“Hakikatle yaşaması imkânsızdı, kederinden ölüverirdi (insan) kendisine dair hakikati bilse.”
Andrey Platonov, Can
Şehirden, modern kent hayatından çok uzakta bir köy. Etrafı uçsuz bucaksız düzlüklerle çevrili köyün, şehirdeki modernizm ve sanayileşmeye karşın yoksul bir hayat sürdüren köylülerinden yalnızca biri olan Mashti Hassan (Ezzatolah Entezami), ölüm ve yaşam, aidiyet ve yabancılaşma arasındaki ince ipte yürüyen bir cambazdı. The Cow (Gaav, İnek, 1969), yalnızca Hassan’ın değil, bütün bir insanlığın trajedisiydi. Hakikati, -bir öğrense kederinden ölüverecek olan insanın hakikatini- arayan ilk adım olduğu kadar, o adımı atmaya cesaret eden insanın da kendisiydi.
Fars alfabesinin kıvrımlarından beslenen, elindekiyle yetinmeyi bilip yerelden evrensele ulaşan, sembolik, alegorik imgelerle, varoluşsal öğelerle süslenerek insanı, kendi doğasını keşfe çağıran İran sineması, İran kültürünün, mimarisinin, minyatürünün, kilimlerinin, şiirlerinin izlerini taşıdı. Ayrıntılardan, içsel açmazların toplumsal dertlere aralandığı her meseleden yola çıkan İran anlatısı yalın, özgün ve istikrarlıydı. Felsefenin, edebiyatın ve hayatın her evresinin karmasıydı. Uzun süre Farsi melodramlarda boğulan, İkinci Dünya Savaşı ile birlikte Amerikan filmlerinden medet uman, bir dönem majör film şirketlerinin hâkimiyetine giren İran sineması, sömürgeciliğe, sansüre, Mısır’ın şarkılı türkülü filmlerine karşı direnmiş ve nihayet 1960’ların sonuna gelinmişti. Sadelik, şiirsellik ve toplumsallıktan beslenmekle birlikte estetik kaygı da güden, gerçekler üzerine eğilirken, insanı ekonomik ve siyasi olana değinerek anlatan, alt tabakanın da özümseyebileceği bir dille ifade bulan İran Yeni Dalgası, günümüz İran sinemasının da tohumlarını serpmişti. Dairush Mehrjui’nin Gaav filminde, İran Yeni Dalgasının izleri ilk kez görülüyordu. Film, dönemin demir yumruk rejimi Pehlevi’nin karşısında durmuş, sansüre uğramış ama 1970’teki Venedik Film Festivali’nde ödül almayı başararak özgürlüğünü ilan etmişti.
Sanayileşme yanlısı rejimi eleştirerek şehrin ve şehirli olmanın köylüler tarafından kötü algılandığını anlatmak isteyen Mehrjui, filmi, köyün delisini değnekle kovalayan, ıslatan, ayağına teneke bağlayıp yüzüne çamur süren çocuklarla açmıştı. Köylülerin kendi aralarında, delinin şehirden döndüğünü, orada başa bela olmaktan başka bir şey öğrenmediğini konuşmaları da gösteriyordu ki şehir, içine şeytan kaçmış bir muammaydı.
Koyunları, varları yokları Bolouriler denen göçebe bir grup tarafından sürekli çalınan yoksul köylüler, karşılarına çıkan zorlukları bir zorunlulukmuş gibi yaşamayı sürdürürdü. Onlar için hayati önem taşıyan, bir şekilde toplumsal ilişkilere dâhil olmalarına yarayan üretim araçları olmayınca köylüler, köyün tek ineğine sahip olan Hassan’a saygı gösterirdi. İneğini taparcasına seven, elleriyle besleyen, yıkayan, kurulayan, öpüp koklayan, hastalanmasın diye üzerine titreyen Hassan, köyün tek süt kaynağını elinde bulundurmanın verdiği itibarla, kendisini özel hissederek yaşardı. Bolouriler ineğini çalmasın diye ahırda uyur, onu tüm varlığı, canı, en güzel sözlerin karşılığı olarak görürdü. İnek bir de gebe olunca Hassan, sanki kendisine erkek evlat verecek taze bir gelinmiş gibi ona aşkla bağlanmıştı.
