Bu yıl Ayvalık Film Festivali programı öyle güçlü, öyle katmanlı ki henüz filmleri izlememiş olsam da seçim yapmak neredeyse imkânsız. Ama sinema bazen yalnızca izlediklerimizden değil, izlemeyi hayal ettiklerimizden, geçmiş deneyimlerimizden, bir fragmanda gözümüze takılanlardan, bir yönetmenin adını duyduğumuzda kalbimizin hızlanmasından da oluşuyor. Bu liste, tam da böyle bir sezgiyle hazırlandı.
Eğer ben izleyici koltuğuna oturacak olsaydım ve bu yılki festivalin içinden yalnızca birkaç filmi seçme hakkım olsaydı, hangi filmleri kaçırmazdım diye düşündüm. Yönetmenlerin daha önceki işlerine, Cannes ve Berlin gibi festivallerde bıraktıkları izlere, oyuncu kadrolarına ve sinema dünyasında şimdiden yaratmaya başladıkları dalgalara kulak verdim. Her biri başka bir dünyanın kapısını aralıyor, kimisi politik cesaretiyle, kimisi narin duygusallığıyla, kimisi anlatı biçimindeki oyunbozanlığıyla öne çıkıyor.
Bu liste, izlediğim filmlerin kesinliğinden değil, sinemaya duyulan güven ve meraktan yola çıkıyor. Seçtiğim her film, yönetmeninin filmografisinde ya bir kırılma noktası ya da ustalıklı bir devam halkası. Bazen bir protestonun sessiz yankısı, bazen bir rüyanın tekinsiz sızısı, bazen de yalnızca müziğin ve bir bakışın taşıdığı o anlatı gücünü temsil ediyor. Eğer siz de festivalin yoğun programı arasında bir yön tayin etmeye ihtiyaç duyarsanız, bu liste belki bir pusula olabilir.
Ayvalık’ın rüzgârında, sinemanın farklı tonlarına açık yelkenler dilerim.
Sentimental Value (Yön. Joachim Trier, 2025)
Joachim Trier’in son filmi Sentimental Value, bu yıl Ayvalık Film Festivali’nde Türkiye prömiyerini yapan filmlerden en merak edilenlerden biri. Festivalin açılış filmi olan Sentimental Value, Cannes’da yaptığı dünya prömiyerinden bu yana uluslararası sinema çevrelerinde övgüyle karşılandı. Filmin; yönetmenin hafıza, aile, aşk ve kayıp gibi temalara duyduğu incelikli ilgiyi bir kez daha görünür kıldığı söyleniyor.
Reprise (2006), Oslo, August 31st (2011), Thelma (2017) ve The Worst Person in the World (2021) gibi filmleriyle tanınan Norveçli yönetmen Joachim Trier’in son filmi Sentimental Value, onun önceki işleri üzerinden okunduğunda çok daha anlamlı bir çerçeveye oturuyor. Festivalin yankıları da düşünüldüğünde bu film, kaçırılmaması gerekenler arasında yer alır. Yönetmenle neredeyse imzası hâline gelen yaratıcı oyuncu-yönetmen-senarist ilişkisi bu filmde de sürüyor: The Worst Person in the World ile adını geniş kitlelere duyuran Renate Reinsve bu filmde de başrolde. Her filmini birlikte kaleme aldığı Eskil Vogt da tabii. Ona eşlik eden isimler arasında Norveç sinemasının ağır topu Stellan Skarsgård ve Hollywood’dan aşina olduğumuz Elle Fanning var.
Film, annelerinin ölümünün ardından tekrar bir araya gelen bir baba ve iki kızının ilişkisine odaklanıyor. Ancak anlatı biçimi, yalnızca bir aile dramı olmanın ötesine geçiyor. Cannes’da yapılan eleştiriler, Trier’in bu kez daha serbest, hatta deneysel bir form arayışında olduğunu gösteriyor. Bu yaklaşım, yönetmenin klasik anlatıdan sapma cesaretinin yeni bir aşaması olarak da okunabilir. Sentimental Value, yalnızca güçlü oyunculukları ya da ilgi uyandıran rejisiyle değil, aynı zamanda sezgisel duygulanımı ve izleyicinin belleğinde bıraktığı yankılarla da öne çıkıyor. Eğer bir filmi sadece izlemekle kalmayıp, onunla yürümek, düşünmek ve hissetmek istiyorsanız; bu film, listenizin en üst sıralarında olmalı. Zira ülkemizde Trier’in yarattığı sinema atmosferinin fazlasıyla karşılık bulduğunu özellikle The Worst Person in the World’den biliyoruz.
