Zamanı düzlemsel bir çizgi hâlinde deneyimleyen insan için atom altı parçacıkların belirsiz, zamansız, mekânsız evreni, bir bakıma dehşet verici gerçeklikler barındırır. Dünün geçmişte kalması, şimdinin hissettirdikleri, yarının şüpheli beklentisi güvenlidir. Ancak dün ile yarın, şimdiki zamanda birbiriyle iletişim hâline geçtiği noktada paralel bir evren kurulur ve insan, tıpkı deneyimlediği zaman gibi paramparça olur. Dünkü kimliğiyle yarınına hitap ederken ne varlığını anlamlandırabilir ne de kendini bu yeni evren içinde konumlandırabilir. Kuantum fiziği ile beşerî olguların çatıştığı bu karmaşa, insana bir doğum simülasyonu yaşatır. Zira doğum ânında olduğu gibi bu çatışma esnasında insan, dünyasını kurduğu evrenler arasında geçiş yapmanın travmasını deneyimler. Acı içinde gerçekleşen bu travma, idealize edilmiş düşsel dünyalardan ve illüzyonlardan sıyrılan insanın gerçeklikle tanışma ânını da temsil eder. Güney Koreli yönetmen Celine Song’un, Past Lives’ta (2023) beyazperdeye aktardığı gibi; insan, ancak arkasında bir şey bıraktıkça yeni evreninde bir şey kazanır.
2023’ün sinema dünyasına kazandırdığı yapımlarından Past Lives, insan hayatına ilişkin büyük adımlar ve radikal kararlar içeren kurgusuna rağmen yansıttığı hayatın temposunu oldukça yavaş tutar. Karakterler, mekânlar ve olaylar ne karmaşık ne de derinliğe sahiptir. Ancak yüzeysel olarak nitelendirilebilecek denli sade kurgunun senaristliğinde de imzası olan Song, geçerliliğini hiçbir zaman yitirmeyen, insanın varoluşuna ilişkin kadim tartışmayı derinlere taşımayı başarır. Adı üzerinde ‘geçmiş yaşamlar’ filmin ana konusunu oluştururken bu yaşamlara yöneltilen kuşku, alternatif dünyaları doğurur. Filmin başkahramanı Na Young, çocukluğunu ve gençliğini Seul’de geçirmiş Koreli bir kızdır. Çocukluktan henüz ergenliğe geçtiği dönemde Hae Sung adında bir çocuktan hoşlanmaya başlar. Karşılıklı olan bu duygular, zamanla ikili arasında sessiz bir aşka dönüşür. Ancak Na Young’un sanatçı ailesi, çocuklarının daha iyi ve uluslararası bir eğitim alabilmesi için Kore’den ayrılıp New York’a yerleşme kararı alır. Bu, iki âşığın birbirlerini göremeyecekleri uzun soluklu bir virgül koyar hayatlarına. İlk ayrılığın gerçekleştiği veda sahnesinde objektif, bir tarafında Seul varoşları, diğer tarafında ise ‘yukarı’ doğru uzayan bir merdivenin olduğu bir sokak ayrımını gösterir. Hae Sung, vedasının ardından varoşların derinliklerinde kaybolurken Na Young, parlak bir geleceğin metaforu hâline gelen merdivenlerin basamaklarını çoktan çıkmaya başlamıştır bile.
Senaryo, sosyo-ekonomik ayrımla varlıklı-yoksul çatışmasının olduğu klasik bir kurgu sunmaz neyse ki. Tam on iki yıl sonra sosyal medya üzerinden tesadüfen birbirini bulan ikili, yetişkin hayatlarında çocukluklarından kalma aşkı, bu kez imalarla hissettirmeyi sürdürür. Birbirlerine hâlâ delice âşık olduklarını söylemeye çekindiklerinden “Seni özledim” demekle yetinirler; ancak ikisi de bilir ki özlemek, sevmektir. Ve sevmek, araya fiziksel mesafelerin girdiği bir dünyada mekân kavramını yeni baştan tanımlar. Beşerî alandan çıkıp fizik bağlamına geçtiğimiz noktada kuantum fiziğinin tam da odak konusu olan bu durumu Na Young, Kore’de kullanılan “In-yun” kavramıyla açıklar. In-yun, çoğuna göre kader demektir; ama geçmiş zamana nokta koyup geleceğin bilinmez olduğu bir kader anlayışından farklıdır. İnsanlar arasındaki dolaylı ilişkiler ağını temsil eden, bütüncül bir yapısı vardır. Temelinde reenkarnasyon fenomeni yer alan In-yun anlayışına göre bir kişi, örneğin bir başkasıyla rastgele gibi görünen bir durumda bir araya geliyor, bir eşyasına temas ediyor, adını işitiyor, yahut fotoğrafını görüyorsa bu durum, önceki yaşamında muhakkak o kimseyle bir bağı olduğu anlamına gelir. Dolaylı veya doğrudan da olsa insanları görünmez bir tarih ağıyla birbirine bağlayan bu anlayış, geçmişle geleceği de şimdiki zamanda deneyimlenecek şekilde birleştirmiş olur. Yani önceki hayattan kalan, noktalanmamış her ilişki, ileriki bir zamanda ve bir başka yaşantıda varlığını sürdürecektir.
