Yıl, 1981. Darbenin hemen ertesi. Mekân Kars. Hava soğuk, kömür ise yok. Peki, onca insan nasıl ısınacak? Yöre çocuklarının kar korsanlıkları sayesinde. Tek kanallı televizyon döneminin kahramanlarını kendine şiar edinen ama esas kahramanın kendisi olduğunun farkına varamayan çocukların hikâyesi bu film. Berlin, Nürnberg, Singapur ve Stockholm gibi önemli uluslararası festivallerde büyük ilgi gören Kar Korsanları’nın (2015) yönetmeni ve senaristi Faruk Hacıhafızoğlu ile 15 Nisan’da vizyona girecek filminin hikâyesini, göçmenlik meselesini ve çocukluğu konuştuk. Keyifli sohbetimiz sizleri bekliyor.
Çok güzel bir ilk filmle başlangıç yaptın ama neden bu kadar geç oldu? Bugüne kadar Faruk abimiz nerelerdeydi ?
(Kahkahalar) Hayat gayesi diyelim. Benim hiçbir zaman, “Çocukluğumdan beri tek hayalim yönetmen olmak.” diye bir düşüncem olmadı. Evet, çocukluğumdan beri sinemanın hastasıydım. Çünkü bizim gibi taşra çocukları için filmler, dünyaya açılan yegâne kapılardı. Sinema ile gerçek anlamda ilk tanışmam 1990’ların sonlarında İngiltere’deki eğitimim sırasında gerçekleşti. Üzerinde o dönem çalıştığım bir kısa film ve sonrasında Antalya’da çekmeyi düşündüğüm bir belgesel projesi ile yavaş yavaş kafamda ilk filmim için düşünceler oluşmaya başlamıştı.
Ama filmin hikâyesi sonuçta tesadüfen gelmedi aklına.
Aslında ilk olarak Avrupa’daki göçmenler üzerinden bir proje düşünüyordum. Fakat kafamda tam oturmayan şeyler vardı. Sonrasında bir gün annem ve yakınlarım bana bu kömür ve korsan hikâyemi hatırlattılar. Sene 2007’ydi. Düşüncelerini dikkate aldığım bir arkadaşım da ilk filmim için: “İşte hikâye, içtenlik bu, boşver şimdi başka şeyleri.” deyince, bu istikametten yürümeye karar verdim. Hikâyeler saklanmamalı. Paylaşılmalı. Bunun etkisini, işte yıllar sonra dönüp dolaşıp yakınlarım tarafından hatırlatılan anılarım sayesinde daha iyi anlayabiliyorum.
80 darbesini; öncesi ve sonrasıyla anlatan yüzlerce iş yapıldı. Bunların neredeyse birçoğu keskin politik filmler. Fakat bu filmde, bir çocuk o dönemi ne kadar anlayabilecekse, biz de çocukların gözünden ancak o kadarını anlayabiliyoruz. Bu denenmemiş ve şahsen çok naif ve isabetli bulduğum bir anlatım. Her ne kadar Babam ve Oğlum (20005) ve İftarlık Gazoz (2015) gibi filmler, az çok o dönemleri bir çocuğun gözünden vermeye çalışsa da; sen hikâyenin bütününü çocuklara devrettin. Bu anlatım üslubunu tercih etmene sebep olan şeyleri merak ediyorum?
Hikâyeyi kim yaşıyorsa bir kere onun gözünden anlatmak lazım. Burada da bu olayları çocuklar yaşıyor. Yani benim çocukluğum ve benim arkadaşlarım. Baktığınızda zaten bir çocuk, büyük laf etmez. Ettiğinde de o söz sakil kalır. Bizim yerel kahramanlarımızda mesela, o sakillik vardır. Onun için, ben çocukluğun o fantezi dünyasında kalmak istedim. Onların âniden değişebilen o duygu dünyalarında takılmak.
Hangi çocuk karakter sana daha yakın bu filmde?
