Temmuz 2011, İzmir
Hava çok sıcak. Sadberk’le dünden beri karşılıklı oturmuş, boş duvarlara bakar gibi birbirimize bakıyoruz. Vakit daha öğlen bile değil… Günü kurtarmak için yapılacak en akıllıca hareketin film izlemek olduğuna karar veriyorum.
“Kalk Sadberk, film izleyeceğiz!”
“Ne filmi ya, bu sıcakta?”
“Greenaway filmi Sadberk’çiğim, haydi…”
Sadberk’i ikna etmek kolay olmuyor. Ne de olsa benim kadar ilgili değil sinemaya. Filmin adını söyleyince bir-iki kitap karıştırmaya koyuluyor bizimkisi, ismin uzunluğundan yakınmayı da ihmal etmiyor.
“Merak etme Sadberk’çiğim, yazımda ismi senin için daha da uzatacağım!”
Karıştırdığı kitapların birinden heyecanla başını kaldırıyor, ben DVD’yi hazırlarken:
“Greenaway’in en başarılı filmi diyorlar?”
“Evet, öyle diyorlar. Sen yine de kendi fikrini edinmeye bak, e mi?”
Film başlıyor nihayet. Biz keyifle koltuklarımıza kurulmuş sokak köpeklerinin kokmuş etleri kemirmesini izliyoruz. Sadberk’in yüzünden tiksinmeyle karışık bir çaresizlik okuyorum bu saniyede. Ona sabretmesini, her şeyin bir anlamı olduğunu, hikâye ilerledikçe filmden inanılmaz keyif alacağını söylemeli miyim? Yoksa birazdan gelecek sahneler için uyarsam daha mı iyi olur? Sadberk duyduğu müzikten etkilenmişe benziyor filmin o “uzuuun” adı gözümüzün önünde mavi harflerle parladığında, ama sahne ilerledikçe az önceki tiksinme ifadesinin yanına dehşetin de eklendiğini görüyorum. “Nereye düştüm ben?” der gibi bakıyor Sadberk bana. Bu bakışı çok iyi tanıyorum.
“O ne ya? Adama yedirdikleri şey mi? Yani. Şey mi?”
“Ta kendisi Sadberk. Ama hatırlat da, bu konuyu film bittikten sonra tartışalım!”
Susuyor… Filmi izlemeye koyuluyor bu kez ciddiyetle. Ekranda garaj benzeri karanlık bir sokakta –ki burası bir restoranın mutfak girişine tekabül ediyor aynı zamanda- sadist bir adamın (Albert), kendisini kızdırmış olduğu durumun her yerinden okunan bir başka adamı aşağılaması gösteriliyor. İğrenç, ama yine de başka bir yöne çeviremiyoruz bakışlarımızı. Adamın abartılı giyimli karısı (Georgina) ise serinkanlı bir şekilde olanları izliyor. Kocasına adamı rahat bırakmasını söylüyor aynı serinlikle. Yemeklerini yemek üzere mutfaktan geçerek restorana yöneliyorlar. Mutfağa girdikleri anda Sadberk’ten “Mutfak yeşil!” yorumu yükseliyor. Sonunda filmin içine girdi bizimkisi. Mutfak olarak betimlenen yer ise geniş bir depodan farksız. Yarı çıplak yemek hazırlayan insanlar, büyük kazanlar, ölü hayvanlar, platin rengi dik saçlarıyla soprano tonlarda şarkı söyleyip bulaşık yıkayan tuhaf çocuk, bir ördeğin tüylerini yolmakla meşgul bir adam… Sadberk’in yüzündeki tatmin ifadesi ise paha biçilemez. Doğru filmi seçtiğimi biliyordum:
“Yeşil… Talihsizliğin, cömertliğin, yenilenmenin ve kıskanılmanın rengi…” imiş!
