Aiskhylos’un Oresteia’sı:
Aiskhylos tarafından M.Ö. 458‘te yazılan Oresteia Üçlemesi‘nde babası Agamemnon’un intikamını almak için Orestes annesi Klyteimnestra’yı öldürür. Klyteimnestra’nın kocası Agamemnon’u öldürmek için haklı gerekçeleri vardır. Agamemnon, savaşta esir aldığı Kassandra’yı yanında getirmiş ve Klyteimnestra’dan Kassandra’ya karşı saygılı olmasını istemiştir. Bu aşağılanmayı hiçbir zaman affetmeyen Klyteimnestra için asıl yıkım Agamemnon’un Troya savaşlarına gitmeden önce başarılı olmak için tanrılara küçük kızları Iphigeneia’yı kurban etmesi olmuştur. Klyteimnestra sevgilisi Aigisthos’un desteği ile Agamemnon’u tuzağa düşürür ve öldürür. Kocasının ölümüyle birlikte gücü eline alan Klyteimnestra, eril düzenin düşmanına dönüşür ve babasının intikamını alması istenen oğlu Orestes tarafından öldürülür. Orestes, Atina mahkemesinde yargılanırken, Klytaimnestra’nın kocasını öldürmesinin cezalandırılması gereken bir suç olmadığını söyleyen anaerkil yasalardan yana olan Erinys’ler ile soyun babadan geldiğini ve dolayısıyla babanın öldürülmesinin cezasız kalamayacağını söyleyen yani ataerkil yasaların savunucuları olan Apollon ve Athena karşı karşıya gelir. Oyunun sonunda ataerkil düzen kazanır ve annesini öldüren Orestes suçsuz bulunur. Bu Yunan tragedyasında Aiskhylos aslında anaerkil düzenden ataerkil düzene geçiş sürecini anlatır. Benzer bir hikâye aynı topraklarda 2500 yıl sonra Yaşar Kemal tarafından anlatılır. Hasan da Büyükanasının ve köylünün baskısına dayanamaz ve babasının öcünü almak için masum anasını öldürür. Köylülerin anlattığı mitler, Büyükananın feryatları, Hasan’ın sanrıları ve Esme’nin güzelliğinin anlatılış biçimi bu Yunan tragedyasının filmdeki yansımasıdır.
Márquez’in Kırmızı Pazartesi’si:
“Santiago Nasar, onu öldürecekleri gün, piskoposun geleceği gemiyi karşılamak için sabah saat 5.30’da kalkmıştı.” Hikâyesini anlatmaya böyle başlar Gabriel García Márquez Kırmızı Pazartesi kitabında. Bütün kitap boyunca Santiago Nasar’ın sonunda öleceğini, onu ölüme götüren yaşananları ve bir kasaba dolusu insanın bu ölümü durdurmak için hiçbir şey yapmamasını okuruz. Tıpkı Yaşar Kemal tarafından 1976 yılında kaleme alınan Yılanı Öldürseler romanı gibi. Güzeller güzeli Esme ölecektir ve bu ölümü durdurmak için kimse kılını kıpırdatmaz. İki yüzlü ahlâk düzeni, bir bebekten katil yaratmayı başarır. Hasan’a anasını öldürtür. Aiskhylos’tan Márquez’e uzanan bir tragedya! Yaşar Kemal’i evrensel olmamakla eleştirenler için Yılanı Öldürseler tek başına çok güzel bir yanıttır. 2500 yıldır Anadolu’dan Güney Amerika’ya kadar değişmeyen bir töre cinayeti hadisesidir anlatılan. Yani Yaşar Kemal’in bir gün bir mülakatında söylediği gibi, “Aslında tüm yazarlar kendi Çukurova’sını yazar.”
