Soykırım, toplama kampları, gaz odaları ve ölüm. Hitler isminin kulaklarda çınladığı ilk anda, zihinde canlanan fotoğrafların bunlar olduğunu söylemek iddialı bir söz olmaz sanırım.
Adolf Hitler, neredeyse tüm insanlığın zihninde yer edinen simasıyla fiziksel gerçeklikten çıkıp insanlığın bilincine yerleşmiş bir imge: Ölümün, saf kötülüğün ve … “Ve” si nedir? Gizemin, gücün ve kötücüllüğün bastırdığı “çekiciliğine” kendini kaptırma eğilimini tarih boyunca “kanıtlamış” insanlığın ortak tezahürü: Tüm insanlığın “ortak gölgesi.”
Tüm bunlar saçmalık olabilir mi? Mümkün tabii ki. Sayıklamamıza devam etmemize engel değil ancak.
Yirmi birinci yüzyılın ilk çeyreğinden geriye baktığımızda, kitle iletişimini en güçlü şekilde kullanan Hollywood sinemasının, tedrisatından geçirdiği 20’li ve 30’lu yaşlardaki müşterilerinde yer edinen Hitler algısında rötuşlar yaptığını iddia etmek mümkün mü?
Hitler’in hayatını konu alan kitapların çok satılmasında, özellikle de özel hayatının tükenmeyen bir merak konusu olmasında ‘’Hollywood etkisinin’’ hiç payı yok mudur?
Nazi Almanya’sını konu edinen çoğu Hollywood filminde ‘’ulaşılmaz’’ ve ‘’mitsel’’ çizilen Hitler resminin, bu filmlerin alıcısı olan ‘’güçlü rol model arayışını henüz aşamamış genç müşterilerinin” zihnindeki “Hitler ve temsil ettikleri” konulu tablonun rengine “ton attığını” iddia etmek çok mu zorlama kaçar?
Hollywood’un estetik formülleriyle tekrar biçimlendirdiği Hitler ve Nazi Almanyası kompozisyonu; sinematografisi, sanat yönetimiyle ne kadar parlak dursa da çoğu filmde Hitler ve Nazi dönemi, tarihsel bir gerçeklikten distopik bir evrende geçen öyküye dönüşür.
Georg Elser
Soruları ortaya bırakıp, tüm bu düşüncelerle Oliver Hirsbiegel’in Elser’inin (2015) karşısına biraz da Hollywood estetiği dışında bir şeyler görme isteğiyle geçiyoruz.
Filmin orijinal adı Elser; senaryonun merkezinde, Hitler’e karşı düzenlediği suikast planı Hitler’in patlamadan 13 dakika önce binayı terk etmesiyle başarısız olan Georg Elser’in olduğunu bir sinopsis gibi çıtlatıyor. Yönetmenin geniş bir perspektifle toplumsal bir çerçeve çizmemesini olağan karşılamakla birlikte, beklenti dümenimizi biyografik anlatımın tabiatına uygun olarak “derinlikli bir karakter kompozisyonu” yönüne kırıyoruz.
Yönetmen, sonucunu bildiğimiz suikast girişimini filmin başında göstererek bizi sorgu odasında iki Nazi komutanı ve Georg’la, yani asıl soruyla baş başa bırakıyor: Georg Elser kimdir ve neden bu işe kalkışmıştır?
Elser’i sorgulayan komutan da bunu tasdik edercesine bu soruyu “suikastçiye” yöneltir: “İsmin ve doğum tarihin?” Aldığı cevap ise bir şarkının mırıltısı olur. Elser’in ağzında yuvarlanan ezgiler bizi 1939 yılının gri renkli sorgu odasından, 1932 yazının sıcak renklerinin hâkim olduğu bir sahile taşır. Yönetmen de bu ilk geri dönüşle, hikâyenin ardını anlatmada (senaryonun niteliğiyle paralel olarak tabii) çalıştığı kanıtlanmış bir kurgu tekniğini seçtiğini duyurmuş olur.
Bu ilk geri dönüşle, Elser’in karakteriyle ilgili ilk verileri alırız: Neşeli, dans etmeyi ve şarkı söylemeyi seven bir romantik. Pek de Führer’e suikast düzenleyebilecek bir profil sergilemiyor sanırım?
Kasabanın meyhanesinde geçen sahnede ise politik resme dair ilk kompozisyon sergilenir. 1932 yılının Alman kasabasındaki bir meyhane de, bugün herhangi bir sokağımızdaki kahvehane de; toplum tabanının nabzının attığı, toplumsal eğilimlerin ilk filizlerini verdiği yerlerdendir. Meyhanede, yıllardır birbirini tanıyan insanların alkolün etkisiyle bir yandan gülerek, iktidara geldiklerinde birbirlerini asacaklarına yönelik ‘’şakayla karışık’’ tehditleri, toplumsal bloklar arasındaki birikimin kontrollü şekilde boşaltılmadığı takdirde nasıl büyük bir yıkıma yol açabileceğini gösteriyor olabilir mi? Bu sahne aynı zamanda Nazilerle sürtüşmelerinde pasif davrandığı için Bolşevik arkadaşları tarafından “barışçı, korkak” olarak “suçlanan” Elser’in profilinin “politik” parçalarını da tamamlar.
