Ünlü Alman yönetmen Wim Wenders’ın yeni bir film çekmesi, benim için akan suları durduracak kadar mühim, aniden bastıran sağanak yağmur karşısında hissedilen telaş kadar heyecanlı ve tüm zarafetiyle yabani otlar arasında açıvermiş bir çiçeğin yarattığı şaşkınlığa benzer bir tesire haiz. Ne de olsa Wenders, birden çok duyguyu izleyicisine aktarmak konusunda usta bir yönetmen ve Every Thing Will Be Fine (2015) da Der Himmel über Berlin (1987) , Paris, Texas (1984) gibi başyapıtlarıyla kıyaslanacak kadar güçlü olmasa da, kendisine açılan kredinin hakkını veren, seyirlik, dokunaklı, incelikli bir yapım.
Yönetmen minimal bir anlatım tarzını benimserken, Norveçli senarist Bjorn Olaf Johannessen’in de senaryoyu Ernest Hemingway’in Buz Dağı Teorisi’ni hatırlatır bir tavırla kaleme alışı, filmi türlü sinema tekniklerinin kullanıldığı bir deneyimin ötesinde sade, yalın bir hikâye anlatıcılığına yakın bir mesafede konumlandırıyor. Bu anlamda filmin, 3D formatında çekilse de üzerinde çok oynanmadığı, “gerçekliğine” türlü hile hurdanın bulaşmadığı, dolayısıyla da doğallıkla işçiliği aynı potada eritebilen bir çizgide durduğu söylenebilir.
Film, yazar Tomas Eldan’ın (James Franco) yaptığı trafik kazasında bir çocuğun ölümüne sebep olmasından kaynaklanan vicdan azabını merkeze alarak ilerliyor ve on iki yıllık bir süreye yayılarak, izleyicisini Tomas’ın acısının türlü safhasına tanık olmaya çağırıyor. Bu acı üzerinden yaratıcılık, doğru yanlış paradoksu, olgunlaşma, benlik ve kefaret gibi izlekler takip ediliyor.
Film daha ilk dakikasından itibaren felaketin kapıda olduğunun sinyallerini veriyor. Tomas’ın malum, meşum kazadan önce de ikilemlerle dolu bir karakter olduğunu ve bu anlamda kazanın, Tomas’ın bilinçaltına ittiği/yüzleşmekten kaçındığı birtakım hakikatleri su yüzüne çıkaran bir metafor olarak okunabildiğini söylemek mümkün. Bu anlamda kaza zaten “Geliyorum!” diyordu da diyebiliriz. Hatta çoktan meydana geldiği ama Tomas’ın bundan kaçtığı da düşünülebilir.
Kazanın dinamiklerine baktığımız zaman öncelikle bu kazanın Tomas’ın yaşadığı, aşina olduğu yerden uzak; yabancı, kırsal, hatta doğa şartları olarak da zorlayıcı bir yerde ve zamanda vuku bulduğu göze çarpıyor. Her şey Tomas’ın iç dünyasını yansıtır bir surette ıssız ve tekinsiz… Tomas tüm bunlara rağmen arabayı sürmeye, hayatını sürdürmeye devam ediyor. Zaten gönlü, tıpkı bu sahnede altı çizildiği ve daha sonra kendisinin de itiraf edeceği gibi bunu tek başına yapmaktan yana. En azından hayatına Ann (Marie-Josee Croze) girene kadar bu böyle devam ediyor. Tüm bunlar, “Yanlış kişiyle doğru hayat yaşanır mı?” sorusunu da akla getiriyor. Çünkü film ilerledikçe görüyoruz ki Tomas zamanla değişecek, Ann ve kızı Mina’yla (Julia Sarah Stone) bir aile olmayı da öğrenecek derinlikte. Ama her şey Tomas’ın dibe vurduğu gibi yükselebilmesine, o beklenen sıçrayışı yapmasına bağlı. Yaşadığı kaza gibi travmatik bir olay ya da ölümün bizzat kendisi belki de bu süreci tetikleyecek yegâne unsur.
Tomas’ın geride bıraktığı hayata dair hissettiği aidiyetsizlikse Sara’yla (Rachel McAdams) olan ilişkisinde ve kazadan hemen önce telefonda tutuştukları kavgada somutlaşıp, ete kemiğe bürünüyor. Sara’nın zamanla Tomas’ın istemediği “her şeye” dönüştüğü gerçeğini görebilmek mümkün. Öte yandan Tomas’ın içindeki çocuk adam, belli ki yeni bir hayata yelken açmaya cesaret edemeyecek kadar da korkak ve mütereddit. Bu yüzden sürekli Sara’yı öteleyerek bu durumla yüzleşmeyi de erteliyor. Bu noktada her ne kadar filmde Tomas’ın yaratıcılık krizlerinden ziyade – çünkü Tomas’ın mesleği aslında kazanın gölgesinde kalıyor- yaşadığı olaydan duyduğu azabın tasviri yapılsa ve bu azaptan başarılı bir roman çıktığına inanmamız beklenilse de, Tomas’da yaratıcı yazar bunalımına, sanat-hayat ikileminde zikzaklar çizdiğine dair emareler toplanabilir pekâlâ. Filmde editörüyle konuşurken sadece yazar olmak istediğini belirten Tomas, onu “gerçek” dünyaya, evliliğe, çocuk sahibi olmaya çağıran Sara’yla da bu yüzden anlaşamıyor elbette.