İki Büyük Kadın Karakter: Esme ve Büyükana
Filmin yönetmen koltuğunda sinema kariyeri boyunca beş film yönetmiş olan Türkan Şoray oturmaktadır. Filmin yapım yılı gözetildiğinde Türkan Sultan’ın bu filmi seksen sonrası Türkiye’sinde çekmesi tesadüf değildir. Zira seksen sonrası Türk sinemasında kadın temsili değişmiş ve feminizmin güçlenmesiyle kadının toplumsal cinsiyet bağlamında yaşadığı sorunlar güçlü kadın karakter tasviriyle beyaz perdeye yansıtılmıştır. Yılanı Öldürseler romanı da Esme ve Büyükana gibi çok güçlü iki kadın karakteri bünyesinde barındırır. Bir yanda bütün bir köyün hışmına uğrayacağını bile bile sevdiği adamın ölüsünü köpeklere yem olmaktan kurtaran Esme dururken; diğer yanda geleneğin ve mizojininin sembolü Büyükana vardır. Evet Büyükana başlı başına bir paradoksu yansıtır ve toplumsal cinneti körükleyen mizojininin baş aktörü bu kadın temsili üstünden resmedilir. Belki de bir ismi bile olmaması ve toplumsal kimliği ile romanda ve tabii ki filmde kendine yer bulması da bu yüzdendir. Çünkü Büyükana spesifik olarak biri değildir. O toplumun ta kendidir!
Filmde dört ana karakter bulunmaktadır: Esme, Hasan, Büyükana ve Halil. Esme, Çukurova’da Anavarza’da güzelliğiyle ün salmıştır. Nuri İyem’in tabloları kadar güzeldir Esme. Sık sık yan karakterlerin ağzından “Allah bin yılda bir yaratır Esme gibi bir güzeli.” cümlesini duyarız. Halil’in ve Abbas’ın ölümü ise Esme’ye dokunanın yaşamayacağı inancını pekiştirir köylüde. Esme bundan sonra tanrıçalaştırılır. Ancak bu tanrıçalaştırma hayra alamet değildir. Çünkü tanrıçalarla iletişim kurulmaz. Esme günden güne yalnızlaştırılır ve beklenen sona bu şekilde hazırlanılır. Esme sessizliğiyle edilgen bir yapı sergilese de güzelliğinden ve haklılığından aldığı güçle kimseye boyun eğmez ve oğlunu almadan köyü terk etmez. Öldürüleceğini bile bile köyde oğluyla kalmaya devam eder. Köy halkının Halil’in tabutunu taşıdığı sahnede, Esme’nin tek başına Abbas’ın mezarında görünmekten çekinmemesi Esme’nin cesaretinin tezahürüdür. Esme’nin sessiz direnişi Büyükana’yı ve köylüyü iyice çileden çıkarır. Esme’nin ortadan kaldırılması için önce Hasan’ın delirtilmesi gerekmektedir. Hasan’ın amcaları Hasan’a şehirden ceket, pantolon alırlar. Beline de bir fişeklik sararlar. Küçücük Hasan’ı erkenden adam ederler ki büyüsün de anasını öldürsün diye. Köyün delisi Kerim ise bir gece Halil’i gördüğünü söyler. Halil hortladı diye meydanda dolanmaya başlar. Hortlayan Halil kanının yerde kalmamasını ister. Her gece başka bir hayvanın donuna girer Halil. Halil’in bu zulümden kurtulması için Esme’nin ölmesi gerekir. Böylece hikâyeye hortlak miti dahil olur. Anadolu hikâyelerinde hortlak miti incelendiğinde hortlaklık müessesesinin kanı yerde kalan erkek bireylere özgü olduğu anlaşılmaktadır. Köylünün gözünde Esme’yi zorla kaçırıp ona tecavüz eden Halil Ağa yiğittir, merttir. Kanı yerde kaldığı için hortlamıştır. Tek suçları birbirlerini sevmek olan Abbas ve Esme ise ahlâksızdır. Öldürülen Abbas’ın hortlaması söz konusu değildir. Çünkü Abbas ağa değil, eşkıyadır. Bu kadar haksızlığa uğradıktan sonra oğlu tarafından öldürülen Esme’nin de hortlaması mümkün değildir zira kadındır. Bir kadına ait olan ruh yattığı yerde huzursuzluk çekse bile hortlaması pek olası değildir.