Öykü Serhat’ın üzerinden aktığı için, en çok onda benim parçalarım var. Ama diğer çocuklar da biraz benim, biraz o dönemki arkadaşlarım.
Çocuklarla çalışmak nasıldı?
Bu çocuklar binlerce öğrenci arasından ancak 3 ayda bulunabildi. Ben onların hiçbirine filmden 1 hafta öncesine kadar senaryo vermedim. Doğallıklarını bozmamaları için. Karakterlerin nihai hâlini bile, son hafta anlattım onlara. Hatta Gürbüz karakterini oynayan çocuğumuz çekimler başlarken, “Abi ben şimdi Gürbüz’üm de mi?” diye sormuştu. (gülüşmeler) Olumsuzluk anlamında bir şeyler ise, üçüncü çocuğumuz İbo’yu ararken oldu. O karakteri bir türlü bulamadık. Hatta bu yüzden ben, ekibi bile dağıtıp İstanbul’a geri döndüm. Yine yakınlarımın beni cesaretlendirmesi sayesinde ve filmi çekmeyeceğimi o çocukların yüzüne söyleyemeyeceğimi anlayarak tekrar toparlanıp, Kars’a İbo’yu aramaya döndüm. En sonunda da umutların tükendiği bir anda, bir şekilde karşımıza çıktı işte. Burada en kritik nokta; çocukların bir kere oynamayı gerçekten çok istemesi gerekliliği. Aileleri de bu konuda çok önemli. Onlardan destek alamazsınız bu işi yürütemezsiniz. Çünkü bu çocukların okulları var, hastalıkları var. Profesyonel olmadıkları için, âni duygu değişimleri ve hatta zaman zaman küsüp çekime gelmemeleri bile yaşanabilecek durumlar. Bu nedenle onlarla çalışmak hem çok eğlenceli hem de çok hassas bir konu. Biraz da benim oralı olup, yörenin çocuklarının dilinden konuşup anlaşma imkânım olmasından kaynaklı işlerimiz rast gitti diyebilirim.
Annen var, kendin varsın bu filmde. Sanırım herkes kendine ait bir hikâye dinleyince film ile daha samimi bir ilişki kuruyor?
Tabii tabii. Bizim zaten üstü kapalı metinlerimiz, subliminal mesajlarımız yok. Her şey çok açık. Yurt dışı festivallerinde bile birçok yabancı senarist, yönetmen arkadaş, “Bu hikâyeler, bizim çocukluğumuza, 80’lere ne kadar da çok benziyor.” diyorlardı. Ünlü Polonyalı yönetmen Krzysztof Zanussi, bu filmi Tahran’da teknik bir hatadan dolayı Türkçe gösterimli, Farsça altyazılı olmasına rağmen sonuna kadar izledi. Gösterim sonrasında gelip bana sarılarak tebriklerini sundu. Ben durumu ona izah etmeye çalışırken, “Hiç gerek yok, ben her şeyi anladım.” demesi çok etkilenmeme sebep olmuştu. Biz, “Eyvah! Şimdi herkes kaçacak salondan.” derken binlerce kişi yerinden kalkmadan filmi izledi. Hatta Singapur’dan gelen ekipler filmi çok beğendiklerinden dolayı bizleri oradaki bir festivale davet ettiler. Filmimiz de orada İngilizce altyazısı olmadan sahnelenerek, en iyi oyuncu ödüllerini aldı.
Klasik bilinen sabit kadrajlar, uzun enstantaneler bu filmde yok. Üşüdüğümüz bir Kars’ı izletiyorsunuz bize. Müzikler de gerçekten çok başarılı. Öykünün ruhunu çok iyi veriyor. Bu kadar iyi bir ekibi, -35 derecede çekimler yaparak hatta zayiat verdirerek nasıl bir arada tutabildin?
