Tüm dünyada bambaşka sorunları dile getiren birbirinden farklı türde politik film bulunmaktadır. Politik filmleri yapısal olarak diğer sinema türlerinden farklı kılan en önemli nitelik, bir nevi çatı kategorinin olmasıdır. Çoğu zaman aksiyon, gerilim veya drama unsurlarını içerirler.
Daniel Calparsoro’nun yönetmenliğindeki El Correo (2024) da, İspanya’nın göz alıcı manzaralarını ve karmaşık sosyal dokusunu, gerilim, aksiyon ve dramla harmanlayarak sunar.
El Correo, genç bir adamın kısa yoldan zengin olma çabasını ve bu çabanın sonuçlarını anlatır. Film, sıradan bir ailede yetişen bir genç olan Iván’ın hikâyesini izler. Babasının yıllarca emek verdiği restoranı ekonomik sıkıntılar nedeniyle kapanınca, Iván kolay yoldan zengin olma yoluna sapar. Kurnazca davranarak ve yasa dışı işlere bulaşarak, hızla yükselir. Ancak bu yükselişin bedeli ağır olacaktır. Iván’ın hikâyesi, ahlaki ve toplumsal sorgulamalarla dolu bir yolculuğa dönüşür.
Aslında hepimiz hayatta lüks, konfor ve zenginlik içerisinde yaşamak isteriz. Ancak kolay yoldan elde edilen başarının gerçekten de sonu hep hüsran mıdır? Yoksa kestirmeden gidilen yolda tek bir hata, domino taşlarını saniyeler içerisinde devirip tüm başarınızı, sahip olduğunuz her şeyinizi elinizden mi alır?
Bu sorunun peşine düşen El Correo, genç bir adamın kısa yoldan zengin olma çabasını ve sonuçlarını anlatır.
*Yazı spoiler içerir.
Kameranın Konulduğu Yer İdeolojiktir.
“Babam olacak şerefsiz haklı çıktı. Benim gibi ukalaların sonu hapismiş.”
Olay her ne kadar genç bir çocuğun kısa yoldan elde etmek istediği başarıyı ve zenginliği anlatsa da, aslında hikâyenin alt metninde pek çok siyasi okuma yapılabilir. Keza günümüzde pek çok insanın her şeye kolay erişim sağlayabilmesi sayesinde, neredeyse şartları zeki ve kurnazca değerlendirebilen her birey kısa yoldan zengin olabilir. Gel gelelim tüm bunların bir bedeli de var elbet. Gerek siyasette gerekse pek çok sektörde gördüğümüz, kısa sürede bir şeylere erişebilen ve hayatında bir anda değişim yaşayan bireylerin bir şekilde ortaya çıkan yolsuzluklarına hepimiz şahit olduk. Peki ya sonunda adalet bu bireyleri hapse mi yollar, cezasını verir mi, orası tartışılır; ancak El Correo, ince ince işlenmiş hikâyesi, karakterin yolculuğunu gerçekten de ‘yolculuk’ içerisinde müthiş derecede işlemiş.
NORMAL BİR AİLE
Iván sıradan bir aileye sahiptir aslında. Lakin babasının yıllarca emek emek işletmeye çalıştığı restoran siyasi olaylar ve ülke ekonomisiyle beraber çöküşe geçince o da babasının aksine bir yol izlemeye karar verir. Sistemin böyle işlemediğine ve bir şekilde zekasını kullanarak lüks hayatlar içerisinde yaşayan insanlar gibi olacağına, hatta daha fazlasını elde edebileceğine ikna etmiştir kendini.
Bir gün tesadüf eseri denk geldiği adamı -ki zeki olduğundan bahsetmiştik- alkollü olmasından faydalanarak gideceği yere bırakmayı teklif eder. Yalnızca adamın istediği tek bir şey vardır: gideceği yere zamanında yetişebilmek. Hatta duş alacak vaktinin olabilmesi. Karakterimiz olabildiğince hızlı bir şekilde arabayı kullanarak adamı gideceği yere yetiştirir yetiştirmesine ancak karşılığı hiç de beklediği gibi olmaz. Anlaştığı ücretin daha azını vererek, “Duş almaya vaktim kalmadı,” der. İşte tüm hikâye burada başlar.
