210 x 297 mm ebatlarında bir beyaz kâğıt. Düzgün ve keskin köşeleri, sınırladığı alanı net bir şekilde belli ediyor. Hiçbir çizgi kâğıdın dışına taşamaz, izin verilmeyen hiçbir harf kâğıda dâhil olamaz. Hatların üzerinde yaşanır her şey ve hatların sınırladığı kadar. Kâğıdın üzerindeysen eğer, varsındır. Ve sana ayrılmış olan kâğıt henüz beyazsa, yoksundur. Yorumlara, farklı manalara açık değildir bu hatlar. Tıpkı ebatların standart oluşu gibi, her şey tek tip bir kalemin ucundan çıkar, “devletin kanunu” adını alır; dimağlar kanunu farz beller ve kâğıdı kutsal kitap.
Kâğıt konuşur, kâğıt düşünür, kâğıt yazar, alır, verir, yıkar, kurar…
Kâğıttan bir harita üzerine “el”le çizilmiş bir dünyada kendi bedeni ve düşünceleriyle sınırlı değildir insanın varlığı. Bir çizgiyle üstü karalanacak, bir kıvılcımla yanıp yok olacak, bir damla suyla dağılacak ve rüzgârda savrulacak kadar öylesinedir. Beyaz kâğıdın üzerindeki harfler adedince ismi vardır, sıfatlarını ve değerini çizgilerin rengi belirler; kaç tane rakam düşülmüşse hanesine, işte ancak o kadardır insan.
Sinan Çetin’in 2010 yapımı cesur filmi Kağıt, kendisi kadar fragmanıyla da Türkiye siyasi sınırlarına ağırlığını koyan bir film olmuştur. Filmin özellikle hedef aldığı bu sınır, yalnızca ülke tarihi ve gündeminin içinde kalan bölgeye hapsolmamış, Çetin’in kamerasında birer kâğıttan uçak hâline gelerek çizilmek istenen tüm sınırlara yöneltilmiş bir ok hâline gelmiştir.
Filmde darbenin eli kulağında olduğu, 1977 yılında işçi haklarıyla ilgili bir film çekmek isteyen, ancak karşılaştığı yasal engellerle mücadele etmek zorunda kalan ve filmi tamamlamasına rağmen yayınlamasına bir türlü izin verilmeyen Emrah’ın (Öner Erkan) hikâyesi anlatılır. Emrah’ın emekli gümrük muhafaza memuru olan babası Mehdi (Ahmet Mekin), oğlunun eczacı olmasını ve sırtını devletin güvenli duvarlarına yaslayarak rahat bir yaşam sürmesini ister. Fakat Emrah’ın hayalleri, kendisine biçilen bu sınırların çok ötesinde kanat çırpar. O, rejisör olmak ve işçi haklarıyla ilgili bir film çekmek istemektedir. Babasından gizleyerek bu hayalini gerçekleştirir, filmini çeker; fakat yayınlama sürecinde onu büyük bir engel beklemektedir: sansür kurulu başkanı Müzeyyen Gürkaya (Asuman Dabak). Müzeyyen, filmi yayınlamayı hiçbir koşulda kabul etmez ve Emrah senaryoyu önüne her sunuşunda kocaman kırmızı bir “REDDEDİLDİ” damgasını, beyaz kâğıdın üzerine gözünü kırpmadan basarak bütün emeğin varlığını bir çırpıda “yokluğa” çevirir. Üstelik bunu, devletin kanunlarına karşı gelemeyeceği bahanesini öne sürerek yapar. Emrah’sa tüm maddi varlığını filmine adamıştır ve yayınlayamadığı için yapımcıdan gereken parayı alamaz. Elinde ne var ne yoksa tükenir, devlet eliyle evine bile el konur. Ve günün birinde sunacak maddi bir tazminatı kalmadığında kendi bedenini vermek zorunda kalır, 80 darbesinin çanlarına vurulurken hapse alınır. Dört yıl sonra hapisten çıktığındaysa bu kez çanlar, Müzeyyen için çalmaktadır. Zira parmaklıklar ardına alınan beyaz kâğıtlar, üzerlerinde hiçbir boşluk kalmamacasına dolmuştur ve kâğıtların sınırını aşmaya hazırdır. Nitekim farklı bir kimlikle Müzeyyen’in karşısına çıkan Emrah, Müzeyyen’i her tarafı yasal işlemler, prosedürler ve resmi evrak kâğıtlarıyla kaplı dört duvar arasındaki evine davet eder. Ölüm pahasına da olsa hiç kimse bu duvarlar arasından özgürleşmeden çıkamayacaktır.
Film boyunca sınırların, kâğıt ölçüleri ve biçimi hassaslığında sert ve net cümlelerle çizildiği kurguda Çetin, hiçbir dolaylamanın arkasına gizlenmeden, iletmek istediklerini şeffaflıkla ortaya koyar. Dolayısıyla karakterler, kurgu ve diyaloglarla adeta oyun oynarken ortaya post modern bir eleştiri çıkar. Eleştirinin ucu, kaynağını sınırsız hayal gücünden alan sanatı “devlet kanunu”nun makasıyla kesip biçmeye, belli hatların ötesine geçemeyen araçlar hâline getirmeye ve kolaylıkla yönetebilecekleri şekilde biçim vermeye çalışan ellere yöneltilmiştir. Bu kanunlar öylesine eğreti ve göstermeliktir ki sınırlama getirmek isterken öne sürdükleri yasal koşullar –bahaneler- ancak absürtlüğün sınırlarını zorlamaktadır. Burada, İngilizcede “yapay” anlamına gelen “artificial” sözcüğünden doğan bir ironiye de dikkat çekmek gerekir: “Art-ificial”, sanata “gerçekliğin yapay bir görüngüsü” anlamını atfederken diğer yandan Kağıt filminde kanunların insan hayatındaki yerini ifade eder. Çünkü kanunlar, varlıkla beraber gelen doğal olgular değil, düzenleme gereği ile ortaya çıkmış ve ne yazık ki zamanla yöneticilerin, kendi isteklerini meşrulaştırmalarında birer etiket hâline gelmiş prefabrik hapishanelerdir. Bu anlamda sanatla aynı yapaylık temelini paylaşan kanun, sanat gibi insanın doğasından gelen bir ifade alanını 210 mm’lik bir en’e ve 297 mm’lik bir boya indirger. Artık bu düzlemde yalnızca kanunların dili ve çizgileri geçerlidir. İnsan, art arda gelen hepi topu beş harfin kurallar arasına serpiştirilen sözde öznesidir.
Filmin başında Çetin’in özellikle belirttiği ayrıntı, 80 darbesinden sonra günümüze kadar gelen süreçte artık kâğıtların birer makasa dönüşmeye başladığını gösterir niteliktedir: “Bu film Kültür Bakanlığı sinema destekleme fonunun katkıları olmadan yapılmıştır.” Sanat, bundan böyle devletin aracı değildir, devlete bağlı değildir, devletin yasağı değildir. Çünkü yaşam defterinde Müzeyyen’in nüfus kaydını düşüren kıvılcım, yaktığı kâğıdın küllerinden, ifade özgürlüklerine engel teşkil eden tüm sınırları kendi elleriyle silme yolunda yepyeni bir nesli doğurmuştur. Nitekim Çetin, filmin çok ses getiren fragmanında da hatırlatmayı unutmaz:
“Her yasak, kendi isyancısını doğurur.”
[tooplay file=”https://filmhafizasi.ams3.digitaloceanspaces.com/videoplayback.mp4″ type=”mp4″]