İki Yüzlü Ahlâk ve Toplumsal Cinnet:
Esme’nin öldürüleceği en başından bellidir. Esme’yi ölüme götüren şey ise anaerkil düzenden ataerkil düzene geçişte, doğurması nedeni ile bir nevi yaratma gücüne sahip kadını bastırma ve değersizleştirme zihniyetinin tezahürü ahlâk anlayışıdır. Bu iki yüzlü ahlâk anlayışı, Esme’yi kaçırıp ona tecavüz eden Halil’i yiğit, Esme’yi ise yalnızca güzel olduğu için ahlâksız addeder. Köylü genç ve dişi Esme’yi ortadan kaldırmaya kararlıdır. Ancak köylüye bu aklı da yine bir kadın olan Büyükana verir. Halil’in anası Büyükana sanki bütün köyü büyülemiş gibi etkisi altına almıştır. Büyükana ne derse köylü bire bin kattığına inanıp, Esme’nin ölmesi gerektiğini oğlu Hasan’ın aklına sokar. Büyükana’nın sözünün bu kadar geçmesi de yine ataerkil anlayışın bir sonucudur. Çünkü bir kadın ancak yaşlanıp da doğurganlığını ve cinsel cazibesini kaybettiğinde yani bir nevi erilleştiğinde sözü dinlenir hale gelmektedir. Büyükana oğlumun kanlısı deyip öldürtememiştir Hasan’a Esme’yi. Bu kez Esme’nin güzelliğini alır yatırır Büyükana. Esme o kadar güzel ki her gece başka adamı alır yatağına der Hasan’a. Hasan anasını kıskanmaya başlar. Onu başka adamlarla hayal etmeye başlar. Ama Hasan anasını öldüremeye kıyamadıkça öfkesini bir başka ana temsili olan doğa anadan çıkarır. Kırlangıç yuvalarını, kartal yuvalarını bozar. En sonunda köyü ateşe vermeye kadar götürür işi. Köylü için tüm bunların müsebbibi Esme’dir. Hortlayan Halil’in huzur bulması için Esme’nin ölmesi şarttır. İki yüzlü ahlâk anlayışına sahip köy halkı Büyükana’nın güdümüne girip Hasan’ın aklını çeler. Hasan’ın, toplumsal bir cinnet halinden sağ kurtulabilmesinin tek çaresi anasını öldürmektedir. Büyükana yılanı öldürseler der. Yılan ona göre Esme’dir. Oysa Yaşar Kemal’e göre yılan, içimizdeki şeytandır. Yılan bir yandan kötülüğü temsil ederken diğer yandan Hasan’ın içinde bulunduğu toplumsal cinneti sembolize eder. 1950’ler Anadolu’sunda geçtiği varsayılan bir olaya dayanan bu hikâyede anlatılanlar sanki eskilerde kalmış gibi görünse de aslında biçim değiştirerek günümüzde olduğu gibi yaşanmaktadır. Büyükana’nın etrafına topladığı köy halkıyla birlikte film boyunca Esme için sarf ettiği sözler bugün kamuoyu adı altında her gün maruz kaldığımız linç kültürüne ait muamelenin sanki bir izdüşümüdür. Bu eserin zamanla sınırlanmaması, köy-kent kavramlarıyla sınırlanmamasının tek nedeni ise işte bu gelenekle çağdaşlığın örtüştüğü acıları çok iyi irdelemesinde yatmaktadır.
Filmin senaryosunu Işıl Özgentürk, Yaşar Kemal, Türkan Şoray ve geçtiğimiz günlerde kaybettiğimiz ünlü yapımcı Çiçek Arif lakaplı Arif Keskiner yazmıştır. Türkan Şoray’ın bir söyleşide belirttiği üzere senaryonun gerçekçi kısımları Yaşar Kemal’e, fantastik ögeler ise Işıl Özgentürk’e aittir. Film Yaşar Kemal’in doğup büyüdüğü köy olan Hemite’de çekilmiştir. Filmin müzikleri ise usta sanatçı Zülfü Livaneli’ye aittir. Türkan Şoray yönetmenliğin yanı sıra filmde Esme karakterini canlandırmıştır. Şoray’a Talat Bulut, Mahmut Cevher, Aliye Rona, Ahmet Mekin, Yaman Okay, Erol Demiröz, Hüseyin Peyda ve Pars Sezer eşlik etmiştir.