Yazımın başlığı aslında filmin açılış sahnesinden. Isabelle Huppert’in, filmdeki adıyla Nathalie’nin elindeki defterde yazıyor bu cümle ve dakikalar ilerledikçe hep birlikte bu meseleyi sorguluyoruz. Nathalie, 50’li yaşlarında bir felsefe öğretmenidir. Evli ve iki çocuk sahibi olup bir de eskiden bir model olan fakat şimdilerde depresyonla mücadele eden bir anneye sahiptir. Uzun süren bir evliliğin ardından, eşiyle artık yalnızca kitaplar üzerinden diyalog kurabilen Nathalie’nin en sevdiği kişi, eski öğrencisi Fabien’den (Roman Kolinka) başkası değildir. Fabien, politik biri olup kitaplarla arası çok iyi olan ve okuduklarıyla ilgili düşünüp bunu hayatına uyarlamaya çalışan bir gençtir. Aslında Nathalie’nin Fabien’i çok sevmesinin nedenlerinden biri de, onda genç Nathalie’yi görüyor olmasıdır: Daha genç, daha özgür ve daha farklı düşünceleri olan bir Nathalie. Yönetmen, filmin çoğu yerinde Fabien’in hayatında Nathalie’nin eski benliğini görüyor ve gençlik yıllarındaki fikirleri üzerine eleştiriler yapıyor. Filmin yönetmeni olan Fransız kökenli Mia Hansen-Love, 37 yaşındadır ve bu genç yaşına rağmen filmde, kendisinden yaşça çok büyük bir kadının hayatını başarılı bir şekilde anlatmıştır. Yönetmenin bu başarıyı sağlamasındaki en temel etkenler, Mai Hansen-Love’ın oyunculuktan gelen bir yönetmen olup Isabelle Huppert’in sahip olduğu tecrübeyle muhteşem oyunculuğunu birleştirmesi ve yönetmen-oyuncu arasındaki güçlü dirsek temasıdır. Yönetmen belki de bu yönüyle yıllar sonra “Almodovar’ın Kadınları” benzetmesini kendisi için de kullanacağımız kişi olabilir.
Things to Come (2016) orjinal adıyla L’avenir, içinde felsefe, edebiyat ve politikayı derinlikli olarak barındıran bir film. Bu üç kriter üzerinden Nathalie’nin hayatını inceliyor ve onun iç dünyasına doğru bir yolculuğa çıkıyoruz. Nathalie, yıllar geçtikçe ailesine ve kendine uzaklaşmaya başlıyor. Bir sabah işe giderken metroda “Radikal Kaybedenler” adlı kitabı okuması, eşinin onu farklı bir kadınla aldatması, gençlik yıllarındaki aktivist özelliğini şimdilerde öğretmen kişiliğinin ardında saklaması ve sürekli hasta annesiyle ilgilendiği için kendine yeterli zamanı ayıramaması ana oyuncumuzun özünden uzaklaşıp kendine yabancılaşmasına yol açıyor. Yavaş yavaş farklı bir kişiye dönüşmeye başlayan Nathalie için tam da bu noktada şu soruyu soruyoruz: “İnsanın kendini bir başkasının yerine koyması mümkün müdür?” Bir an için farklı biri olmak, tüm sorumluluklarımızdan uzak, o eski benliğimizde zaman geçirebilmek mümkün müdür? Sahip olduklarımız bizi heyecan duyduğumuz şeylerden uzaklaştırabilir ve onların içinde hayatımız kısır bir döngüye dönüşerek bizi özgürlüğümüzden uzaklaştırabilir mi? L’avenir, felsefeyi seven bir film olmasıyla birlikte, belirttiğim tüm bu soruları derinlemesine incelerken, bazı soruların cevaplarını vermeyerek onları seyircinin cevaplamasını istiyor.
Film, Nathalie’nin kaybeden bir kişilik olmasına yol açan nedenleri ve onun özgürleşme sürecini anlatıyor. Sahip olduklarından vazgeçmek ya da sahip olduklarını yitirmek onun özgürlüğe giden yolunu açıyor. Bu konuyu Charles Spurgeon’un şu güzel cümlesiyle ele alalım: “Neye sahip olduğumuz değil, neyin keyfine varabildiğimizdir mutluluğu yaratan.” diyor. Annesiyle sadece hasta olduğu için bir araya gelmesi, yıllardır evli olduğu eşiyle artık konuşacakları pek bir şeyin olmaması, yani Nathalie’nin hayatında olan insanlar onun mutlu olmadığı anlamına geliyor. Annesinin vefatı ve eşinin farklı bir eve taşınmasından sonra Nathalie, ilk kez şu cümleyi kuruyor: “Şu an kendimi özgür hissediyorum.” Bu cümle kadar, onu kurduğu zaman ve mekan ve cümleyi kurarken yanında olan kişi de çok önemlidir. Sürekli kendini sorgulayan ve içinde kapalı kaldığı sorumluluklar çemberinden ilk kez çıktığını hisseden ana oyuncumuz, bu cümleleri şöyle bir haldeyken kurmuştur: Fabien, şehirden ayrılıp doğayla iç içe olan bir köye taşınarak hayatını orada sürdürmeye başlamıştır. Köyün tren garında Fabien Nathalie’yi karşılar ve birlikte köye doğru yolculuğa çıkarlar. Yoldayken arabada harika bir klasik müzik çalmaya başlar ve kamera arabanın ön camından içeriyi, iki oyuncumuzu da görecek şekilde konumlanmıştır. Kamera iki oyuncunun yüz ifadeleriyle birlikte arka camdan akıp giden köyün muhteşem doğasını da bize göstermektedir. Nathalie’nin kendini özgür hissedip özüne döndüğü an, işte tam bu andır. Bu an, uzun zaman sonra tekrar doğayla karşılaşmasını ve kendisi olmasını engelleyen her şeyi arkada bırakmış olması hissinin hayat bulan karşılığıdır. Geçmişiyle arasında kalan tek bağ, annesinden ona kalan Pandora’dır artık ve uzun bir zaman sonra yine Fabien’i ziyaret ettiği bir seyahat sonrası şehre tek başına döner.
L’avenir, katıldığı birçok festivalden ödülle dönen ve İsabelle Huppert gibi harika bir oyuncu sayesinde güçlenen, neyin gerçek ya da hayal olduğunu düşündürmek üzere seyircisinin hissetmesini sağlayan bir filmdir. Film, aynı zamanda içinde bulunulan dönemin, sanatın ve gerçekliğin anlamlarını değiştirebileceğini, bugün pek anlaşılamayan düşüncelerin aradan uzun yıllar geçtikten sonra çok farklı anlamlar bulabileceğini Nathalie’nin zihni üzerinden bize anlatıyor. Yönetmen bu düşünceleri bize anlatırken bazen ana oyuncumuzu bir sinema filmine götürüyor ve ona Abbas Kiarostami’den Certified Copy’ı seyrettiriyor; bazen de Schopenhaur gibi ünlü bir felsefecinin bir kitabını bizlere gösteriyor. Bu iki eserin ortak yönü, aslında filmin ana fikri olan neyin doğru neyin yanlış olduğu düşüncesini detaylı bir şekilde inceliyor olmasıdır. Mia Hansen-Love’ı bu filmde başarılı kılan bir diğer unsur da filminde bu ince detayları ustalıkla işlemiş olmasıdır.