In-yun anlayışına inanan ve hayatındaki her tesadüfü bununla açıklayan Na Young, gençlik aşkıyla bir süre internet üzerinden görüştükten sonra her ikisinin önünde uzanan muhtemel kader planlarının, onları uzun bir vakit daha bir araya getiremeyeceğini görür. Ne o, tüm kariyerini bırakıp Seul’e gitmeyi göze alabilir ne de Hae Sung okuluna ara verip Amerika’ya seyahat edecek vakte sahiptir. Dolayısıyla ilişkilerine yine bir virgül koymaya karar veren ikili, bir başka on iki yıllık ayrılığı başlatmış olur. Ne var ki görüşmedikleri bu süre zarfı içinde Na Young, Amerikalı bir adamla evlenmiş, hayallerini gerçekleştirerek bir yazar olmuştur. Hae Sung ise okulunu başarıyla bitirdikten sonra Seul’de mühendislik yapmaya başlamıştır. Ancak farklı yollarda birbirinden habersiz ilerleyen bu iki yolun alınyazısında kesişim noktası hep kendi vaktini beklemektedir. Yine tam on iki yılın ardından Hae Sung, New York’a gelir ve Na Young ile buluşup eski günleri yâd etmek ister. Artık hayatlarının çiçeği burnunda tazeliğini geride bırakıp demlendiği evresine geçmiş olan ikili, bu kez bambaşka kimliklerle bir araya gelir.
Bu noktaya kadar hiçbir aksiyonun olmadığı, durağan tempoda ilerleyen senaryo, iki âşığın bir araya geldiği her kesişim noktasında izleyiciye gizli bir gerilim yaşatır. Zira filmin başından itibaren her iki karakterin de iç dünyasına hâkim olan izleyici, ortada dillendirilmekten kaçınılan kocaman bir aşkın olduğunu pekâlâ bilir ve âşıkların bir araya geldiği bir mutlu son beklentisi içine girer. Fakat film, bu beklentiyi daima erteleyerek bir gerilim ortamı oluşturur. Nihayetinde Na Young’ın, başından beri bu ilişkiden haberdar olan kocası, herkesin ‘susturduğu’ malûm soruyu sorar: (tanıştıkları yeri kastederek) “Peki ya o rezidansta farklı biriyle tanışsaydın şimdi onunla mı olurdun?” Ve bu soruyu, çocukluk aşkına koyduğu virgülün ardındaki yarım kalmış cümleyi izleyen Hae Sung’un sorusu takip eder: “New York’a on iki yıl önce gelseydim ne olurdu?”
Sahiden, “ya ne olurdu” ile başlayan bu alternatif senaryolar; kurgu, hayal veya kuruntu olmaktan çıkıp deneyimlenen ‘şimdiki zaman’ gerçekliğine dönüşseydi ilişki ağları yine aynı şekilde mi kurulurdu? Bu soru, filmin en başında Na Young, kocası ve Hae Sung’un bir araya geldiği akşam yemeğinde bir dış sesin, objektiften yansıyan üçlü arasında alternatif ilişkiler oluşturmasıyla aslında dile getirilmiştir. Dış ses, üçlüye bakarak hangisinin kiminle nasıl bir ilişki içinde olduğuna dair tahminlerde bulunur. Bunlardan birine göre iki Asyalı sevgili, Amerikalı arkadaşlarıyla buluşmuştur. Bir diğerinde Amerikalı adam, Asyalı kadın ve erkek kardeşiyle tanışmaktadır. Bir başka alternatifte ise Asyalı kadın, diğer iki arkadaş arasında tercümanlık yapmaktadır. Dile getirilen her ilişki ağı, üç karakter için de farklı bir hayat kurgularken ortak ve kaçınılmaz nokta, üçünün de birbirine bir tür In-yun ile bağlanmış olmasıdır.