Iván tabii ki o an tüm şansını kullanarak bu hakkını kullanmak ister. Ve belli ki işinin kıymetini bilmediğine inandığı adamı çalıştığı kişilere karşı kullanarak ondan daha iyisini yapabileceğini söyler. İşin içine kurnazlık ekler ve teslim edilmesi gereken paranın bir miktarını çalarak adamı hırsız olarak gösterir. Bu noktadan sonra tüm iş kadının ona ikna olması ve işe almasına kalır. Iván işi kapar ve elinden gelenin en iyisini yapmak adına kuryelik görevine başlar. Tek görevi kendisine verilen kuryeyi zamanında ve mümkünse polislere yakalanmadan teslim edebilmektir. İşin içine girdikçe ve para kazanma, daha çok kazanmak hırsıyla beraber ve paranın getirdiği özgür bir cinsel yaşam, lüks arabalar, hediyeler, alkol ve uyuşturucu batağında bularak yine sonunu son bir kez eğlendiği bir gecede helikopterlerin havada süzülmesiyle getirir.
Peki El Correo Aslında Bize Neyi Anlatıyor?
Siyaset ve Hükümetle Birlikte Gelen Halk Yaşamı: İsyancı
Iván’ın içinde bulunduğu ekonomik ve sosyal şartlardır. Filmin retoriksel stratejisi, aslında Iván’ın birçok olumlu potansiyeli içinde barındırmasına rağmen bu karanlık gelecekten kurtulamayacağını ileri sürer. Iván kolayca duygusallaşmış pathosun odağı hâline gelebilirdi, ancak filmde bundan tamamen kaçınıyor. Bu bakımdan filmin melodramdan kaçındığını ve daha realist bir perspektifi tercih ettiğini söyleyebiliriz.
İçinde yaşadığımız toplum, ülke ve şehir bizlerin kaderini belirliyor. Halktan toplanan vergilerle birlikte geçinen üst tabaka zenginleştikçe halk daha da fakirleşiyor. Peki ya bu durumun içinden nasıl çıkılır? Çalarak mı, karakterimiz gibi usulsüz yolları tercih ederek mi? Ya da babası gibi dürüst bir hayat geçirerek sıradan bir vatandaş olarak yaşayıp huzur içinde hayata gözlerini yumarak mı?
Filmin sonunda izlediğimiz usulsüz suçlar ve beraberinde gelen milli borçlar ve dahası… Peki ya bunun sonu nereye varacak? Hep bir şekilde zengin olmayı başarmış insanlar daha da çoğalarak halkın vergileriyle beraber zenginlik içerisinde yaşarken sıradan halk eve nasıl ekmek getireceğini bilmeyen aileler, geleceğini göremeyen gençlerle mi dolu olacak?
Wayne’e göre isyancı karakteri tarihseldir. İsyancı, toplumsal adaletsizliklere ve eşitsizliklere karşı çıkandır. Bu nedenle de tarihsel ve toplumsal gerçeklikle güçlü bir bağlantısı bulunmaktadır. İsyancı, gelenekle modernin, kırsalla kentsel arasındaki gerilimlerin, diğer bir deyişle eşitsizlik içeren gelişmenin bir sonucudur.
SORULAR SORALIM
Adalet herkes için eşit midir gerçekten?
Sağlık ve eğitim bütçesi kısıtlamaları bugün de devam edecek mi?
Mikrofon başındaki siyasi bireyler konuşmaya devam ettikçe ve ‘direnin’ dedikçe evlerine gittiklerinde yastığa başını kolayca koymaya devam mı edecekler?
Tüm bu sorularla bizleri baş başa bırakan El Coreo, yalnızca tek bir toplumu değil tüm toplumu ilgilendiren sorunlara parmak basıyor elbette.
Yıllardır çekilen siyasi filmlere bakarsak Büyük Diktatör’le (1940) mikrofon başında bas bas bağıran ve esasında Hitler’i canlandıran Charlie Chaplin filmlerinden bugüne değin akla gelen her siyasi film tanıdık geliyor mu?
Bir dolandırıcının yükselişinden mi yoksa toplumun yozlaşmasından doğan halkın çöküşünü mü izledik biz?
Iván’ın ağzından çıkan cümlelerle sizleri baş başa bırakıyorum:
“Para insanı yozlaştırır. Ne kadar çok para o kadar çok yozlaşma.”
Adaletin tüm insanlığı ele geçireceğine inandığımız günlere. İyi seyirler…