Gelelim filmin hem en vurucu hem de en önemli meselesine. Yani madalyonun öteki yüzüne, kazanın örtük anlamına. Tomas’ın yaşadıklarını düz anlamıyla, bir çocuğun ölümüne sebep olmasından kaynaklı vicdan azabı ve bu azaptan kurtulmasının hikâyesi olarak görmek mümkün. Ama ya bu kaza, yazının başında da aktardığım gibi bambaşka açılımlara gebeyse? Ya Christopher (Jack Fulton) ve kardeşi Nicholas’ın, Tomas’ın iki ayrı yüzünü, çift başlılığını yansıttığını ve aslında Tomas’ın bizzat “kendisine”, kendi gerçekliğine çarptığını; bir yanının hayatta kalırken diğer yanının öldüğünü söylersek? Christopher’ın büyüyüşüyle Tomas’ın olgunlaşması arasındaki paralellik de bu durumun en büyük kanıtı. Film bu açılım üzerinden okunduğunda tesirini de arttırıyor son kertede.
Bu anlamda Tomas’ın Christopher’la (Robert Naylor) olan tüm savaşını kendisiyle olan mücadelesinin bir sembolü olarak okumak mümkün.Yani Christopher’ı hayata geri döndürmesi, normal bir birey kılması, Tomas’ın kendi içindeki hayat kaynağını ve ilhamı da bulması demek. Filmin finalindeki kucaklaşma, barış, kendini affediş kadar kendini buluşun da bir göstergesi olabilir. Tomas’ın, Christopher’ın evine girip yatağına idrarını yaptığı için onu affedişi gibi, Christopher’ın da Tomas’ı kardeşinin ölümüne sebep olmasına rağmen affetmesi, ikisinin de suça ve suçluya dair benzer reflekslerde bulunduklarını gözler önüne seriyor. İkisi de konuşmak, dertleşmek ve belli bir samimiyet bekliyor. Çünkü ikisi de problemli, katı, hatta hissiz… Dahası Christopher’ın da Tomas gibi yazar olmak isteyişi aralarındaki benzerliği, sembolik olarak birbirleri oldukları gerçeğini de onaylar cinsten.
Charlotte Gainsbourg ve Kate karakterine dair de birkaç kelam etmeden geçmeyelim. Kate’in tavrı filmin doğru-yanlış sorgulamalarını destekler nitelikte. Film esasında herkesi masumlaştıran bir tavır sergilese de karakterler bu tavrın tam zıttı gelgitler içindeler. Kate de buna dâhil. Yaptığımız şey yanlış olmasa bile bir başka “yanlış olmayan yanlış”, nasıl o “yanlış olmayan”ı yanlış kılıyor hep birlikte izliyoruz. Bu anlamda Kate, kazadan ötürü kendini suçluyor. “Benim hatamdı. O kitaba kendimi bu kadar kaptırmamalıydım.” diyor. Hatta William Faulkner’a, yine “yanlış olmayan bir yanlış”a, yani okuduğu kitabın sürükleyiciliğine bileniyor. “Bu kadar akıcı olmak zorunda mıydı?” Yetmiyor, kötü bir olayın muhakkak bir suçlusu olması gerekiyormuş, kazanın sadece bir kaza olabilme ihtimali yokmuş gibi bu sefer de o saatte dışarıda olan çocuklarını suçluyor. “Zaten o saatte dışarıda olmamaları gerekiyordu.” Hayatın “meli, malı”larla kontrol altına alınamayacağını Kate ve sorgulamaları sayesinde bir kez daha görüyoruz. Dahası Kate’in suçu kabul etmek ve reddetmek konusundaki sancılarına şahitlik edip, suçu yine yeniden tanımlamaya çağırılıyoruz. Kitap yakma, yani “cinayet” aletini yok etme sahnesi ise filmin en etkileyici sahnelerinden biri olarak hafızamıza kazınıyor.
Filmin enfes müzikleri Alexandre Desplat’a ait. Desplat daha önce Harrry Potter‘dan The Tree of Life‘a (2011) kadar pek çok filmin müziğine imza atmış bir müzisyen. Bu da filmin, seyirciyi avucunun içine alışındaki başat faktörlerden biri. Dahası filmde bir de Patrick Watson sürprizi var.
Son tahlilde şöyle de diyebiliriz: Tüm şatafatıyla bir tavus kuşu görmeyi bekleyenleri hayal kırıklığına uğratacak bir film Every Thing Will Be Fine. Bu anlamda tırtılın kelebeğe evrildiğini bilmeyenler için bir tür hüsran. Ama gerekli bilgeliğe ve sabra, yani göze ve yüreğe sahip olanlar için unutulmayacak bir tecrübe, hüzünlü bir dokunuş beyaz perdeye…
Şafak Tahmaz