🙂 Demek ki neymiş, işini bilmediğin kişiye bırakmayacakmışsın. Ben bu konu hakkında pazar sabahı yaygara koparsam da sonuç değişmedi. Bu kazığın dışında otel gayet otantik ve güzeldi. Her birinin kapısı dışarıya açılan küçük odalarda kaldık. Bu husus, odanın ısınmasını zorlaştırsa da gayet rahattı. Sonuçta sadece bir gece uyuduk o odada. Odalar direkt Mardin Ovası’na tepeden baksa da havanın kapalılığı manzarayı engelledi.
Yerleştikten 20 dakika sonra kapıda buluşarak Mardin sokaklarına adım attık. Sabah da ciddi bir şey yemediğimizden ilk önce öğle yemeği yedik. Pek fikrimiz olmadığından bulduğumuz ilk yere girdik. Cafe del Mur, cafe-lokanta karışımı bir mekân ama vasat bir işletme. Ben etli ekmek (Konya’daki gibi değil, iki kalın yufka arasına kıyma konulmuş bir tür börek) ve sembüsek (bir çeşit kapalı lahmacun) aldım. Lezzet ortalamaydı. Oradayken üç seçenek arasından akşam yemeği için yer seçtik ve Bağdadi’ye rezervasyon yaptırdık.
Artık kenti gezmeye hazırdık, önce Ulu Cami’yi gezelim dedik. Ana cadde boyunca yürüdük. Bu cadde, Mardin’in tam merkezinde yer alıyor ve tek yön. Tüm önemli mekânlar bu cadde üzerinde zaten (oteller, idari binalar, bankalar, dükkânlar, müzeler, lokantalar, vs). Arnavut kaldırımlı bu caddede en çok takı ve şarap dükkânına rastlıyorsunuz. Bir Anadolu kentinde bu kadar içki dükkânının olmasını başta biz de garipsedik. Hoşgörüsüne hayran olduğum Antakya’da bile bu kadar aleni değildi. Zaten ertesi gün dinlediğimiz hikâye olayın tamamen turistik yani maddiyata dayalı olduğunu ortaya çıkardı. Mor Gabriel Manastırı, ürettiği şarapları satmak için Midyat’ta dükkân aramaya başlayınca kimse ana caddede yer vermek istememiş. Mecburen ara sokaklarda küçük bir yere açmışlar. Ama dükkân zamanla iş yapmaya başlayınca aynı ana caddede bu sefer Müslümanlar şarap dükkânı açmaya başlamış. O zamandan beri de Mardin ve Midyat’ta şarap dükkânı açmak gayet revaçtaymış. İşin içine para girdi mi her şeyin unutulduğunun başka bir tezahürü.
Ana caddeden Ulu Cami’ye varmak biraz meşakkatli. Dar ve dolambaçlı sokaklarda tabelaları iyi takip etmeniz gerek. 11. yüzyılda Selçuklular tarafından yapımının başlandığı, Artuklular döneminde de bitirildiği rivayet edilmekte. (Mimar Sinan’ınkiler hariç) Çoğu birbirine benzeyen Osmanlı dönemi camilerinden belirgin ölçüde farklı, kendine özgü bir havası var. Avlusundaki şadırvana akan su, Kasımiye Medresesi’nde gördüğümüz Yaşam Döngüsü Havuzu tasarımına sahip. Sanırım bu tasarım Artuklular’a ait. Ayrıca Deniz’in dikkati sayesinde minare üzerinde bir ‘svastika’ya rastladık. Bu konuyu diğer yazıda, Hasankeyf’ten bahsederken açacağım.
Ulu Cami’nin ardından Kırklar Kilisesi’ni ziyaret ettik. Burayı bulmak daha basit ama biraz yürümeniz gerekli. Bir Süryani kilisesi olarak 6. yüzyıla dayanan bir geçmişe sahip. Hrıstiyanlık için özel bir öneme sahip çünkü 3. yüzyılda Roma İmparatoru’na, inancını koruyabilmek adına karşı çıkan ve sonunda sürgün edilip ölümlerine sebebiyet verilen 40 askerin kemikleri burada saklanıyor. Biz kilisenin içine girmedik, kapı kapalıydı, içeriye girmenin serbest olduğunu düşünmemiştik (ama serbestmiş). O yüzden avluda biraz dolaşıp geri döndük.
