Tüm dünyaya mâl olan her olay, insanın dokunduğu alanları da etkileyerek yepyeni temalar, sanat dalları, bakış açıları, ekoller, ideolojik fikirler doğurur. İnsan hayatını merkezine almasıyla insanlık tarihine paralel ilerleyen sinema da elbette bundan nasibini en çok alan sanat dallarından biridir. II. Dünya Savaşı’nın karanlık atmosferi, beyazperdeye yansımasıyla birlikte yepyeni bir türü de jargona eklemiştir: film noir, yani kara film.
İlk olarak 1946 yılında İsviçreli film eleştirmeni Nino Frank tarafından kullanılan terim, adı üzerinde karanlık köşelerde kalan her türlü dram, suç, gizem, gerilim unsurlarını bir araya getirerek siyah-beyaz yoğunluklu dokusuna uygun bir tema oluşturmuştur. Dedektiflik, gizem, takip ve kaçış konularına ağırlık veren bu tür, ilk örneklerine savaşın kötü yüzünden travmatik şekilde etkilenen bir neslin psikolojisini yansıtmakla başlamıştır. Zamanla popüler hâle gelerek kendine özgü bir üslup kazanmış, Hollywood dokunuşuyla beraber de gizem severlere hitap eden yaygın bir tür olarak sinema literatürüne geçmiştir.
Sıkça kullanılan zamanda flashforward (ileri gidiş) ve flashback (geriye dönüş) teknikleri, gizemi derinleştiren dış sesin ustaca kullanımı, faili meçhul cinayetlerin etrafında şekillenen olaylar, temposunu hiç yitirmeyen bir gerilim, film noir yapımlarının başlıca özellikleri olarak sıralanabilir. Modernizmin yansıması da bağlam olarak şehirlerin, özellikle de karanlıkta kalmış ara sokakların, gizli işlerin döndüğü merdiven altlarının tercih edilmesinde rol oynamıştır. Biz de bu ara sokakların merakı cezbeden çağrısına kulak veriyor ve sizleri film noir seçkimize davet ediyoruz.
Killer’s Kiss (Yön. Stanley Kubrick, 1955)
Efsanevi yönetmen Stanley Kubrick’in öğrenci seviyesinde bir film dediği Killer’s Kiss, New York City (“NYC”) sokaklarında çarpıcı bir amatörlükle çekilmiş bir polisiye-drama, film noir filmidir.
Kısıtlı bir bütçe, izinsiz sokak çekimleri, teknik aksaklıklardan dolayı çekim esnasında alınamayan ses kayıtları gibi engellerin arasından NYC’nin tüm kasvetli karanlığını yer yüzüne indirir Killer’s Kiss. Yarattığı femme fatale karakteri Gloria (Irene Kene) üzerinden kurguladığı olay örgüsü, film noir filmlerinin alamet-i farikasıdır, filmin diğer kahramanları erkekler bu kadının büyülüyeci etkisi altında yok olmaya mahkûm edilir.
Gloria; Killer’s Kiss’de Vinne’nin (Frank Silvera) apartmanının karşısında tek başına ve tüm şeffaflığıyla yaşar, vücudunu sergilemekten kaçınmaz ve tüm yalnızlığında erkekleri, bir anlamda rekâbeti ve yok oluşu çağıran bir cazibeyi taşır. Başarısızca sonlanmakta olan boks kariyerinin getirdiği yoksunlaşmayla Gloria’nın çekim alanına giren Vinnie, kendinini evinin ve çevresinin izolasyonundan NYC’nin kuşatan tekinsizliğinde ve sokak arkası-arası, şehir marjini ve yeraltı suç dünyasında bulur.
Haliyle karakterlerin yaşadığı evlerin gölgelendirmeleri, ışıkla kurduğu ilişki ve karakterleri etten-kemikten kahramanlardan ziyade silüetler gibi göstermesiyle film noir estetiğine dokunan film, şehre açılan boyutuyla da bu estetiği geliştirir. Bir sokak arası cinayeti sahnesinde neredeyse ışık oyunu gibi duran karakterler, film noir’in karanlık estetiğini şehrin tekinsizliğiyle bir araya getirir. Film, “kadın kıskançlığı” gibi sıradan bir motiften, film noir görsel uzamıyla, karakterlerin şehrin içinde birer hiçe dönüştüğü, NYC’nin ise giderek grotesk yapısı ve “arka odasının” pislikleriyle öne çıktığı bir şehir kovalamacasına dönüşür.
Öte yandan Killer’s Kiss, bu yapısı ve sağladıklarıyla film noir dünyasının en iyi, hatta belki de ortalama bir örneğini dahi veremez. Zira; Kubrick’in oyuncu yönetimi ve set hakimiyeti anlamındaki eksikliği, etrafı film noir fırça darbeleriyle kuşatılmış film aksiyonunun amatörce kurgulanmasına neden olur. Ne femme fatale karakterinin ne boksörün ne de gözleri Gloria’ya aşkından dönmüş acımasız patronun kişilik gelişimleri filmin zirve yapacak gerginliğine hazırlanabilir. Ne Gloria çarpıcı bir femme fatale karakteridir ne de Vinnie çaresizlikle Gloria’ya tutunmaya çalışan tutkun bir aşık; aksine, film kahramanları vaat ettikleri karakterlerin yalnızca bir gölgesi olarak kalır.