Ayvalık Film Festivali’nde izleyiciyle buluşacak olan bu yapım, yalnızca sezonun dikkat çeken filmlerinden biri değil, aynı zamanda Trier sinemasını yakından takip edenler için yeni bir durak. Duygusal yoğunluğu, estetik sadeliği ve oyuncu yönetimindeki zarafetiyle Sentimental Value, festivalin kaçırılmaması gereken filmlerinden biri olmaya aday.
Sirât (Yön. Oliver Laxe, 2025)
Cannes Film Festivali’nden farklı kategorilerde birçok ödül kazanan You All Are Captains (2010), Mimosas (2016), O Que Arde (2019) gibi filmlerinin yönetmeni Oliver Laxe’ın Cannes Film Festivali’nden Jüri Ödülü ile dönen yeni filmi Sirât, bu yıl Türkiye prömiyerini Ayvalık Uluslararası Film Festivali’nde yapıyor. Saghro Çölü’nün sınırında kaybolmuş bir kızın izini süren baba-oğulun, rave partileri, modern göçebeler ve metafizik bir yolculuk üzerinden ilerleyen hikâyesi, nefes kesici görsel ve duygusal bir deneyime davet ediyor.
Sirât, kayıp bir kız çocuğunun izini süren bir baba ile oğula eşlik ediyor. Luis ve küçük oğlu Esteban, Marina’nın ardından Güney Fas’ın çorak ve yankısız çölüne savruluyor. Ellerindeki tek ipucu, rave kültürünün izleri. Ancak film, bu basit arayışın çok ötesine geçiyor olmalı. Zira filme yapılan yorumlardan seyir deneyiminin kimi seyirci için fazla zorlayıcı olduğu söyleniyor. Film biçimsel olarak The Road (2009) ya da Mad Max: Fury Road (2015) gibi kıyamet sonrası yolculuk hikâyelerinin çağdaş bir karşılığı gibi. Baba-oğul ikilisinin çölün derinliklerine ilerledikçe kendilerini bir tür çağdaş göçebelik içinde bulmaları, Easy Rider’dan (1969) Into the Wild’a (2007) uzanan Amerikan yol filmi geleneğine ironik bir yanıt da olabilir. Rave kültürünün nihilist hedonizmi ise Climax (2018) ya da Eden (2014) gibi partinin ortasında boşlukla yüzleşen filmleri hatırlatma olasılığı da var. Sinema tarihinden daha pek çok filme referans olabileceği söylenen Sirât, sırf bu nedenlerle bile merak uyandırmayı başarıyor.
Filme dair Cannes’daki coşkulu yankılar, Laxe’ın sinemasal imzasını tanıyanlar için bu gösterimin bir “kaçırılmaması gereken” deneyim olduğu konusunda hemfikir. Sirât, yalnızca bir film değil görünmez bir köprüden, hem fiziksel hem de düşündürücü bir geçiş adeta. Ayvalık’ta bu atmosferi yaşamak, sinema hafızamızın unutulmaz bir anı sahnesi olabilir.
