Tarihler 1995 yılını gösterdiğinde İlhami Algör, Fakat Müzeyyen Bu Derin Bir Tutku isimli kitabı kaleme almıştır. O dönem ve sonrasında oldukça ilgi uyandıran bu kitaba Albayım Beni Nezahet ile Evlendir ve Müzeyyen ile Nezahet adında iki devam kitabı da eşlik etmiştir. İlhami Algör’ün yazdığı bu kitapların olduğundan daha popüler bir hale bürünmesi ise 2014 yılına kadar uzanmaktadır.
Yazarın aşka farklı bir perspektiften yaklaştığı bu kitaplar içinde en değerlilerinden olan Fakat Müzeyyen Bu Derin Bir Tutku’yu, sinemamızda yavaş yavaş adından söz ettirmeye başlayan yönetmen Çiğdem Vitrinel beyazperdeye uyarladığında ise artık iyiden iyiye hikâyenin herkes tarafından bilinme vakti gelip çatmıştı. Üstüne üstlük başrolünde de Behzat Ç. İle hatırı sayılır bir hayran kitlesine ulaşan Erdal Beşikçioğlu’nun yer aldığını düşündüğümüzde, filmin bu denli ilgi çekmesi kaçınılmaz bir gerçeklik olarak karşımıza çıkmaktadır.
Film ile kitap arasında ise birçok farklılık karşımıza çıkar. Keza kitabı okuyanların çok iyi bileceği şekilde Fakat Müzeyyen Bu Derin Bir Tutku, zihin akış tekniği ile yazılmış bir kitap. Yönetmenin kendi felsefesini filme aktarmak istemesi de kitap üzerinde gerçekleşecek birçok revizeyi beraberinde getirmektedir. Üstelik edebiyatın ayrıntılar ile dolu dünyasını beyazperdeye aktarmanın da kolay bir iş olmadığı aşikâr. Örneğin; kitapta çocuk sahibi olan Müzeyyen’in, filme aktarılırken tamamen bağımsız bir karakter olarak ele alınması, en başta yönetmenin kendi yaratmak istediği dünyaya katkı sağlamaktadır. Aynı şekilde kitapta geçmeyen yan karakterlerin filme alınması da Çiğdem Vitrinel’in kendine özgü dünyasını destekler nitelikte. Tüm bunları ele aldığımızda Fakat Müzeyyen Bu Derin Bir Tutku’yu bir uyarlamadan ziyade kitaptan esinlenerek yazılan bir senaryo olarak dile getirmemiz daha doğru olacaktır. Bu noktada yönetmen kitaptan kopmayarak, oradan aldığı konuşmaları iç ses hâlinde vererek aslında edebiyat ile sinemayı da bir noktada kesiştirmiştir. Esasen hikâye, edebiyat uyarlamalarının çoğu zaman düştüğü kolaycılık tuzağına düşmeyerek, sırtını dayadığı güçlü bir anlatıdan, ayakları yere sağlam basan bir sinema filmi olarak çıkmayı başarmaktadır. Bunu da Çiğdem Vitrinel’in doğru bir vizyona sahip olması şeklinde yorumlayabiliriz.
Filmin konusuna dönecek olursak, Arif (Erdal Beşikçioğlu); eşyalarla konuşan, otelde yaşayan, cep telefonu kullanmayan ve toplumda pek fazla karşımıza çıkması muhtemel olmayan, içine kapanık bir yazardır. Kendi deyimiyle demek gerekirse kitabı basılmayan bir yazardır. Onun hayattaki en büyük gailesi ise kadınları ve aşkı çözmektir. Tam da bu sıralarda tesadüf eseri hayatına giren Müzeyyen (Sezin Akbaşoğulları), onun hayatındaki büyük bir boşluğu dolduracaktır. Müzeyyen, Arif’in bu zamana kadar gördüğü kadınlardan çok farklıdır. Güçlüdür, despottur, zekidir ve en önemlisi de şiir gibi güzel bir kadındır. Arif’in hayatı Müzeyyen ile birlikte tepetaklak olacak, çözmek için senelerini verdiği ikili ilişkilerde aslında hiçbir şey bilmediğini fark edecektir.
