Anthony Burgess’ün aynı adlı romanından, Stanley Kubrick yönetmenliğinde sinemaya uyarlanan, bir dönemin “yasaklı filmlerinden” A Clockwork Orange, distopik bir Britanya’da geçer. Kurdukları çeteyle sokakta insanlara saldıran, evleri basıp kadınlara tecavüz eden Alex (Malcolm McDowell) ve arkadaşları, tamamen kendi iradeleriyle “kötü” olmayı seçmişlerdir. Alex, bu baskınlardan birinde, ölüme sebebiyet verir ve hapse düşer. Alex’in hapisten kurtulmak için tek yolu, yeni bir yöntem olan Ludovico tekniğine denek olmak ve içindeki şiddet duygusunun törpülenmesine izin vermektir. Fakat asıl gerçeklerle hapisten çıktıktan sonra karşılaşacaktır. Şiddet görüntülerine dayanamayan Alex, kendisine yöneltilen şiddete de karşılık verememekte, içten gelmeyen bir iyilikle boyun eğmektedir. Artık devletin ve politikacıların kendi çıkarları için kullanmaya başlayacakları Alex, sistemde kendine farklı bir yer edinecektir. Kitap ve film arasında özellikle Alex’e çizilen son bakımından bariz farklar bulunsa da şiddetin toplum içinde nasıl kemikleştiğinin ve aslında hayatımızın her alanında olduğunun başarılı bir göstergesidir.
Otomatik Portakal hakkında yazan bir eleştirmen de kitap ve film arasındaki uçurumdan bahsetsin. Herkes Kubrick yorumuna hayran.