Ancak Hassan’ın köyden ayrıldığı bir sabah, inek öldü. Haber kara bir bulut gibi tüm köye çöktü. Şaşılacak şey ya, ineğin oyunculuğunu da hesaba katmak gerekiyordu. Hassan ahırdan çıkarken dönüp arkasından bakmış, son kez gördüğü sahibine sanki seslenmişti. İneğin ölümünün ardından meydana çukur kazan köylüler, ivedilikle ineği gömmüş, vaktiyle onlara verdiği sütün hatırına, sırayla mezara bir kürek toprak atmış, dualar ve gözyaşları eşliğinde haklarını helâl etmişlerdi. İneğin öldüğünü Hassan’a söylememe kararı alındı. Oyun gereği inek kaçmış, köylülerden Esmayil de onu bulmak üzere peşinden gitmişti. Durum öyle ciddiydi ki köyün delisi, ineğin öldüğünü Hassan’a söyler diye eski değirmene bağlandı. İneğinin boynuna takmak için aldığı bir nazarlıkla köye dönen Hassan, her şeye rağmen haberi öğrendi ve yıkıldı.
Bu büyük kayıptan sonra günden güne kötüleşen Hassan, kendisini ineğinin yerine koydu. Başlarda kaçtığına ikna olmayıp çatının tepesinde yolunu gözlese de, sonradan ahırda ineğin yalağından ot yerken karşımıza çıktı. Söylenenleri duymadı, dış dünyayla ilişkisini tamamen kesip ruhsal bir bölünme yaşadı. O hem Hassan, hem de Hassan’ın ineğiydi. Çatıda nöbet tutan Hassan’ın, kendisinin yolunu gözlediğini söyledi. Kimse Hassan olduğuna inandıramadı onu. Hassan hem burada ahırda hem de çatıda, ay ışığında nöbetteydi.
“Ben Hassan değilim. Ben onun ineğiyim.”
“Kuyruğun nerede, boynuzun nerede eğer ineksen?”
Kuyruğu ve boynuzu olsa Hassan’ın inek olduğuna inanacakmış gibi davranan köylüler, zor anlarda birlik olmayı başarsalar da bu ciddi durum karşısında karar vermekte zorlandı. Eslam adlı, köyde muhtardan daha fazla sözü geçen karakterin lafına göre hareket etmeye, atacakları yeni adımı onun kararlarına göre belirlemeye başladılar. İçinde bulunduğu topluma iyice yabancılaşan, ahıra doluşan insanları Bolouriler olarak görmeye başlayan Hassan, inek gibi bağırıp koşturarak hepten trajik bir hâl aldı. Kafasını ışığa doğru uzatıp çatıda kendisini izlediğine inandığı Hassan’a seslenirken yüzüne vuran beyaz ışık, yakın planlarla çaresizliğini dört bir taraftan resmeden hareketli kadrajlarla birleşince, üstüne bir de ışıkta patlayan silik suratı eklenince, Hassan’ın inekle örtüşümü tamamlandı.
The Cow‘ı öncül kılan bir başka özelliği de teknik anlatıyı bir dil yaratacak şekilde kullanmasıydı. Atlamalı kurgusu, duygu durumlarını vermek için sıklıkla başvurduğu yakın planları, bir anlatım dili olarak kullandığı Hormoz Farhat müzikleri, onu başarılı bir film yapmıştı. Mehrjui, filmin başında inek ve Hassan’ın duygusal sahnelerini destekleyici, sevgi bağını ifade eden uysal bir müzik kullanırken, Bolouriler’in belirdiği sahnelerde gerilim dozu yüksek melodileri tercih etmişti. Hassan’ın kriz geçirdiği anlarda ise iç içe geçen planlar eşliğinde, metalik sesleri, makine çığlıklarını çağrıştıran müzikleri vererek gerilimin tırmanmasına yardımcı olmuştu.