Peki, farklı alternatif yollar gösterse de nihayetinde aynı noktada düğümlenen bu kader ağı ‘mutlak’ bir sonuç mudur? İşte bu da günümüzün post-yapısalcı yaklaşımıyla yanıt arayacağımız -veya yanıtsız kalıp içinde kaybolacağımız- esas soruya getirir bizi. Ummadığımız anda bizi bulan tesadüfler, kaderimizin ‘belli’ bir başkahramanının olmadığını gösterir bize. Evreni kendi algı çerçevemizde anlamlandırmaya çalışırken kontrolümüzün, bilgimizin, farkındalığımızın dışında bir başka etken, muhakkak kurduğumuz düzene alternatif bir yaşantı ekleyecektir. Merkezden yoksun ve her an yıkılıp değişmenin eşiğindeki bu zaman anlayışında, yaşadığımızı zannettiğimiz şimdiki zaman, pekâlâ bir başka hayatın öncesi veya sonrası olabilir. Dahası, hiç gerçekleşmemiş bir “ya ne olurdu” sorusunun, kurgusal cevabını deneyimliyor da olabiliriz. İşte bu ayrıma vardığımızda da gerçekliğimiz, somutluğunu yitirir. Kendimizi bir sahtelik algısı içinde bulur, kuşkudan ve belirsizlikten mürekkep bir yolda savrulmaya başlarız. Nitekim Na Young’un, kadim aşkı Hae Sung’u son kez bir bilinmezliğe uğurladığı veda sahnesindeki zihinsel ve duygusal durumu da bu varlık-yokluk karmaşasının sonucudur. Taksiye bindirip arkasından el salladığı, sadece Hae Sung değildir; gerçekliğinden hiçbir zaman emin olamayacağı, alternatif bir ‘geçmiş zaman’ kitlesi, yahut belki hiç yaşanmayacak bir ‘gelecek zaman’ kurgusudur. Anlamlandırmanın mümkün olmadığı, böylesi bir algı kıskacında şimdiki zamanı hissedebilir mi insan?
Çoğu eleştirmen tarafından basit olarak değerlendirilen bir kurgu, olası bir hikâye üzerinden anlatılan klasik bir olay, aslında postmodern insanın kimlik bunalımını ağır adımlarla, ağır bir travma olarak, ağır şekilde izleyiciye yaşatır. Filmin sonundaki buruk ayrılık, âşıkların kavuşmalarına ilişkin hiçbir zaman gerçekleşmeyen beklentiden ziyade, “ya ne olurdu” sorularının yanıtsız kalmasındandır. Öte yandan In-yun anlayışı bakımından, muhtemel bir tesadüf diye düşündüğümüz rastlantıların, anlamlı bir buluşma olma ihtimali de dehşet vericidir. Ya yirmi dört yıl evvel Na Young, o merdiven basamaklarını âşık olduğu gençle birlikte çıksaydı? Ya iki âşık, el ele verip yol ayrımının diğer tarafında ilerleseydi? Ya Na Young, son vedalarında taksiye atlayıp Hae Sung ile bambaşka bir dünyaya gitseydi? Zaman katmanları ve bağlamlar değiştikçe bu sorulara cevap veren alternatif yaşamlar da dallanıp budaklanır, üstelik daha çok soruyu beraberinde getirir.
“Arkada bırakılan her yaşam, bir başka şeyi kazandırır insana.” Ancak Na Young’un, gerçekliğine dair hep merak içinde kalacağı yeni bir kapıyı bir kenara bırakıp içinde bulunduğu yaşama tutunması; şimdiki ânın güvenliğine sığınmaya çalışması, hiç değilse ‘sonsuz alternatiften’ Song’un objektifine düşen ‘bir tanesine’ noktayı koyar. Kim bilir, tıpkı Hae Sung’un son sözlerinde dile getirdiği gibi; belki kavuşmak, bir sonraki yaşantılarının hikâyesi olacaktır.
Çok güzel yorum