Bir bookend film (başlangıcının filmde anlatılacak hikâyenin sonu olduğu olay örgüsü kurgusu) olan Killer’s Kiss hem yönetmen Stanley Kubrick hem de film noir türüne ilgi duyan izleyicinin ilgisini çekebilecek bir yapım olarak değerlendirilebilecek olsa da, hem teknik ve maddi aksaklıklar hem de Kubrick’in auteur kimliğininden uzakta olduğu acemiliğiyle tatmin edici bir tür filmi vaat etmekte başarısız olur.
Koray Soylu
Gilda (Yön. Charles Vidor, 1946)
Charles Vidor’un yönetmenliğini yaptığı film, kara film türünün en ünlülerindendir ve Rita Hayworth’yi sinema tarihinin en ünlü femme fatale karakteri Gilda ile özdeşleştirmiştir. Gilda rolü Rita Hayworth’nin yaşamını öylesine ele geçirmiş ve yıldızın aşk hayatını o kadar etkilemiştir ki efsaneye “Erkekler yatağa Gilda ile giriyor ama sabah benimle uyanıyorlar.” dedirtmiştir. Film, Rita Hayworth’nin dans sahnesiyle ölümsüzleşmiştir. Kendinden sonra gelen pek çok filme esin kaynağı olan film, işlediği konunun klişeleşmesine neden olmuştur. Türk sinemasında da Boşver Arkadaş (1974) ve Devlerin Aşkı (1976) filmleri bu furyadan etkilenen filmlerdir. Filmin konusuna gelirsek güzeller güzeli Gilda yaşça kendinden oldukça büyük olan kumarhaneler kralı Ballin ile evlidir. Johnny ile Ballin’in yolu bir şekilde kesişir ve Johnny, Ballin’in en güvendiği adam haline gelir. Ancak işler Johnny’nin, Ballin’in yanında Gilda’yı görmesi ile değişir. Johnny her ne kadar Gilda’dan nefret eder görünse de ikisinin çözmesi gereken ve eskiye dayanan bir aşk hikâyesi vardır. Filmde oyuncuya Glenn Ford, George Macready eşlik ediyor.
Ezgi Ulukoca
The Big Sleep (Yön. Howard Hawks, 1946)
Merdiven altlarının karanlık kuytularında gerçekleştirilen suçlar, gizemli takipler, üstü kapalı cinayetler ve bu karanlık atmosferde her şeye rağmen doğan aşklar, film noir türünün başlıca unsurlarıdır. Nitekim senaryosunu William Faulkner’ın kaleme aldığı ve yönetmen koltuğunda Howard Hawks’ın oturduğu The Big Sleep de bu unsurların tamamını barındırmasıyla bu türün başarılı bir örneğini teşkil eder. Ses ve Öfke’nin yazarından çıkan kurgu, kuşkusuz Faulkner kaleminin gittikçe karmaşıklaşan ve insanın karanlık iç sesine yönelen imzasını da baştan sona yansıtmaktadır.
Şüphe temasını merkezine alan filmin konusu bir dedektif takibinin, bilmece gibi iç içe geçmiş bir suç zincirini ortaya çıkarması üzerinedir. Philip Marlowe, General Sternwood’un özel dedektifi olarak kiralanır. Usta dedektifin görevi, generalin kızı Carmen’in (Martha Vickers) bir kitapçıya olan borcunu ortadan kaldırmaktır. Ne var ki bu borç olayı, generalin diğer kızı Vivian’a (Lauren Bacall) göre altında yatan daha derin ve karanlık bir gizemin peşinde koşmak için yalnızca bir kılıftır; Vivian, generalin esas peşinde olduğu kişinin bir süre önce kaybolan arkadaşı Sean Regan olduğunu düşünür. Marlow’a bundan söz eder ve olaylar farklı bir boyuta taşınır. İşin içine gizemli bir cinayetin ve aşkın karışmasıyla birlikte durum, gittikçe karmaşık bir hâl alır ve bu noktadan sonra olayları takip etmek de bir o kadar zorlaşır. Kurgu boyunca aydınlatılan her gerçeğe karşın daima karanlık bir köşenin tutulması, filmin noir tarafının belirgin bir özelliğidir. Faulkner’ın, izleyiciyi sarsmak ve çarpmak için özellikle kullandığı, anlaşılmazlığa dayalı üslup, aynı zamanda birleştirildiği takdirde anlamlı bir tablo hâline gelecek olan kurguya karanlık ipuçları serpiştirmiştir. Dolayısıyla hemen her film noir’da olduğu gibi The Big Sleep, izleyicinin de dâhil olduğu, karanlık bir bilmece girdabıdır.
Rabia Elif Özcan