Nobel ödüllü İsveçli bilim kurgu yazarı Harry Martinson’ın 1956’da yazdığı Aniara adlı uzun epik şiirinden yola çıkan film, insanın dünyayı yaşanmaz hâle getirdikten sonra Mars’a taşınmaya çalışmakta olduğu yakın bir gelecekte geçmektedir. Aniara (2018), rotasından sapan bir uzay gemisinin içinde sıkışıp kalan yolcuların hikâyesini anlatmaktadır. Başlarda yalnızca birkaç haftalık bir yolculuk gibi görünen bu süreç, hızla sonsuz bir bekleyişe dönüşürken gemideki insanlar zamanla hem fiziksel hem zihinsel olarak çözülmeye başlar.
Aniara yalnızca klasik bir “uzayda hayatta kalma” filmi değil, aslında varoluş, anlamsızlık, umut ve kaçınılmaz son üzerine felsefi bir düşünme deneyimi sunmaktadır. Filmin yarattığı klostrofobi, evimiz olan Dünya’yı çok daha iyi korumamız gerektiğini hatırlatırken, bu duygu yoluyla doğanın, çevreye önem vermenin ne kadar hayati olduğunu da duyumsatmaktadır. Kuru ve ezber bir bilgiyle değil, olabilecekleri sezdiren anlatısıyla izlemesi zor bir film olduğu söylenebilir. Bilim kurguyu yalnızca teknolojiyle değil, insan ruhunun karanlık kıvrımlarıyla ilişkilendirerek biçimlendirir. Bu hâliyle sadece bilim ya da gelecek vizyonu değil, bugünün önemine dair bir bakış açısı sunmaktadır.
Minimalist sinemasıyla büyük sorular sormakta olan film, Andrei Tarkovski’nin Solaris’i (1972) ya da Jonathan Glazer’ın Under the Skin’i (2014) gibi daha şiirsel, düşünsel bilim kurgulardan hoşlananlar için bulunmaz bir deneyim vadetmektedir. Felsefi bilim kurgudan hoşlananlara, varoluşsal boşluk ve zaman temalarını sevenlere ve sakin ama derinlikli filmleri tercih edenlere hitap etmektedir.