It Was Just an Accident (Yön: Cafer Panahi)
Jafar Panahi ismini duyunca heyecanlanmamak pek mümkün değil sanırım. Muhalif bir yönetmen, entelektüel bir kişilik olarak İran İslam Cumhuriyeti’nde sadece hayatta kalmaya çalışmakla yetinmeyen, bilfiil üretimde olan bir savaşçı kendisi. 2010’da rejim karşıtı faaliyet suçlamasıyla altı yıl hapse mahkûm edilen ve yirmi yıl film yapmaktan men edilen, buna rağmen salonunda, arabasında, gizli kameralarla sinema yapmaya devam eden yönetmen, Cannes 2025’te yalnızca yeni filmiyle değil, nihayet kendisi de fiziksel olarak orada bulunarak tarih yazdı. Resmi olarak film çekmesi yasak olduğu halde, bu yasağı bizzat görünür kılmak için This Is Not a Film (2011) adlı belgeselini evinde, küçük bir dijital kamera ve iPhone ile çekti; filmi bir USB belleğe yükleyip Cannes Film Festivali’ne bir pastanın içinde kaçırarak dünyaya ulaştırdı. Ardından Closed Curtain (2013), Taxi Tahran (2015) ve No Bears (2022) gibi filmleriyle hem İran’daki kısıtlamalara direndi hem de uluslararası festivallerde büyük ses getirdi. Taxi, Berlin’de Altın Ayı ödülüne, No Bears ise Venedik’te Jüri Özel Ödülü’ne layık görüldü. Panahi, kamerasını bir protesto aracı gibi kullanarak İran’daki sistematik baskıyı görünür kılarken, sinemayı susturulamayan bir vicdan olarak savunmayı sürdürdü. Onun sineması, gerçeklik ile kurmaca arasındaki sınırları silerken; her filminde, kişisel olanın ne kadar politik olduğunu gösteren bir alan yarattı.
It Was Just an Accident, Panahi’nin bugüne dek süren sinemasal direnişinin yeni halkası. Film, İran’daki rejim baskısına rağmen sessiz kalmayan bir sanatçının hem kendi ülkesine hem dünyaya tuttuğu aynalardan biri. Cannes’daki ilk gösteriminin ardından Juliette Binoche’un başkan olduğu jüriden Altın Palmiye kazanması, Panahi’nin yalnızca politik duruşuyla değil, sinema diliyle de hâlâ ne denli güçlü olduğunu gösterdi. Sıradan gibi görünen bir kazanın ardından, bir karakterin suçu, masumiyeti ve sistemle olan ilişkisini sorgulayan katmanlı bir yapı kurduğu ifade edilen film; Panahi’nin sinemasında alışkın olduğumuz sade ama tokat gibi gelen dramatik yapıyı yine kuruyor olmalı. Ve evet, bu kez film yalnızca içerdiği mesajla değil, Panahi’nin artık dışarıda, seyircilerle aynı salonda olabilmesiyle de çok şey söylüyor.
Türkiye prömiyerini Ayvalık Film Festivali’nde yapacak olan It Was Just an Accident, yalnızca bir film değil; bir sanatçının kişisel ve kolektif hafızamıza kaydettiği yeni bir not, yeni bir ses, yeni bir direnç biçimi. Panahi sinemasının kıyısında bile durmuşsanız, bu filmi kaçırmak istemezsiniz.
Sound of Falling (Yön. Mascha Schilinski, 2025)
Mascha Schilinski, Almanya’nın umut vadeden yönetmenlerinden biri. Berlin doğumlu yönetmen, Die Tochter (2017) isimli ilk uzun metrajını Berlin Film Festivali’nde izleyiciyle buluşturmuştu. Ancak bu yıl Cannes Film Festivali’nde Sound of Falling ile ana yarışmaya seçilmesi ve Jüri Özel Ödülü’nü kazanması, hem onun kariyerinde hem de Alman sinemasında önemli bir dönüm noktası oldu.
Sound of Falling, Almanya’nın kuzeyinde bir çiftlikte geçen dört farklı zaman diliminde, dört kadının hayatına odaklanıyor. Alma, Erika, Angelika ve Lenka isimli bu karakterlerin hikâyeleri birbirinden kopuk gibi görünse de yaşadıkları travmalar, bastırılmış duygular ve görünmeyen bağlarla örülmüş bir bütün oluşturuyor. Film; görünürde kadınların bireysel hikâyelerini anlatıyor gibi dursa da alt katmanda kuşaklar arası miras kalan acılara ve bastırılmışlıkların doğurduğu içsel hayaletlere ışık tutuyor.
