Filozof Frank Jackson, evrende maddî ya da manevî her şeyin tamamen fiziksel temellere dayandığı tezine karşı çıkar ve hayatlarımızda yalnızca bilinçli bir deneyim süreci ile keşfedebileceğimiz zihinsel veya ruhsal öğeler olduğunu iddia eder. Bu tezini de bizzat kendi geliştirdiği “Mary’nin Odası” isimli bir düşünce egzersizi ile açıklar:
“Mary, içinde siyah beyaz bir televizyon ekranın bulunduğu siyah beyaz bir odada çalışmaya zorlanan zeki bir bilim insanıdır. Renklerin insan beyni tarafından nasıl algılandığını anlamak için çalışan Mary, sonunda bizzat rengin kendisini deneyimlemek dışında konu ile ilgili her türlü bilgiye sahip olur. Peki, bir gün Mary hapsolduğu odadan dışarı salındığında ve gerçek renklerle karşılaştığında bilmediği yeni bir şey öğrenmiş olacak mıdır?”
Bazen farkına varamasak da aslında hayatlarımız durmak bilmeyen bir değişim süreci içerisindedir. Yaşamımızda iz bırakan her an, dünyaya olan bakışımıza yeni bir boyut katar. Deneyimlerimiz bu devinimi hep canlı tutar; kuşkusuz, yönümüzü bulmamıza yardımcı olduğu gibi yoldan çıkmamıza da sebep olabilir. Nasıl bir sonuca varırsa varsın denemek, deneyimlemek şüphesiz her zaman insanlık için öğrenmenin en temel ve etkili yolu olmuştur. Ex Machina (2015) da kendisinden önceki birçok bilim kurgu hikâyesi gibi önümüze bir “deneyim” sorunsalı çıkarıyor aslında ve bu meseleyi de türüne pek de yabancı olmayan bir konu olan ‘yapay zekâ’ fenomeni üzerinden tartışmayı uygun görüyor.
Film, üç ana karakter etrafında düğümlüyor hikâyesini: İlk, yaşadığımız dünyada Google’a karşılık gelen Bluebook isimli bir teknoloji şirketinde programcı olarak çalışan Caleb (Domhnall Gleeson) çıkıyor karşımıza. Sonrasında aynı şirketin sahibi ve kurucusu olan Nathan’la (Oscar Isaac) tanışıyoruz ve nihayet onun icat ettiği, yapay zekâya ve çekici bir kadının neredeyse tüm karakteristiklerine sahip bir android olan Ava (Alicia Vikander) ile karşılaşıyoruz. Anlatının başlangıcında Bluebook, çalışanları arasında bir çekiliş düzenler ve bu çekilişi kazanan kişiye, toplumdan izole yaşayan Nathan’la bir hafta geçirme fırsatı sunar. Caleb çekilişi kazanır ve şirketin helikopteriyle Nathan’ın malikânesine götürülür ve ilk büyük sürprizle de çok geçmeden karşılaşır; Nathan yeni bir ‘yapay zekâ’ geliştirmiş ve aslında Caleb’i de onu test etmesi için evine davet etmiştir. Görev aslında basittir, Caleb her gün periyodik olarak Ava ile konuşacak ve onun gerçekten etkin bir yapay zekâya sahip olup olmadığını anlamaya çalışacaktır. Ava evin cam duvarlarla kapalı kısmında yaşamaktadır, öğrendiği ama deneyimleyemediği bu dünyadan, yani kendi “siyah-beyaz oda”sından çıkamamaktadır ve Caleb’la da bu cam duvarın ardından konuşur. Caleb ilk seanstan itibaren Ava’dan çok etkilenir fakat olaylar hiç de beklendiği kadar basit ve sorunsuz bir şekilde gelişmeyecektir. Ne Nathan’ın ne de Ava’nın motivasyonları aslında Caleb’a lanse ettikleri gibidir.