Ekip projeyi çok sevdi. Onlar bana inanmasalardı, bu zor şartlarda filmi çekemezdim. Bir de çocukların o enerjisi bizi çok ayakta tuttu. Fakat görüntü yönetmenimiz Türksoy Gölebeyi’nin varlığı da bizi kalite olarak çok arttırdı. Kendisinin Nuri Bilge Ceylan ve Zeki Demirkubuz gibi yönetmenlerimizle çalışmasından kaynaklı kazandığı vizyon, bize çok şey kattı. Hem de çekimler başlamadan 1 gün önce kolu kırılmasına rağmen. Ekibin bu zorluklara karşın inancı, filme başka bir aura kazandırdı.
“Kahrolsun conta!”, polisin çocuğa ait aşk şiirini okuması, yüzü gazete kağıdı ile örtülü muhbir, mahallenin meczubu, kraldan çok kralcı emniyet binası hademesi, halka keskin bir bürokratik sınır çizebilen yerli memurlar… Sanki birçok izdüşüm bir araya gelmiş gibi?
Meczup o dönem istediği her eve girip çıkabilen, karikatür dergileri ve çizgi romanlar okuyan, çocukların yaşlıların yakın arkadaşı olarak filmde kritik bir noktada duruyor. Conta mevzusu ise çocuk dünyasında gerçekliğin kavranamama hâli. “Kahrolsun bağzı şeyler.” gibi. (gülüşmeler). Kraldan çok kralcılar; toplumun her kesiminde ve tüm yüzyıllarda var olan karakterler. Onlar içinde bulundukları toplumsal katmanı kabullenemez ve üst sınıflara kendilerini ispat etmeye çalışırlar. Bu eksindikleri bir hayata sahip olduklarının göstergesidir. Güç ancak o formanın içindeyken teşhir edilebilir. Üniforma çıktığı anda, sende o sokaklara karışıp, o tavır koyduğun halkın içinde yaşayan insansındır.
Filmin beşte ikisini, imkânların sınırlı olması nedeniyle çekemediğin gerçeği var? İzleyemeyeceğimiz o sahnelerde hangi hayaller vardı?
Ana hikâyeyi destekleyen yan karakterlerin öyküleri vardı. Dördüncü bir çocuk ve onun öğretmen ailesi olacaktı. İbo karakterinin ailesinin içine girdiğimiz, nenesi babası ile tanıştığımız sahneler vardı. Çocukların petrol mavisi rengindeki donmuş Çıldır Gölü üzerinde paten yaptıkları bir bölüm vardı. Ama yine de ana aksı tutturduğumuzu düşünüyoruz.
Bir filme bütçe oluşturmak o filmi çekmekten çok daha zordur. Bu film de çok kısıtlı bir bütçeyle çekildi. En azından maliyetlerini karşılayabildi mi? Bunu bağımsız yönetmenlerin yeni filmlerini çekmeyi hayal ederken ne gibi mali zorluklarla karşılaştıklarını anlayabilmek adına soruyorum.