Eleştirmenlerin tanımıyla film, klasik bir anlatının ötesine geçerek şiirsel bir hayalet hikâyesine dönüşüyor. Özellikle Michael Haneke’nin The White Ribbon’ına (2009) benzetilen atmosferiyle, “folk-horror” ile toplumsal bellek arasında kurduğu köprü dikkat çekici. Schilinski’nin yaratıcı vizyonu, yalnızca karakterlerin değil, mekânın da ruhunu ekrana taşıyor. Gölgeler, yankılar ve tekinsiz sessizlikler; geçmişin hâlâ o evdeki varlığını hissettirdiği aktarılıyor. Cannes’daki ilk gösteriminden sonra oldukça olumlu yorumlar alan film, güçlü bir psikanaliz seansı veya sinemanın yeniden keşfi adına bir örnek olarak tanımlandı.
Bazı eleştirmenler filmin biçimsel olarak yoğunluğuna dikkat çekse de izleyiciyi yavaş ama kararlı bir şekilde içine çeken bir yapısının olması, onu bu yılın en çarpıcı filmlerinden biri hâline getiriyor. Jüri üyeleri tarafından “derinlikli, dengeli ve etkileyici” olarak tanımlanan film, Cannes’daki başarısından sonra MUBI’nin Türkiye de dâhil olmak üzere birçok ülkede dağıtım haklarını satın aldığı bir yapım olarak dikkat çekiyor.
Sound of Falling, sessizliğin yankılandığı, zamanın iç içe geçtiği ve kadınların acılarının nesiller boyu aktarıldığı bir anlatı olarak, bu yıl Ayvalık Film Festivali’nde kaçırılmaması gereken bir deneyim. Görsel gücü, atmosferik yoğunluğu ve anlatısal katmanlarıyla bu filmi festival programınızın en üst sırasına yazmanızda fayda var.
The Mastermind (Yön. Kelly Reichardt, 2025)
Amerikan bağımsız sinemasının en özgün seslerinden Kelly Reichardt, sinemasında hep küçük hayatların büyük sessizliğine kulak verir. Toplumun kıyısında yaşayan karakterleriyle, taşralı bireyin gündelik mücadelelerine şiirsel bir sadelikle yaklaşır. Wendy and Lucy (2008) ile Cannes’da Palm Dog ödülünü kazanan Reichardt, First Cow (2019) ile ise Berlin Film Festivali’nde Altın Ayı için yarıştı. First Cow’da Oregon’un vahşi doğasında hayata tutunmaya çalışan iki adam üzerinden kapitalist sistemin kıyısında yeşeren dostluğu anlatmıştı. Reichardt’ın minimalist ama sarsıcı sinema dili, yıllar içinde büyük anlatıların değil, küçük detayların yönetmeni olduğunu gösterdi.
Yeni filmi The Mastermind, bu çizginin dışına taşmadan ama onu yeni bir türle kesiştirerek ilerliyor. Massachusetts’in taşrasında marangozluk yapan sıradan bir adamın, kendini beklenmedik bir sanat soygununun içinde bulduğu bu hikâye, ilk bakışta klasik bir “heist movie” gibi görünebilir. Ancak filme gelen yorumlarda Kelly Reichardt’ın ellerinde bu soygun, türün dinamiklerinden çok bir karakterin içsel yolculuğuna açılıyor gibi görülüyor. Büyük kaçışların değil küçük çatlakların, hızın değil sükûnetin, şiddetin değil yalnızlığın öne çıktığı bir film diyebiliriz.
Filmin başrolünde, son yılların dikkat çeken oyuncusu Josh O’Connor yer alıyor. Ona Alana Haim, Bill Camp ve Hope Davis gibi isimler eşlik ediyor. Ancak Reichardt sineması için oyunculardan ziyade, oyuncuların suskunlukları önemlidir. The Mastermind, bir sanat eserini çalma fikrini, sistemin kıyısına itilmiş bireyin görünmezliğini aşmak için bir metafora dönüştürüyor. Bu yönüyle First Cow’un sessiz kapitalizm eleştirisini, Wendy and Lucy’nin kaybolmuşluk hissini hatırlatıyor.