Teatral bir lezzetle kameralar dördüncü duvarı olmayan mutfağın içinden bu kez kırmızı tonların hâkim olduğu yemek bölümüne kayarak geçtiğinde, filmin nevi şahsına münhasır müziği kulaklarımıza doluyor. “Frans Hals” diyor Sadberk bu kez, duvardaki devasa kopyayı kastederek. 17. yüzyıldan fırlayıp gelmiş centilmenler, refah içinde yemeklerini yemekteler. Bu tabloyla gözümüz arasında cereyan eden durum ise iştah açıcı: Albert Spica, namı diğer Hırsız, ekürisiyle birlikte yemek yiyor. Hepsinin üzerlerinde şu bizim 17. yüzyıl beyefendilerinin kostümlerinin birebir aynıları…
Kırmızı… Güç, şiddet, öfke ve tutkunun rengi…” cümlesi tınlıyor bu kez kulaklarımda.
Gözleri ve kulakları rahatsız edici şekilde sanat, para, yemek, zevk, tatmin, cinsellik üzerine sayısız cümleler kuruluyor yemek masasında. Seksten zevk almakla, yemekten zevk almak ilişkilendiriliyor. Sadberk anlamaya başlıyor filmin başındaki o tiksindiği sahneyi şimdi. Yemek masasının şaşasına, gürültüsüne, hareketliliğine, kalabalığına rağmen Georgina son derece sessiz ve uzak… Bir adam (Michael) var karşı masada, tek başına yemek yiyen. Kitap okuyor aynı zamanda. Kitabının rengi yeşil. Georgina masadan kalkıyor bir ara. Tuvalete vardığında elbisesinin kan kırmızı rengi beyaza dönüyor. Ama aslında değişmiyor kıyafeti, sigarası bile üzerindekinin rengini alıyor. Modelin değişmezliği ondan… Georgina’nın bürünmesi gereken renkler var, Albert’ın da öyle. Şimdi ise beyaz. Rengi hiç değişmeyen Aşçı (Richard) gibi…
“Beyaz… Sadeliğin, saflığın, huzurun, özün rengi… Beyaz, insanın kendisi…” diyor Sadberk.
Georgina ve Michael bir anda birbirlerinin çekiciliğine kapılıp tuvalette sevişiyorlar. Kitap okuyan, düşünen, renk değiştirmeyen entelektüel bir “muhalif”, dediğini yaptıran, barbar, çirkin “faşist”e karşı ilk zaferini böylece kazanıyor. Ağzımız kulaklarımızda… Michael’ın rengi kahverengi:
“Güvenilirliğin, değişmezliğin, kalıcılığın, rahatlığın rengi…” diye de ekliyor.
“Greenaway’in ressam olduğunu biliyor muydun, Sadberk?” “
Hayır. Ama hiç şaşırmadım doğrusu… Hele de Helen Mirren’ın Rönesans vücudunu gördükten sonra…”
Bundan sonrasında restoranın mutfağı, aşıklar için bir kaçış yeri oluyor. Richard onları hem, beslemekte, hem korumakta, hem de saklamakta. Albert restoranda olup biten her şeye müdahale etmesine rağmen, onları mutfakta bulamıyor. Çünkü Albert mutfağa ait değil. Mutfak, her ne kadar teknik olarak Albert’ın olsa da, aslında Albert’ın değil. Albert, “üretime” ait değil. Bu nedenle ne yaparsa yapsın Richard’ı kovamıyor, ona boyun da eğdiremiyor. Albert, üretilen bir şeyin değerini bilmek yerine, onu tüketmeye odaklanmış. O her şeyi kendi istediği gibi yapmaya, kendi zevkine uymayan şeyleri de, tıpkı Georgina’nın yemeğine yaptığı gibi, berbat etmeye alışkın. Albert, kapitalizmi, hatta faşizmi temsil ediyor… Bu yüzden “Hırsız” olan Albert!