Bu arada saat dörde geliyordu ve hava kararmak üzereydi. Kasım sonu gelmenin tek dezavantajı burada çıktı. Mardin’in o çok övülen kargacık burgacık özgün sokaklarında kaybolamadık. Hâlbuki bir şehri tanımak, içinde biraz kaybolmak ve yönünü bulmaya çalışırken yeni şeyler keşfetmekten geçer. Dönüşte biraz grubun önünde olunca Sinema Sokağı’na girdim (adı cezbetti 🙂 ). Sokağın ucunda CineMardin vardı, içeride de Annemin Şarkısı oynuyordu. Sinemanın devamında güzel iki sokak vardı, biraz yürüdüm. Ama daha 2-3 dakika olmadan tırstım, sokaklar ıssızdı ve o an yalnızdım. Biri “Sen burada ne arıyorsun?” dese, ki yabancı olduğum her hâlimden belli, bir şey yapamazdım. Ana caddeye geri dönüp bizimkilere katıldım. Ana meydanda yer alan Mardin Müzesi’ne girmek istesek de kapalı olduğunu öğrendik (resterasyondaymış). Şehrin diğer ucundaki Sabancı Müzesi’ne ise gidip gezmek için vakit kalmamıştı. Akşam yemeğine de daha 3 saat olduğundan otele döndük. Yer minderleri ve halılarla kaplı genel odada oturup biraz dinlenip biraz da oyun oynadık.
Yemek vakti yaklaşınca otelden ayrılıp Bağdadi’ye gittik. Bize özel bir oda ayarlamışlardı. Zaten oradaki çoğu mekân, geniş bir salondansa odalardan oluşan bir mimariye sahip. Büyükçe masamızın çevresine 13 kişi oturduk. Ardından şef garson gelip 2 seçenek sundu, fiks menü veya alakart. Fikste karar kılsak da içki konusunda kararsız kaldık. Çünkü içkili fiks menü 100 TL idi, içkisiz 50 TL ve bir şişe şarap 90 TL idi. Birkaç dakika sonra içkili fikse karar verdik, iyi ki de öyle yapmışız. Şarap için, şaşkınlığımıza karşı kadeh yerine tas verdiler. Orta Çağ zamanlarındaki gibiydi, “Hancı! Çabuk tasımı doldur!!!” 🙂 Tastan şarap içmek çok güzel ama bir süre sonra ne kadar içtiğini sayamıyorsun. Şarap ise içtiğim en güzel şaraptı. Mor Gabriel bu ürünü, Bağdadi’ye özel üretiyormuş. Başka yerde satılmıyor, çok denedik bulmayı. O gece 15 şişe şarap açıldı! 11 kişi içtiğimizi düşünürseniz her kişi 1 şişeyi rahat içmiş, fazlasıyla 🙂 Şarabın en güzel özelliği çarpmıyor ve baş ağrısı yapmıyor. O kadar şarabın üzerine gayet rahat bir şekilde otele yürüdük, üstelik herkes sabah 7’de kalktığında gayet dinçti ki 1 şişe şarap içerseniz ertesi gün genelde baş ağrısıyla geçer. 🙂
Gelelim yemeklere… Önce masaya 3 tane 12-14 mezeden oluşan birer meze tabağı geldi ki çok lezizlerdi. Hemen ardından gelen ara sıcaklar (sembüsek, içli köfte, haşlanmış içli köfte) gayet güzeldi ama bu sıralar herkes doymaya başlamıştı. Ertesinde ise ana sıcaklar geldi ortaya ki offff! Güveç, kaburga dolması (içli pilav + tandır) ve Alluciye Kebabı geldi. Güveç ve kaburga güzeldi ama Alluciye efsaneydi. Hayatımda yediğim en iyi kebaplardan biri. İçinde erik var ve o tatlı erik, ete nasıl bir tat veriyorsa bambaşka bir lezzet çıkmış! Osmanlı zamanında meyvalı kebap yapıldığını okumuştum ama bu kadar iyi olabileceği aklıma gelmezdi. Tabii herkes şiştiğinden çoğu et bana kaldı 🙂 Ardından meyve ve kahve ile yemeği sonlandırdık. Arada çalgıcılar da gelip şarkı söylediler ama olmasa da olurdu. Velhasıl o geceki yemek, yaşamımdaki ilk 5’e rahat girer. Tabii sevdiğim insanlarla beraber olmak, muhabbet ve bunun verdiği ekstra keyif de var.
Yemeye ara verince dışarı çıkıp sohbet ediyorduk. O sırada Onur ile tam çaprazdaki künefeciyi gözümüze kestirmiştik. Çıkınca direkt oraya gidip birer künefe yiyecektik. Çoğu arkadaşımız bize deli gözüyle baksa da o künefe yenilecekti 🙂 En son hesabı ödemeden baktığımızda açıktı ama Bağdadi’den bir çıktık ki kapanmış. Nasıl bir hayal kırıklığıydı, anlatamam. Otele biraz bu şekilde ama şarabın verdiği şen şakraklıkla döndük. Duşumu alıp yattığımda oda soğuk olsa da mutluydum…