Minimalizmin suç türüne ne söyleyebileceğini görmek, yalnızlık ve yabancılaşmanın modern Amerika’daki karşılığını izlemek istiyorsanız, The Mastermind’ı mutlaka listenize alın. Reichardt, yine çok az şey söyleyerek çok şey anlatmayı başarıyor gibi.
Blue Moon (Yön. Richard Linklater, 2025)
Zamanı anlatmanın en incelikli yollarını keşfetmiş bir sinemacı varsa o da Richard Linklater’dır. Before üçlemesiyle (1995, 2004, 2013) romantizmin yıllara yayılan yankılarını, Boyhood (2014) ile çocukluktan yetişkinliğe geçişin zarif izlerini ustalıkla yansıtan yönetmen, yeni filmi Blue Moon ile yine zamanın ruhuna dokunuyor. Ancak bu kez, o zamanı yalnızca bir geceye sıkıştırarak yapıyor bunu.
Blue Moon, 1943 yılında, Broadway müzikal tarihine adını yazdırmış Oklahoma!‘nın galası sonrası geçen tek bir geceye odaklanıyor. Hikâyenin merkezinde Ethan Hawke’ın hayat verdiği Lorenz Hart var: alkol, kalp kırıklığı ve geçmişin hayaletleriyle boğuşan bir söz yazarı. Ona Richard Rodgers rolünde Andrew Scott, Elizabeth rolünde ise Margaret Qualley eşlik ediyor. Linklater bu karakterleri New York’un ünlü barı Sardi’s’in içine hapsediyor ve tıpkı Before Sunrise’da (1995) olduğu gibi, mekânı zamanla sarmalayan bir diyalog evreni kuruyor.
Sadece bir barın sınırları içinde geçen bu “tek mekân filmi”, aslında bir ruhun labirentinde dolaşıyor. Linklater sinemasının alametifarikası olan “konuşarak zamanla yarışma” hâli, burada da kendini hissettiriyor olmalı. Zira karakterler yalnızlıkla, geçmişle, kaybedilmiş aşkla hesaplaşıyor. Bu yönüyle Blue Moon, Boyhood’un yaşamı izleyen sabrıyla Before serisinin zamanla dönüşen diyaloglarını bir araya getiriyor.
Film, Berlin Film Festivali’nin ana yarışma bölümünde yer aldı ve Andrew Scott’a En İyi Yardımcı Erkek Oyuncu ödülünü (Gümüş Ayı) kazandırdı. Ethan Hawke’ın performansı ise eleştirmenlerce “şiirsel, kırılgan, içe dokunan” ifadeleriyle övüldü. Eleştirmenler, filmin diyalog yapısına ve karakterlerin içsel çözülüşüne özellikle dikkat çekti. Linklater, kariyerinin bu yeni durağında geçmişin müziğini, kayıp dostlukları ve yitirilen aşkları tek bir gecede yankılandırıyor. Diyaloglarla işlenmiş bu şiirsel geceyi kaçırmayın!
Dreams (Yön. Dag Johan Haugerud, 2024)
Norveçli yönetmen Dag Johan Haugerud, her filmiyle gündelik hayatın sessiz kırılma anlarını derin bir gözlem gücü ve incelikli diyaloglarla perdeye taşıyan bir sinema dili kuruyor. Bu yıl 44. İstanbul Film Festivali kapsamında, yönetmenin altı uzun metrajlı filminden oluşan kapsamlı bir retrospektif sunulmuş; I Belong’dan (2012) başlayarak The Light from the Chocolate Factory (2020) ve Beware of Children (2019) gibi filmleri Türkiye izleyicisiyle ilk kez buluşmuştu. Ama en önemlisi “Sex – Love – Dreams” (2024) üçlemesinin hepsinin de bu retrospektifte bulunuyor olmasıydı. Zira Haugerud’un üçlemesinin ikinci halkası olan Dreams, Berlin Film Festivali’nde dünya prömiyerini yapmıştı. Burada yalnızca seyirciden değil, eleştirmenlerden de büyük övgü toplamış ve hem Altın Ayı’ya hem de FIPRESCI ödülüne uzanmıştı. Ülkemizde filmleri ilk kez İstanbul Film Festivali sayesinde seyircilerle buluşan Haugerud, şimdi de ödüllü filmiyle Ayvalık’ta. Haugerud’un önceki yapıtlarını bilen bir izleyici olarak Dreams‘in, Norveç sinemasının sessiz devrimcilerinden biri olan yönetmenin stilistik sürekliliğini ve tematik derinliğini taşıdığına kuşkum yok.