Bolouriler, öldüğünden bihaber oldukları ineği çalmak için geldiklerinde, köylüler, Hassan’ı çalacaklarını zannederek peşlerine düştüler. Artık onlar da inanmıştı Hassan’ın inek olduğuna. Ne yapacağını bilemeyen insanlar, Eslam öncülüğünde Hassan’ı şehre, doktora götürmeye karar verdi. Şehre gidenin sağlıklı dönmediğini bilseler de, Eslam bir fikir üretiyorsa doğruydu. Hassan’ı ahırdan çıkaramayınca iple ellerini bağladılar, bir hayvan gibi değnekle sırtına vurup var güçleriyle çekiştirdiler sonra. İçinde bulunduğu durumu kabullenip ona göre tavır takınan, “Ben ineğim!” diyen Hassan’ın inek olduğuna ikna olan köylüler, kadere razı gelen bir yaklaşımla, başlarına gelenleri tepkisiz yaşamayı sürdüren İran karakterlerinin de bir resmini çizdi. Hassan, köylülerin elinden kurtulunca bağırmaya, durmaksızın koşmaya başladı. Bir inek gibi yamaçtan yuvarlandı, bir inek gibi çamurlara gömüldü.
Dışarıdaki gerçeklikle ilgilenen, doğal ışıktan ve mekânlardan faydalanarak gerçeği inşa eden Yeni Gerçekçi İtalyan sinemasından da izler taşıdığını söyleyebileceğimiz The Cow, insana güzel hayaller kurdurmak yerine hakikati göstermeyi amaç edindi. Sıradan insanın hayat karşısındaki çaresizliğiyle ilgilenen film, şiirsel ve felsefi olanın altında, siyasi ve toplumsal olanı eritip dâhil olduğu akımın öncüsü olarak bütünlüklü ve evrensel bir sonuca ulaştı.
İneğini arzu nesnesi hâline getiren Hassan, sonunda ölüm trajedisiyle karşılaşsa bile saplantı derecesinde bağlandığı gayesinden vazgeçmedi. Hassan’ın trajedisini hazırlayan hem kaderdi hem de onu yoksunluğa sürükleyip bir ineğe sığınmak zorunda bırakan toplumdu. Dışsal nedenler, hayata tutunmak için daha varsıl bir sebep bulamayan Hassan’ı felakete sürüklese de, Hassan bireysel huzura erişmişti. Bir seçim yapmak durumunda kalan insan, sonucu ne olursa olsun seçimini kendisi yaptığı için özgürleşirdi.
Doğadan uzakta, modern kent toplumunun ağırlığı altında tek başına yaşayan bir insan değildi Hassan. O, kendisini inekle özdeşleştirerek özünü dışa vurdu. Öyle bir hâl aldı ki tutkusu, kendi nesnesinin denetimine girerek, aklı, fikri ve tüm duygularıyla birlikte özne olma konumunu yitirdi, ardından yabancılaşma başladı. Önce kendisini, sonra toplumu tanımaz hâle gelen Hassan, başka bir deyişle evrene karşı bir yenilgi yaşadı ancak her bir zerresiyle savaştan galip ayrıldı. Bir rejimin boyunduruğundan, var olmanın gizli öznesinden kurtuldu. İpini koparan bir balon gibi yükseldi. Hakikate çevrilen kamera, şiirsel ve alegorik görevini tamamlayarak hakikatin altında yatanı izleyicisine sezdirdi.
1960’ların sonuna kadar basit senaryolu, melodram unsurlarıyla yüklü Farsi filmlere tutunarak ayakta kalmaya çalışan İran sineması, kendi içtimai ama bir o kadar da şiirsel olan sesini, ancak 60’ların sonunda The Cow ile bulabildi. İnsanı irdeleyen ama sanatsal değerden de ödün vermeyen bir sinema mümkündü. Yeter ki Dairush Mehrjui, Mesud Kimiai, Abbas Kiarostami, Parviz Kimiavi, Bahman Farmanara, Majid Majidi, Mohsen Makhmalbaf, Bahman Ghobadi, Asghar Farhadi gibi ustalar kuşak kuşak doğsun, Füruğ Ferruhzad şiirlerini yazsın, bir devrim üstüne diğeri eklenerek sinema büyümeye devam etsindi.