Fakat Müzeyyen Bu Derin Bir Tutku, adından da anlaşılacağı üzere alışılagelmişin dışında bir anlatıya sahip. Romantik yoğunluğu fazla olan filmlerde görmeye alışık olduğumuz güçlü erkek-zayıf kadın formülünü tamamen ters yüz eden hikâye, bir nevi de özgün bakış açısıyla ataerkil düzeni yok sayıyor. Ancak bunu yaparken Müzeyyen karakterini bir süper kahraman kostümü içine sokmadan, onun da duyguları olan bir kadın olduğunu tüm film boyunca açıkça resmediyor. Nitekim filmin en güçlü tarafının da bu olduğunu dile getirmeliyiz. Evet, Müzeyyen güçlü, güçlü olduğu kadar da zeki bir kadın. Ancak o da hepimiz gibi bir insan. Yeri geldiğinde, “Kadının değil fahişen olmak istiyorum” diyebilirken yeri geldiğinde ise bir ev kadını hüviyetine bürünebiliyor. Bu da bir nevi eşitlikçi bir ilişki anlayışını önümüze getiriyor. Yani film, güçlü kadın-zayıf erkek mottosu altından filizleniyor. Böylelikle hikâye, güçlü ya da zayıf olabilmeyi değil ilişkide insan olabilmeyi ve bunun neticesinde aşkı doruklarında yaşayabileceğimizi öğütlüyor.
Müzeyyen ve Arif’in birlikteliği rayına girdikten sonra aralarında yaşananlar da bir ilişkide seyreden standart bir düzene girer. Sevişirler, birlikte yaşamaya başlarlar, birbirlerine sevgi sözcükleri söylerler ve sonunda tabii ki kıskançlık duygusunu beraberinde getirirler. Gerçekte de böyle değil midir? Birini çok sevdiğimizde akabinde gelen onu kaybetme korkusu. Arif için de işler aynı bu şekilde cereyan eder. Evde bulduğu tıraş köpüğünden, Müzeyyen’in çekilmiş fotoğraflarına kadar hepsinde bir eski sevgili arar durur. Babaannenin söylediği, “Demek sen de yazarsın” cümlesi ise Arif’in kıskançlığının son raddeye gelmesine neden olur. Bu noktadan sonra her şey, herkes Arif’in üstüne gelmeye başlar. Onun için artık her erkek kıskanılası bir adam, Müzeyyen’i elinden alacak önemli bir insandır. Kıskançlık duygusu kimi zaman ilişkileri diri tutan bir kavram olsa da çoğu zaman insanları felakete sürükler. Aynı Müzeyyen ve Arif’in arasında yaşananlar gibi. Filmin günlük hayatta karşılaşılması olası olan bu ilişki rutinlerini, yapaylıktan oldukça uzak bir şekilde anlatması ise hikâyeyi bu denli realist kılmaktadır.
Filmi derin bir aşk hikâyesi olarak değerlendirdiğimizde, aslında olması gereken her olayın doğru zamanda gerçekleştiğine tanıklık ediyoruz. İçinde hiçbir soru işareti bırakmayacak şekilde devam eden hikâye, izleyenlerini finaline doğru emin adımlarla götürmeyi başarıyor. Böylelikle film, ne gerçek üstü bir aşk vaat ediyor ne de romantik filmlerde sıkça görmeye alıştığımız mutlu bir son. Kadın gitmek istedi ve gitti. Neden mi? Aslında bunun birçok nedeni olabilir. Kıskançlık, başka birini sevmesi yahut akla gelmeyecek tonla şey. Ancak bunun önemi var mıdır? İşte Fakat Müzeyyen Bu Derin Bir Tutku’nun bize bahşettiği en güzel noktadayız. Her aşkın, her yaşanılanın insana kattığı tecrübe. Arif, Müzeyyen ile tanıştığında, aşkı ve kadınları tanımaya çalışan, yıllardır yazmak için uğraştığı kitabı ile deyim yerindeyse kafayı yemiş bir adamdı. Ancak ne zaman ki Müzeyyen hayatından çıktı, Arif o zaman olgunlaşmaya başladı. Gözünde ki çocuksu bakış gitti. Kıskançlıktan ya da Müzeyyen’i kaybetme korkusundan ezilip, büzülen adamın yerine kendine güvenen, ayakları yere sağlam basan bir adam geldi.