Film, görünürde bir rüya kadar hafif akan bir anlatı sunarken, alt metninde derin etik ikilemleri ve kişisel krizleri inceliyor. Haugerud’un sinemasında sıkça rastladığımız gibi, bu kez de hikâye herhangi bir “büyük olay” etrafında değil; karakterlerin içsel dünyalarında yaşanan küçük sarsıntılar etrafında şekilleniyor. Sosyal demokratik bir toplumun çatlaklarını görünür kılan ilk film Sex’in ardından, Dreams, sıradan bireylerin bastırılmış arzuları ve sessiz yalnızlıkları üzerine daha da derinleşen bir etik portre çiziyor.
Filmin oyuncu kadrosu ise yönetmenin sadık iş birlikçilerinden oluşuyor: Andrea Bræin Hovig, Thorbjørn Harr ve Anne Marit Jacobsen gibi isimler, Haugerud’un filmlerinde alıştığımız o duru ama etkileyici oyunculuk çizgisini sürdürüyor. Bu oyunculuk biçimi, dramatik yapının yoğunluğunu hafifletmeden seyirciyle sahici bir bağ kurmayı başarıyor. Haugerud’un “sıradan hayatlar” üzerine kurduğu bu sessiz ama etkili sinema dili, Dreams ile birlikte yeni bir zirveye ulaşıyor olabilir. Sessizliklerin, belirsizliklerin ve içsel çöküşlerin izini süren bu film, ismiyle çelişmeyecek biçimde hepimizin içinde yankılanan hayallerle yüzleşmeye çağırıyor.
The Disappearance of Josef Mengele (Yön. Kirill Serebrennikov, 2025)
Serebrennikov’un sinema yolculuğu 1998 tarihli Undressed / Razdetyye ile başladı. Ardından Playing the Victim (2006), Yuri’s Day (2008), Betrayal (2012), The Student (2016), Leto (2018), Petrov’s Flu (2021) ve Tchaikovsky’s Wife (2022) gibi farklı türlerde eserlerle sinemada çeşitliliğe ve biçimsel deneylere açık bir yönetmen profili çizdi. Her bir filminde, tarihle hesaplaşan, estetikle direnen bir anlatı dili kurdu.
2025 yılında Cannes Premiere bölümünde gösterilen The Disappearance of Josef Mengele, Serebrennikov’un sinema kariyerinde bir doruk noktası olarak öne çıktı. Olivier Guez’in aynı adlı kitabından uyarlanan film, II. Dünya Savaşı sonrası Arjantin, Paraguay ve Brezilya gibi ülkelerde saklanarak yaşayan Nazi doktor Josef Mengele’nin izini sürüyor. August Diehl’in başroldeki performansı, seyircilerden alınan dönütlere bakılırsa, karakterin karanlık iç dünyasını ve vicdani boşluğunu sarsıcı bir gerçeklikle yansıtıyor. Filmin siyah-beyaz tercih edilen görsel dili ve uzun planları ise tarihsel travmanın duyusal aktarımına güçlü bir katkı sağlıyor.
Eleştirmenlerin filme dair farklı değerlendirmelerinde: film, kimilerine göre “sanatsal olarak mükemmel” bulunurken, kimi çevrelerde ise senaryodaki zamanlar arası geçişleri yetersiz bulundu. Tüm bu değerlendirmelere rağmen The Disappearance of Josef Mengele, Serebrennikov’un estetikle tarih arasında kurduğu özgün köprünün en görünür örneklerinden biri olarak dikkat çekiyor. Bu film, yönetmenin yalnızca teknik bir ustalığa değil, aynı zamanda politik cesarete ve etik duyarlılığa dayanan sinemasının bir tezahürü. Sanat aracılığıyla bastırılmış tarihlerle yüzleşmenin, otoriter baskılara karşı ses yükseltmenin mümkün olduğunu gösteriyor. Serebrennikov, sinema dilinin sınırlarını zorlayan üslubuyla hem geçmişin izlerini gün yüzüne çıkarıyor hem de günümüz sanatının ifade özgürlüğünü savunmayı sürdürüyor.