Açıkçası biz bu filmden para kazanamadık. Festivallerden aldığımız paralarla borcumuzu harcımızı kapatırsak iyidir. Türkiye’de gerçekten sizlerin ‘bağımsız’, benim ise ‘fukara filmi’ dediğim benzer işler için bütçe yaratmak çok zor. Normalde iyi bir yönetmen verimli işler çıkartabilmek adına, iki filmi arasında 2 – 3 senelik bir ön hazırlık dönemi bırakıp, o aralıkta da hayatını idame ettirebilecek kadar bütçeye sahip olması gerekir. Fakat gerçekler ne yazık ki böyle değil. Televizyon satışları da fukara filmler için git gide zorlaşmakta. Dağıtımcılık politikası malum. Aslında Recep İvedik gibi filmlere 7 milyon kişinin gitmesi, insanların sinemaya ayak alışkanlıklarının olduğunun bir göstergesi. Ama ‘kafa dağıtmak’ algısı, eğilimlerin önüne geçiyor. Bu da bizim gibi ana akıma hitap etmeyen yönetmenler adına ayrı bir zorluk. Ben kimseyi yadırgamıyorum. Çünkü adam bana şunu diyor; “Abi hayat, memleket zaten zor ve yorucu, bari biraz gülüp eğleneyim.” Şunu da dipnot olarak ekleyeyim. Mesela Fransa ve İngiltere’de film çekmek çok daha zordur. Ama pozitif anlamda. Çünkü orada seni çok zorlayıcı kurullar vardır. Yüz binlerin arasından kaliteli bir iş çıkarabilmen adına, senden filmini 3-4 seneye yayarak çekmeni ve sağlam bir hazırlık dönemi yaşamanı isterler ve bir ilk film yönetmeni iseniz de size şöyle bir yazı gönderebilirler; “Üzgünüz ilk filmlere sadece 2 milyon paund verebiliyoruz.” Bir kısa film içinde o kurullardan geçtikten sonra alabileceğiniz ücretler 200-300 bin paund seviyelerinde gezmektedir. Bizde bir filme verilen bütçe o kadar, o da çok azına. Başka bir şey söylememe gerek yok herhalde.
Uğur Yücel Soğuk’u (2013), Mahsun Kırmızıgül Mucize (2014) ve Güneşi Gördüm’ü (2009), Reha Erdem Kosmos’u (2010) ve Zeki Demirkubuz Kader’in (2006) finalini Kars’ta çekti. Ayrıca Deli Deli Olma (2009), Kars Öyküleri (2010), Lal (2013) gibi filmleri de bu listeye ekleyebiliriz. Yakında vizyona girecek Rauf (2016) filmini de unutmamak gerek. Kars’ı bu kadar sinematik kılan nedir? Geçmişi mi, insanı mı ya da başka şeyler mi?
Bu filmlerden bazıları hikâyesi itibari ile aslında başka coğrafyaları ilgilendiriyor. Yani Kars’ı sadece bir mekân olarak kullanıyorlar. Deli Deli Olma ve Rauf mesela buraya ait bir film, Malakanları anlatan. Kars’ın o eski mimarisi, yüksekte olmasından dolayı ışığı iyi alması ve kültürel yapısının çok geniş olması bir set imkanı sağlıyor yönetmenlere. İnsanımız da çok rahat ve moderndir bu kozmopolit yapıdan kaynaklı.
Kar Korsanları birçok yurt içi ve yurt dışı festivaller gezerek, çok sayıda ödül kazandı. Özellikle yurt dışında size karşı olan ilgi nasıldı?
Berlin’e gitmekten biz çok memnun olduk. Çocuk arkadaşlarımızla katıldık oraya. 1500 kişilik büyük salonlarda izlendi filmimiz. Berlin’de 3 gösterimde 5000 kişiye ulaştık mesela. Büyük alaka gördük. Öyle bir iltifat edip, seni öyle biricik nadide bir konuma yerleştiriyorlar ki biz neye uğradığımızı şaşırıyorduk. Hatta dedim ki; “Acaba başka birisinden mi bahsediyorlar?” (kahkahalar) Çünkü Türkiye’de tam tersi bir durum söz konusu olunca algımız bozuluyor bizim. Popüler olmadığımız için kimsenin bizi salladığı yok. Hepsinin dışında, dünyanın en önemli yönetmen ve senaristleri ile tanışıp geniş bir network ağı oluşturabiliyorsunuz. Fikir paylaşımlarında bulunabiliyorsunuz. Bunlar çok değerli şeyler. Unutamadığım bir diğer anım da; Nürnberg İnsan Hakları Film Festivali’nde, filmimizi izlemeye getirilen 3 farklı okulun yaşları 7 ila 12 arasında değişen öğrenci gruplarıydı. Bu ne kadar güzel bir katılım ve yüksek eğitim standardının göstergesidir öyle. O çocukların konsantrasyonuna, filmden sonra bana bir büyüğün bile soramayacağı soruları sormasına hayran kalmıştım.
