Aynı çatı altında yaşayan ama birbirlerinden iyice uzaklaşmış iki insan, bu uzaklaşmanın suçunu hep karşısındakine atar. İki kişiden biri muhakkak ki ilgisiz, bencil, büyük ihtimalle eşini aldatmış taraftır ve bir ömür aynı suçlanmalara maruz kalır. Peki, tüm hayatını kendisini affettirmek için geçirebilir mi? Ya da bir diğeri tüm hayatını aynı hataları yüze vurarak nereye kadar götürebilir? Bu iki farklı sorunun tek bir cevabı var; aynı anahtarla eve girerken dışarıda unuttukları sevgilerini onlara fark ettirecek bir hastalık ya da bir musibet başlarına gelene kadar. Gus Van Sant, seyircisinin karşısına bu sorunun cevabını vermek ve yanınızdayken sevmeyi ihmal etmeyin demek için çıkıyor bu sefer. Kimi izleyenler tarafından keşke çıkmasaydı, yorumu gelmiş olsa da herkesin yorumu kendine, diyerek filme bir şans verilmesi taraftarıyım.
My Own Private Idaho (1991), Even Cowgirls Get the Blues (1993), Goodwill Hunting (1997), Elephant (2003), Paris, J’etaime (2006) ve Milk (2008) gibi sinema dünyasında hatırı sayılır filmlerinin yönetmeni Gus Van Sant’ın son filmi The Sea of Trees (2015) bir karı koca arasındaki geçimsizliğe ve sonunda bu geçimsizliğin getirdiği pişmanlığa değiniyor. Arthur rolünde Oscar ödüllü Matthew McCoughney ve onun eşi Joan rolünde Naomi Watts’ın karşımıza çıktığı film; yer yer sıkıcı boyutlara ulaşıyor, yer yer meraklandırıyor izleyiciyi. Neredeyse her türde kendini denemiş ve bunu kendi hayran kitlesine kanıtlamış olan yönetmen, hikâye olarak hiç riske girmeden modern hayatın getirisi olarak birbirinden uzak ve ilgisiz çiftlerin sorunlarını ve bunları çözememe sorunsalını seçmiş. Fuji Dağı eteklerinde bulunan ve Golden Gate Bridge’den sonra ölmek için en mükemmel ikinci yer olarak seçilen Aokigahara İntihar Ormanı’nın sinematografik açıdan yadsınamaz bir yeri var filmde. Yönetmen ise seyircisini korkutmak mı yoksa üzmek mi istediğine karar verememiş gibi görünüyor. Yerdeki cesetler, ağaçta asılı bedenler, çadır içinde iskelet olmuş insanları görünce seyirci olarak ürksek de Arthur ve ruh arkadaşı Takumi, cesetlerin üzerinden çıkardıkları kıyafetleri en soğukkanlı hâlleriyle giymekte hiç tereddüt etmiyorlar. Arthur’un metrelerce yüksekten düşerken kayalarda yuvarlanarak yere çakılmasının ardından kendisine hiçbir şey olmaması ise filmdeki mantıktan uzak sahnelere bir örnek.
Arthur’un gözünden gördüğümüz geriye dönük anlar, bize onun neden o ormana gitmeyi seçtiğini anlatıyor. Karısı Joan, işi yüzünden sürekli kocasını bir nevi aşağılayan, her cümlesine bir kulp bulmaya çalışan ve eskiden aldatıldığını unutamayan alkolik bir kadındır. Bizim gördüğümüz, her gecelerinin sonu bir kavga kıyamet. Ta ki, Joan’ın hastalığını öğrenene kadar. Çünkü o andan sonra her şey değişiyor ve kavga etmekten birbirlerini sevmeyi unuttuklarını fark ediyorlar. Arthur, Joan’ın sigorta numarasını biliyorken en sevdiği renk ve mevsimi bilmediğini fark ediyor. Trajik olan da, karı kocanın bu eksiklerini tamamlamaya çalıştıkları sırada başlarına gelen olay. Başındaki kütle ile başa çıkabilen Joan’ın, yolun ortasındaki bir kütle yüzünden değişen hayatı Arthur’u da hiç beklenmedik bir şekilde etkiliyor. Ve yolunu Tokyo’daki Aokigahara’ya çeviriyor. Rivayetlere göre oradan geçen ruhlar, geçtikleri topraksız yerde bile çiçek açtırıyor. Ve burada aklıma gelen Wong Kar- wai’nin şaheseri, In the Mood for Love’a (2000) selam durmadan geçemeyeceğim.
Filmografisine bakıldığında çok daha kaliteli filmlere imza attığını bildiğimiz Gus Van Sant’ın biz izleyicileri hayal kırıklığına uğrattığı bir gerçek, fakat içinizde olan ve onu olduğu yerden çıkaramadığınız sevgi tohumlarınızı bulmak istiyorsanız The Sea of Trees’e bir şans verin derim. Yönetmene küsebilirsiniz, ama belki kalbinizi iyileştirirsiniz?
Yani bir nevi.