The Disappearance of Josef Mengele yalnızca izlenmesi değil, üzerine düşünülmesi gereken bir yapım olarak öne çıkmaktadır. Hem Serebrennikov’un sanatsal direnişine tanıklık etmek hem de tarihsel bir hesaplaşmayı sinema aracılığıyla deneyimlemek isteyenler için kaçırılmaması gereken bir eser.
Two Prosecutors (Yön. Sergei Loznitsa, 2025)
Ukrayna doğumlu yönetmen Sergei Loznitsa, çağdaş sinemanın hem kurmaca hem belgesel alanında en üretken ve politik açıdan etkili isimlerinden biri olarak öne çıkıyor. Sovyet sonrası tarihsel travmalar, devlet şiddeti, kolektif hafıza ve bürokratik aygıtların insan ruhu üzerindeki etkisi, sinemasının temel eksenini oluşturuyor. Kariyerine belgesel filmlerle başlayan Loznitsa, Blockade (2005), Revue (2008), The Event (2015) ve Babi Yar Context (2021) gibi yapımlarda arşiv görüntülerini deneysel ve çarpıcı bir sinema diliyle yeniden kurgulayarak tarih anlatıcılığına yeni bir boyut kazandırdı.
Kurmacaya adım attığı My Joy (2010) ve Cannes’da yarışan In the Fog (2012) filmleriyle uluslararası alanda büyük ses getirdi. 2018 tarihli Donbass, Cannes’da Belirli Bir Bakış (Un Certain Regard) ödülünü kazanarak Ukrayna-Rusya savaşının kültürel ve ideolojik kökenlerine cesurca odaklandı. Belgesel sinemasında ise Maidan (2014) ve L’Invasion (2024) gibi eserlerle doğrudan savaş karşıtı ve politik bir tavır sergiledi. Loznitsa için “tarihi anlatmak kadar, nasıl anlatıldığını göstermek” de büyük önem taşır; bu da sinemasını etik ve estetik olarak farklı bir yere konumlandırır.
2025 yapımı Two Prosecutors, Loznitsa’nın yıllar sonra kurmaca sinemaya dönüşünü simgelerken, onun filmografisinde yeni bir zirve olarak kabul ediliyor. Georgy Demidov’un aynı adlı novellasından uyarlanan film, Stalin’in “Büyük Temizlik” döneminde haksız yere hüküm giymiş bir mahkûmun kanla yazdığı mektubunun genç bir savcıya ulaşmasını konu alıyor. Genç savcı Kornev’in bu adaletsizlik karşısında sessiz kalamayıp Moskova’ya uzanan tehlikeli yolculuğu, yalnızca bir vicdan muhasebesine değil, totaliter sistemin ruhu zedeleyici doğasına da ışık tutuyor. Kafkaesk bir atmosfer, uzun durağan planlar ve yoğun bir duygusal yük, bu anlatıya derinlik katıyor.
Film, Cannes 2025’in ana yarışmasında dünya prömiyerini yaptı ve sinema dünyasında gazetecilik idealleri ve toplumsal sorumlulukları temsil eden François Chalais Ödülü’ne layık görülen filmin yönetmeni Loznitsa’nın tarihsel anlatıları güncel meselelerle ustalıkla ilişkilendirdiği ifade edildi. Yapılan yorumlara göre Two Prosecutors, Loznitsa sinemasının özünü oluşturan etik sorgulama, tarihsel vicdan ve bireysel direniş gibi temaları en saf ve sarsıcı hâliyle taşıyor. Unutulmuş yazılarla tarihe tutulan dürüst bir aynaya dönüşen film, yalnızca geçmişle değil günümüzle de konuşan güçlü bir sinema deneyimi sunmayı vaad ettiği için kesinlikle kaçırılmamalı.