Jesus Christ
Bu geriye dönüşten önce nerede kalmıştık? Sorgu odasında soruları cevapsız bırakan Elser’de. İşkenceye direnen Elser’in gardını düşüren ise, 1932 yazında bıraktığımız sevgilisi Elsa olur. Georg’un dilini çözen bu hamle, onun bu işe kalkışmasındaki motivasyonlardan birini de açığa vurur. Motivasyonunun izlerini daha yakından sürmemizi sağlayan sekans ise sorguda hangi partiye üye olduğu sorusunun cevabıyla başlar: “Hiçbirine! Ben “özgür” biriyim!”
Yönetmenin bu cevapla beraber Nazi komutanının yüzündeki şaşkın ifadeye yaptığı kesme, aynı zamanda Nazilerin düşünce biçimine de yapılmıştır. Bu işe, apolitik birinin ideolojik güdülenme olmaksızın, üstelik de tek başına kalkışabileceği düşüncesi, belki de suikastın kendisinden daha büyük bir travmadır.
Elser’in “Neden yaptın?” sorusuna verdiği “Almanya için!” cevabı ve ardından hücresinin duvarındaki “Jesus Christ” yazısına yapılan kesmeyle başlayan duası (bu duayı Georg’dan suikasttan önce, sonra ve ölümünden önce üç kere duyarız) motivasyonunu belirginleştirir. Tanrıdan günahkârlar için af diler, kendisine kutsal bir görev edinir: Yeryüzündeki “Deccal”i öldürmek. Kendine nasıl bir misyon yüklemiş olabilir Georg? “Mesih?”
Yoksulluk, Kaos, Otoriterleşme
Hücredeki bu dua sahnesinden ikinci kez geriye döndüğümüzde ise, küçük kıvılcımların yangına dönmeye başladığı 1934 yılında buluruz Georg’u. Baskının arttığı, partizanların tutuklandığı bu geçmiş,o güne kadar olanlara “kayıtsız duran” Georg’un, haç önünde günahkârlar için af dilediği (üç kere duyacağımızı belirttiğimiz dua) “uyanış ânıdır.”
Bu geriye dönüşün bir diğer işlevi ise Nazilerin Proleterya‘yı “kucaklamasını” resmetme işlevi taşır. Alman toplumu, Birinci Dünya Savaşı’nın katastrofik yenilgisiyle, 20’lerin ve 30’ların başında derin bir kimlik bunalımı ve kaos içinde debeleniyordu (Buradan günümüze miras, Hollywood sinemasında bugünde etkileri gözüken dışavurumculuk akımı oldu). Artan yoksullukla yolsuzluk, Weimer Cumhuriyeti’nin çökmüş olması ve yenilginin örselediği Alman kimliğini tekrar parlatma arzusu, bu iklim şartlarına çok uyumlu olan otoriterlik ve milliyetçiliği arttırdı: Führer doğdu!
İşte Nazilerin düzenlediği “karnavalın” gösterildiği sekans, Hitler’in kalkınmaya verdiği önemi göstermekle beraber Batı’daki temiz kalpli bir kesimin, mitinglerde “Hiel Hitler!” haykırışlarıyla selam duran milyonların “Hitler’le doğup onun ölümüyle de buharlaştığı” düşüncesine de dokunur.
Hitler’in gıyabında düzenlenen sinema gösteriminde, halkın coşkulu minnetleri eşliğinde, Hitler’in her eve radyo (halk radyoda kimi dinleyecek?) her sokağa ışıklandırma sağlayacağının müjdelendiği sahneye tanıklık eden Georg da bu dokundurmaya, suikastta yalnız olduğuna ikna edemediği komutanlara verdiği cevapla omuz atar: “Komik tarafı, isteseydim de kimse bana katılmazdı!”
Georg Elser’in kalan öyküsü ise suikastı tek başına yaptığına ikna olmayan, “olmak istemeyen” Hitler’in emriyle, sonu hipnotizeye varan işkence döngüsünde seyreder.
Bin yıl sürecek Üçüncü Reich’ı kurduğunu ilan eden, kendini Büyük İskender’e denk gören Hitler için apolitik bir akordeoncu tarafından öldürülebileceği düşüncesinin halkta yeşermesi, Stalin’den, İngiltere’den daha büyük bir tehlike olsa gerek. Georg’un yaşamının bir toplama kampında savaşın son anlarına kadar uzamasının nedenini de burada arayabiliriz sanırım.
Georg Elser,bir fıçı siyahın içine damlayan beyaz boyadır. Dokunmazsan yayılır, dokunursan karışır. Ancak yok olmaz.
Elser’in parlak noktası, Georg Elser’in yine kendisi. Yönetmenin hem biçimsel (sinematografi, renk tasarımı) hem de oyunculuk tarzındaki tercihlerinde (oyuncuların mimik ve vücut dilinin kamerayla ilişkisi) Hollywood çizgisine yakın durması, baştaki beklentilerimize (en azından bu satırların sahibininkilere) biraz uzak dursa da Georg Elser ve temsil ettikleriyle iki saate yakın vakit geçirmek, hiç de kayıp sayılmaz.