Bu noktada filmin çok tartışılan finaline ayrı bir parantez açmakta yarar var. Film ile ilgili konuştuğum birçok dost meclisinde şöyle bir soru ile karşılaştım. “Madem Arif Müzeyyen’i bu kadar çok seviyordu, neden onun çay teklifini reddetti?” Aslında cevap oldukça basit. Çünkü Arif, artık o eski adam değildi. Filmin bize vermek istediği de tam burası. Aşk, başından sonuna kadar hakkıyla yaşanması gereken bir süreç. Ancak ne zaman ki bu sürecin dışına çıkarız, o zaman kendimize ve çevremize zarar vermeye başlarız. Fakat Müzeyyen Bu Derin Bir Tutku’nun adından bu kadar söz ettirmesinin altında da tamamen aşka açtığı gerçekçi pencere yatıyor. Aslında filmin, kendi içinde bir mutlu sonla bittiğini söylersek hata etmiş olmayız. Evet, belki Müzeyyen ve Arif klişe bir tabirle sonsuza kadar mutlu yaşamadılar; ancak hayatları için en doğru kararı verdiler. Soyut dünyayı bırakıp, kendilerini somut bir dünyanın içine bıraktılar. Ancak, Arif Müzeyyen’in o çay teklifini kabul etseydi hayata bile bile lades diyecekti. Bazen, güzel şeylerin bittiğini kabullenmek gerekir. Çünkü o biten güzel şeyler, getirdiği tecrübelerle birlikte bambaşka güzelliklerin kapılarını açacaktır.
Filmin, aşk ile ilgili mesajlarını verirken seçtiği anlatım tekniği ise oldukça doyurucu. Yapmacıklıktan oldukça uzak havası ve sokaktan aldığı referanslar filmi daha fazla ilgi çekici bir hâle sokuyor. Özellikle Arif’in ara sıra gittiği kıraathanedeki diyaloglar oldukça çarpıcı. Yeşil örtülü, ıstakalı, okeyli masalarda dönen muhabbetlerin oldukça sığ olduğu dile getirilir durur. Ancak Arif’in özelinde büyüyen kadınları anlama kılavuzu, erkeklerin kadınlara karşı bakış açısını her yönüyle ortaya koyuyor. Bu noktada değinmemiz gereken iki husus var. Birincisi; filmin bir kitap uyarlaması olmasından dolayı çok fazla etkileyici diyaloga sahip olması.Yalnızca kıraathane sohbetleri değil, filmdeki tüm karakterlerin adeta şiir tadında akan diyalogları filmi canlı tutmadaki en büyük etkenlerden biri. Zaman zaman kitaptan birebir şekilde aktarılan tümceler ise adeta izleyen herkesi büyülemeyi başarıyor.
Filmle ilgili değinilmesi gereken bir diğer husus ise Çiğdem Vitrinel’in yönetmenlik koltuğunda oturması. Güçlü bir kadını, bir kadın gözünden aktarmak şüphesiz filmin gerçekçilik olgusunu daha yukarılara çekiyor. Yönetmenin bir aşk hikâyesini kendi üslubuna göre alışılmışın dışında anlatması da takdiri hak eden bir durum. 2011 yılında çektiği Geriye Kalan filmi ile farklı bir anlatı dili yaratan Çiğdem Vitrinel’in filmleri, ne gişe filmleri gibi sulu ne de festivaller için yapılan filmler gibi kasvetli. Bu da böylesine özel bir hikâyeyi, usta işi bir sinema filmi yapmaya yetiyor.
Filmin cast seçimine geldiğimizde ise Sezin Akbaşoğulları ve Erdal Beşikçioğlu’nun mükemmel uyumuna şahit oluyoruz. Uzun yıllardır despot ve sert mizaçlı karakterlere can veren Erdal Beşikçioğlu’nun naif bir karaktere böylesine harikulade şekilde can vermesi, ona duyulan saygıyı da bir tık yukarı taşıyor. Keza Sezin Akbaşoğulları’nın da Erdal Beşikçioğlu’dan alta kalır bir yanı olmadığını dile getirmeliyiz. Onun; Müzeyyen karakterini oynamayıp adeta yaşaması filmin inandırıcılık seviyesine oldukça etki ediyor.
İlhami Algör’ün aynı adlı romanından Çiğdem Vitrinel tarafından beyazperdeye uyarlanan Fakat Müzeyyen Bu Derin Bir Tutku, kitabın soyut dünyasından çıkıp kanlı canlı bir sinema filmi olabilmeyi başarıyor. Aşkı bütünüyle ele alan, ayrılığı da sevdanın içine dâhil eden hikâye; klişe aşk filmlerinden sıkılanlar için seyir zevki oldukça yüksek bir iş. Hikâyesi olduğu yerde bitmeyen, bittikten sonra dahi izleyenleri düşünmeye sevk eden film, sinemamızın son yıllardaki yüz aklarından biri.