Miroirs No:3 (Yön. Christian Petzold, 2025)
Alman sinemasının en incelikli anlatıcılarından Christian Petzold, son filmi Miroirs No:3 ile yine hem zamansız bir melankolinin hem de gündelik hayata sinmiş varoluşsal bir kaybolmuşluğun izini sürüyor. Cannes 2025’te Directors’ Fortnight seçkisinde prömiyerini yapan bu film, Petzold’un on birinci uzun metrajı ve Paula Beer ile gerçekleştirdiği dördüncü iş birliği. Yönetmenin sinemasında giderek daha fazla yer bulan müziksel duyarlılık, bu filmde Maurice Ravel’in Miroirs adlı piyano süitine doğrudan bir gönderme ile hem başlıkta hem de anlatının atmosferinde yankı buluyor. Özellikle üçüncü parça olan Une barque sur l’océa, filmin ruhsal pusulası gibi işliyor.
Filmin merkezinde, bir trafik kazasında sevgilisini kaybeden Berlinli piyanist Laura (Paula Beer) yer alıyor. Kazanın ardından adeta hayaletleşen Laura, kendisini tanımadığı bir kadın olan Betty’nin evinde buluyor. Betty’nin eşi Richard ve oğlu Max ile kurduğu geçici ailevi yapı, bir yandan sükûnet vaat ederken diğer yandan altında bastırılmış duygular, geçmiş travmalar ve kırılgan ilişkiler taşıyor. Petzold, bu görünürde sade ama içsel olarak katmanlı hikâyeyi, alışıldık üslubuyla; az diyalog, kontrollü kamera hareketleri ve sessizlikler üzerinden derinleştiriyor.
Miroirs No:3, Petzold’un sinemasal evreninde sıkça karşılaşılan bir motifi yeniden ziyaret ediyor: kaza. Daha önce Wolfsburg ve Yella gibi filmlerde de seyirci karşısına çıkan bu motif, karakterlerin hayatlarında dramatik bir kopuş ve ardından gelen ruhsal bir yeniden doğuşu simgeliyor. Ancak burada, bu travmanın bedensel değil, varoluşsal olduğu bir evren çiziliyor. Müzik, doğa ve sessizlik; filmdeki boşlukları doldurmakla kalmıyor, aynı zamanda izleyiciyi karakterin duygusal boşluğuyla özdeşleştiriyor.
Yönetmenin filmografisine aşina olanlar için, Miroirs No:3 onun anlatısal olgunluk döneminin izlerini taşıyan bir çalışma. Barbara (2012), Phoenix (2014), Transit (2018) ve Undine (2020) gibi işlerinde olduğu gibi, burada da kimlik, bellek, aidiyet ve yabancılık kavramlarının devrede olduğunu tahmin etmek güç değil. Film, ismine referansla tıpkı bir piyano etüdü gibi; tekrarlarla, suskunluklarla ve yumuşak geçişlerle ilerliyor olmalı. Paula Beer’in sade ama yoğun performansının, Petzold’un kamerasıyla yine harika bir uyum yakalıyor olması kuvvetle muhtemel.
Cannes’daki prömiyerinin ardından eleştirmenlerden büyük övgü toplayan film, “hissedilen ama dile gelmeyen duyguların anlatısı” olarak tanımlandı. Eleştiriler, Petzold’un bu filmle sade anlatının ne kadar çarpıcı olabileceğini bir kez daha gösterdiğini vurguluyor. Özellikle karakterlerin çevreyle ve müzikle kurduğu ilişkinin güçlü bir duygusal rezonans yarattığına dikkat çekiliyor. Yönetmenin takipçileri için zarif bir halkayı daha tamamlayan bu yapım, Petzold’la yeni tanışacak izleyiciler için ise sinemanın başka türlü bir anlatı gücüne sahip olduğunu kanıtlayan özel bir öneri. Ayvalık Film Festivali programında yer alacak bu gösterimi, gözünüzden kaçırmamanızı öneririm.