Faruk abi, Londra’ya yıllar önce üniversiteye gittin ve oralarda kaldın. Yıllardır neler biriktirdin? Neden orada kaldın?
O dönem Türkiye’deki imkânlarımın sınırlı olması ve yaşam koşullarım, beni orada eğitim görüp kalmam yönünde itti. Yıllarca çok fazla şey biriktirdim. Birçok farklı işte çalışmak zorunda kaldım. Londra gibi kaotik bir yerde dünyanın yüzlerce farklı bölgesinden gelen insanlarla tanışarak, göçmenlik denen olgu ile temas ettim. Yaşadığım bölgede 156 tane farklı dil konuşuluyor mesela. Belediye 10 dilde hizmet veriyor. Düşünebiliyor musunuz o girift yapıyı? Çinliler ile inşaatta çalıştım, Arjantililer ile bulaşık yıkadım, İtalyan lokantasında garson olarak çalıştım, İrlandalılarla kamyon şoförlüğü yaptım. Afrika, Hint ve Gypsey düğünlerinde fotoğrafçılık ve düğün kameramanlığı yaparak geçimimi sağladığım dönemler oldu. Yeni Zelandalı ve Kolombiyalı arkadaşlarımın olduğu evlerde kaldım. Bunların hepsi size inanılmaz bir derinlik katıyor. İnsan denen şeyi görüyorsun. Özünün aslında ‘bir’ olduğunu. Genetik kodlamalarınızı aşıp, önyargılarınızı kırıyorsunuz.
Aidiyet duygusunu nasıl değerlendirmeliyiz o zaman?
Nedir aidiyetlik? İnsan neye alışamıyor? Bir kere bu sorular sınırlı yaşamlarında kalmak durumunda olan insanların duvarları. Çünkü aidiyet denen duygu aslında bir çocuğun beş yaşına kadar geçirdiği evre ve o günlerden kalma alışkanlıklarının belirtisi. Nedir bunlar? Duyduğu ilk sesler, gördüğü ilk renkler, aldığı kokular, edindiği ilk izlenimler, etrafındaki yaşamın dokusu kısacası. E uzun süre yurt dışında bir göçmen olduğunuzda, bir mekânın önünden geçerken içeriden gelen o tanıdık yemek kokusu, sizin yörenize ait bir insan sureti sizlere çağrışımlarda bulunur. O yüzden de insanlar gittikleri diyarlara, ait oldukları yerleri getirmeye çalışırlar. Kendi mahallelerini, kendi kahvelerini… İnsan aslında her yerde göçmen, kendi ülkesinde bile. Kars’ın köyünden merkezine yerleşen de bir göçmendir. Göçmenlik, ilk doğduğunuz evin kapısından adımınızı dışarıya atıp, uzaklaşmaya başladığınız anda içine girdiğiniz yabancılık duygusudur. Senin nenenin, dedenin gömülü olduğu yerde değilsin bir kere. Ev denilen toprağın altı ile ilişki içerisinde değilsin. Yani mezarından uzaklaşman, ev olamama hâlin, geçmiş ile bağlantının bir noktada kopması, insanı kendinden uzaklaştıran duygunun kendisi. Almancıların mesela bir sözü vardır, çok gülerim: “Bu sene son, seneye kesin dönüş yapıcam.” Bunu dediklerinde de Almanın verdiği cevap çok ironiktir: “Sen anca uçağın kıçında gidersin.” Ne demek o? Yani cenazen gider ancak. Özetle sonradan gittiğin yere ait olmak çok zor bir histir.
Yurtdışında yaşayan birisi olarak oryantalizm meselesini nasıl yorumluyorsun?