Georgina ise, kapitalizm ile aydın, muhalif solun arasında sıkışıp kalmış halktan başkası değil. Neden Albert’la evli, bilmiyor. Birbirlerinin isimlerini bile çok sonra öğrenen Michael ve Georgina’yı gözeten Richard ise işçiyi, emekçiyi, sanatçıyı temsil ediyor.
“Adam çok ciddi kafa yormuş be!”
“Biz de kafa yoralım diye yapmış bence, Sadberk. Adam, ne izlediğinin farkında olan bir seyirci istiyor. Görsel sanatların da, siyasi sembollerin de ve hatta dini sembollerin de farkında olan bir seyirci…”
Ve nihayet Albert, karısını elinden alan entelektüel aşık Michael’ı öldürmeye, ve dahi onu yemeğe ant içiyor. Sahip olduğu her şeyi yiyerek tüketebilen, karısını da, yanında çalışanları da kendi malı gibi gören Albert, elbette ki düşmanını da yiyerek tüketebileceğini düşünüyor:
“I’ll kill him! And I’ll eat him!”
Sonunda Georgina ve Michael’ın tüm renklerinden arındıkları, çırılçıplak var oldukları kütüphaneye siyahlar içinde dalıyor Albert. Yok etme, tüketme arzusuyla dopdolu. Bunu yaparken de çirkinleşmekten, iğrençleşmekten hiç kaçınmıyor. Nitekim okumakta olduğu “Fransız Devrimi” konulu kitabı “yiyerek” ölüyor Michael. Yeniden siyahlara bürünüyor Georgina. Çünkü:
“Siyah… Kötülüğün, korkunun ve ölümün rengi…” oluyor bir anda.
Tıpkı Richard’ın şu sözleri gibi: “Siyah olan yiyecekler her zaman en pahalı yiyeceklerdir. Çünkü siyah, insana ölümü yiyerek yenme hazzı verir.”
“İnsanların sürekli bir şeyler yedirilerek cezalandırıldığının farkında mısın?”
“Son cezayı görene kadar bekle, Sadberk’çiğim…”
Filmin sonunda Georgina Richard’ı en yapılmayacağı yapmaya ikna ediyor. Kendi restoranına gitmesi için bir davetiye alıyor Albert. Tanıdığı herkes orada. Kendisi için tek kişilik bir masa hazırlanmış. Georgina onu kibarca karşılıyor. Ve Richard yemeği getiriyor, tüm “mutfak” ahalisiyle birlikte. Filmin tüm “beyazlılar”ı, siyahlar içinde şimdi. Çünkü siyah, aynı zamanda yasın da rengi.
Nyman’ın akıllara zarar bestesi, hafif kreşendo yükselmekte. Karanlık bir hava hakim kırmızı restoran atmosferine. Ve Georgina yemeğin üzerindeki örtüyü kaldırıyor. Şimdi Albert, verdiği sözü tutmak zorunda. Düşmanını öldürdü. Şimdi de onu yemeli! Mutfak da, restoran da, aşçı da, karısı da, hatta düşmanı bile Albert’a ait değil artık. Tehditlerine, zorbalığına, ahlaksızlığına, kötülüğüne, kanlı ellerine rağmen kaybediyor Albert. Bu işyerinde artık “Devrim” var!
Bon appetit, cannibal!
…ve perde kapanıyor.
“Ne düşünüyorsun, Sadberk?”
“Şunu düşünüyorum: yazında elbette bolca Peter Greenaway diyeceksin…”
“Evet?”
“Onun yanında bence Richard Bohringer, Michael Gambon, Helen Mirren ve Alen Howard da demelisin!”
“Evet, bence de demeliyim! İyi misin peki?”
“Valla hafif bir bulantı hissi yok dersem yalan olur…”
Böylece bitiriyoruz yeşil ile kırmızının, üretim ile tüketimin, dürüstlük ile sahtekarlığın, gerçek aşk ile sahiplenmenin savaşını izlemeyi. Sadberk’in de dediği gibi, midelerde hafif bir bulantı hissi…