Türkiye’de modernleşme sürecinin başlamasıyla birlikte ekonomik açıdan giderek kuvvetli hâle gelen kır-kent ayrımı ve bunun getirdiği sosyolojik değişim; geçmişten günümüze sanattan siyasete her alanda sorunsallaştırıldı. Kırsalda hem maddi hem manevi pek çok olanaktan yoksun kalanlar, daha iyi bir yaşam için çareyi kentlere göçmekte buldular. Fakat bu göç derde derman olmaktan çok daha farklı bir yöne giderek, dert üstüne dert yükleme durumuna evrildi. Devlet yeni gelenlere iş istihdamı yaratamadığı gibi, yerleşim konusunda da yardımcı olamadı. Ayrıca şehirde istenilmeme durumu hakimdi. Bütün bunlar ise yepyeni bir kültürün doğmasına sebebiyet verdi. Umduklarını bulamamış, memleket dedikleri yerden ayrılmış, deyim yerindeyse gurbette kalmış ve ne yazık ki gerekli saygıyı görememiş olan insanların bir şekilde içindekileri dışa vurması, isyan etmesi gerekiyordu. Böylelikle Türkiye arabesk kültürü ile kaynaştı.
Her etkinin elbette bir tepkisi olacaktı. Arabesk kültürünün yaygınlaşması, Türkiye’deki elitizmin belirginleşmesine sebebiyet verdi. Halihazırda sınıflar arasında ekonomik olarak giderek açılan ayrılan ayrım sosyokültürel alanda da aşikarlaştı Artık toplumsal sınıflar zengin-fakir, köylü-şehirlinin daha dışındaydı ve daha komplike bir hale gelmişti.
Zamanla kendine yer edinmeyi başaran şehrin yeni sakinleri, ailelerini yanlarına almaya karar verdi ve zaten nüfus yoğunluğu çoğalmış olan şehirlere getirdi. Kendilerine bir yuva yaratma çabasında olan büyük şehirlerin yeni aileleri küçük evler inşa etmeye başladı ve şehirler mimari açıdan çarpıklaştı. Bununla birlikte, yalnızlaşan kırsal topraklar yeterli bakımın olmaması ve değişen iklim şartları nedeniyle verimsizleşmeye başladı.Kırsalda yaşayan genellikle orta yaşlı kesim ile kentlerde yaşayan genç kesim arasındaki ayrım ise neredeyse bir uçurum halini aldı. Fakat, her iki tarafta da bireyler ne yazık ki giderek yalnızlaştı.
Türkiye’deki bu değişimler, pek tabii olarak bir sanat formu olan sinemayı ve sinema dilini derinden etkiledi. Hâlbuki siyah ve beyaz zıtlığından beslenen Yeşilçam Sineması da zengin-fakir, kır-kent ayrımlarını bolca kullandı. Fakat, Yeşilçam finallerinde bu zıtlıklardan çoğunlukla olumlu bir kombinasyon ile mutlu bir son yaratılırdı. Sonuç olarak, filmin ana karakteri gibi seyirciler de doğruya yönetilir ve film bir anlamda öğretici boyutta kullanılırdı. Yeni Türk Sineması bu ayrımı ve ayrımın getirdiği arada kalmışlık durumunu kucakladı. Kendini farklı kılmasının nedeni ise, bu kucaklamanın sonunda bir doğru bulma amacı olmamasıydı. Didaktik bir üslup ile öğretmenlik yapma derdinde olmayan Yeni Türk Sineması filmleri, sadece bu insanları anlamayı ve aktarmayı amaçladı. Elbette bu aktarım için hikayenin gücü önemliydi, fakat yönetmenler sadece bununla yetinmedi. Filmler içerisinde çerçevelenen mekânlarda kendi hikâyelerini anlattı.
Şehir gerçek bir beton cesetleri halindeydi ve yönetmenler bunu birebir olarak göstermekten çekinmedi. Bir labirentin içinde kaybolmuş bireyler, kocaman plazaların önünde yürütüldü ya da şehrin en çarpık ve en kalabalık yerlerinde karşımıza çıkarıldı.Bu tarz sahnelerin çoğunda bir diyalog bile duymadık çünkü, kapanın içindeki fare gibi o kadrajın içindeki karakter de bizde doğrudan bir duygu yaratmak için yeterliydi. Son dönem Türk Sinemasının birçok filmi şehir hayatı ve bireyin kaybolmuşluğu konusunu hikâyesine baz aldı. Özellikle Zeki Demirkubuz sineması çoğunluklukla bu konudan beslendi. Abluka (2015), Kaygı (2017), Çekmeköy Underground (2015), Nefesim Kesilene Kadar (2015) filmleri ise ayrıca şehir kadrajlarıyla da akılda kalan örneklerden bazıları olmayı başardı.
Fakat, Yeni Türk Sinemasında kent sadece bu tasviriyle sabit değildir. Hayat Var (2008), Uzak (2002) gibi filmlerde kent; içinde doğayı, dolayısıyla kırsalı barındıran ve bundan kopamamış bir araf gibi temsil edilir. Kent ile kırsal iç içedir ve ayrılamaz durumu yaratılır. Bu durum ise modernleşmiş bireyin aidiyet probleminin yansıması olarak görülebilir. Geldiği yerden kopamayan, bulunduğu yere alışamayan bireylerin aitlik hissiyatına varamaması ile şehirleşmiş doğanın aslında tamamen yok olmadığının sergilenmesi arasında bir paralellik hâli gözlemlenmektedir.
Kırsal temsili ise, kentin tam aksine alabildiğince boşluğu verir bize. Bir anlamda o manzarayla kucaklaşmamızı, onu içimize sindirmemizi ister.Bir Zamanlar Anadolu’da (2011), Kış Uykusu (2014), Beş Vakit (2006), Kalandar Soğuğu(2015) gibi filmlerde doğa, dolayısıyla mekân filmin anlatısında yardımcı bir öge olmaktan bir adım daha öne çıkar. Filmdeki hikâyeyi desteklemekle birlikte, bu uzun görsel boşluklar bize film hakkında düşünme imkânı tanır. Ayrıca, hala doğanın kendi kurallarının hüküm sürdüğü topraklarda insanın acizliğinin bir göstergesi olarak da izlenilebilir.