Bir kere Batı’nın üst olmayan zümrelerinin böyle bir bakış açısı yok. O zaten seninle birlikte yaşıyor. Yani halk dediğimiz kısım. Sorunun temelini kısmen akademi ve sinemada, çoğunlukla da geçmişten bugüne birikmiş politik söylemlerin kurumsallaşmış hâlinde görüyoruz. Bu da ister istemez, çok merak etmeyen insanın alt benliğinde, bilinmeyene karşı bir imgelem oluşturuyor. Mesela sinemada ve edebiyatta, Doğu toplumlarının kötülüğünü besleyen eserlere ödüller veriyorlar. Bu, bir kültür hâkimiyeti, ideali savaşıdır. Fakat oryantalizm karşılıklı işleyen bir şey. Biz de kendi içimizde oryantal bakıyoruz. Hikâyelerimizde mütemadiyen oryantalist davranabiliyoruz. Bu coğrafyaların kötücüllüğünü onlara göstererek, şikayetten medet umarak bir şeyler sunmaya çalışıyoruz. Bizim filmimizin yurt dışında bu kadar sevilmesinin nedeni oryantal bir bakış açısına sahip olmamasıydı. Evet filmde darbe tezahürleri var. Fakat biz bunu kesinlikle bir şikayet unsuru haline getirerek anlatmadık. “Bakın biz ne kadar da fena bir yeriz.” demedik. Mağduriyet ve acındırma da yok. “Bizim bir meselemiz var ve bunu bir şekilde çözeriz!” i göstermek lazım esas. Yoksa her ülkenin darbeleri, savaşları, hırsızları, tecavüzcüleri, ırkçıları yani kötüleri var. Oryantalizm; “Onlar çok kötü, cahil, kaka…”, “Yok yok, biz sizden valla daha kötüyüz.” gibi ifadelerin bir nevi vücud bulmuş hâli.
Kendini daha yakın hissettiğin bir edebiyat coğrafyası var mı?
Kendi memleketimizin edebiyatı en yakın hissettiğim tabii. Ama Rus ve Latin edebiyatını da çok severim. İkisini de çok hatmetmişimdir. Oblomov, Ölü Canlar, Foma Gordayev, Babalar ve Oğullar, başka başka kitaplar bunlar. Yevtuşenko, Zamyatin gibi adamlar var o dünyada. Tabii Dostoyevski ve Tolstoy’u dışarıda tutarak konuşuyorum. Latin edebiyatında ise Fuentes’in Diana’sı ve benim en değerli kitabım Marquez’in Yüzyıllık Yalnızlığı başka bir yerde durmakta.
Festivaller dışında gösterime girmemesinden kaynaklı filmi hâlâ bilmeyenler var tabii. Fakat ortada 1-1.5 yıllık bir yapım söz konusu. Ben şahsen ilk izleyenlerden olma şansına eriştiğim için yeni filmini merak etme hakkını kendimde görüyorum.
(kahkahalar) Önce psikoloji olarak yeni bir şeyler yazmaya hazırlıyorum kendimi. Yoksa ikinci filmin konusu kafamda var. Sen tabii yeni konunun göçmenlik olduğunu bildiğinden oradan soru sordun çok (gülüşmeler). Bu senenin sonuna doğru senaryonun ilk taslağı çıkar artık. Yine Kar Korsanları’ndaki gibi üç karakter ekseninde dönen bir Londra hikâyesi olacak. Kara mizahı bol, göçmen temalı bir senaryo üzerinde çalışıyorum. Fakat burada o alışkın olduğumuz o eziklik duygusunu değil, yersizliği yurtsuzluğu ele alacağım. Bakalım.
Fil’m Hafızası hakkındaki düşüncelerin nelerdir?
İsminiz bir kere çok doğru ve çok güzel. Beni en çok etkileyen o oldu size dair. Ayrıca popüler akım dışına eğilmeniz, bu ülkede sinema ile alakalı bir boşluğun doldurulmasına hizmet ediyor. Tebrik ediyorum sizleri.