Bu hikâyenin bizi çıkardığı yolculukta uğradığı en önemli duraklardan biri bilinen ilk bilim kurgu hikâyelerinden olan, edebiyat ve sinema üzerindeki etkisini hâlen güçlü bir biçimde sürdürmeyi başaran Dr. Frankenstein’in tüyler ürpertici hikâyesidir şüphesiz. Nathan karakteri hırslı, işi için kendini toplumdan izole etmiş, akıllı fakat yaptıklarının bedelini düşünmeyen ve ukala Frankenstein’ın modern bir yorumu olarak seyirciye sunulur. Ava ise onun çabaları sonucu ortaya çıkardığı “canavar”ıdır. Aynı Frankenstein’ın canavarı gibi Ava da bir anlamda yaratıcısı tarafından terk edilmiştir. Klasik hikâyede canavar dünyayı bizzat deneyimleyerek öğrenir; nasıl var olmuş olursa olsun o da bir insandır, şeytani bir obje değildir. Onun da duygu ve düşünceleri vardır. Peki ya Ava? Burada bize yöneltilen soru barizdir: Kendi kendine düşünme, öğrenme ve karşısına çıkan sorunları çözme kabiliyetine sahip bir yapay zekâ, “ruha” da sahip olabilir mi? Yoksa onu yaratanların –yani kendilerini tanrı yerine koyan insanların- kontrol edemeyeceği bambaşka bir şeye mi dönüşmüştür?
Tam bu noktada filmin türe getirdiği yeni bir bakış açısı dikkatimizi çekiyor. Nathan’ın evinden içeri adım attığımız andan itibaren film boyunca mekânın güvenlik sisteminin sesinden, evde hizmetli olarak çalışan robota ve Ava’ya kadar her şeyin bir erkek fantezisini yansıtır şekilde kurulduğu gerçeğiyle karşı karşıya bırakılıyoruz. Filmin sonuna kadar gerek sinsi planları, gizemli ve maço kimliğiyle Nathan, gerekse duyarlı ve meraklı karakteriyle Caleb, her ne kadar akıllı olsa bile, Ava’nın kendine ait düşüncelerinin ya da planlarının olabileceğini akıllarına bile getirmek istemiyorlar. Onu gerçekten anlamaya çalışmak yerine kontrol edilebilir güzel bir obje olarak bakıyorlar ona. Filmin sonuna doğru gerçekle yüz yüze gelen Caleb, kendi insanlığından şüphe etmeye başlarken, tanrı rolünü oynayan Nathan ise yanılgısının bedelini çok ağır bir şekilde ödüyor. Ava’nın bir kadın suretinde tasarlanmış olması ve erkek karakterlerin ona olan yaklaşımları aslında cinsiyet ilişkileri ile ilgili hepimizin içine işlemiş olan önyargıları da su yüzüne çıkarıyor ve filme feminist bir bakış açısı kazandırıyor. İnsansı bir robot üzerinden erkeğin bakışını kullanarak oluşturulmuş olan “erotik” anlar ise bu mesaja daha da güç katarak seyircide baskın bir rahatsızlık hissi yaratıyor.
Film, hikâyesini seyirciye açtıkça bu gizemli ev, hem Caleb hem de seyirci için klostrofobik bir labirente dönüşüyor. Nathan’ın dürüst olmadığını fark ettiğimiz andan itibaren Caleb’in aslında peynirin peşinden koşturulan bir fare hale geldiğini düşünüyoruz. Asıl sorun da aslında burada başlıyor çünkü film geliştikçe Nathan için asıl farenin Ava, onun yakalaması gereken peynirin ise Caleb olduğu ortaya çıkıyor. Nathan’ın Caleb’a da Ava’ya da “insan” olarak bakmaması, sanal dünyanın gerçek olan üzerinde kurduğu hâkimiyet ve bunun sonucu olarak yalnızlaşan, izole olan ve duygusuzlaşan kişi üzerine de seyirciye önemli ipuçları veriyor.
Caleb seanslardan birinde Ava’nın zekâsını ölçmek için ona “Mary’nin Odası”ndan bahsetmeye başlar, amacı karşısındakinin gerçekten zeki mi yoksa zeki taklidi yapan bir makine mi olduğunu anlayabilmektir. Caleb Ava’yı hikâyedeki Mary ile özdeşleştirir kuşkusuz ve odadan çıktığında gerçek bir insan olabileceğini düşünür fakat aslında film bize başka sorular sormaktadır. Gerçekten o siyah-beyaz odada hapsolan kimdir? Kafese kapatılmış, her türlü bilgiye sahip ama gerçek deneyimlerden yoksun olan ve sonunda daha iyi bir model için varlığına son verilecek Ava mı? Yoksa onu yaratan ve test eden fakat onu gerçekten anlamaktan aciz olan Nathan ve Caleb mi? Ava bir kadın gibi programlanmıştır belki ama hayatı deneyimlemeden onun gerçekten bir insana dönüşüp dönüşmeyeceğini anlayabilir miyiz?
Daha önce Sunshine (2007) ve Dredd (2012) gibi hem fikirsel hem de görsel anlamda başarıya ulaşmış bilim kurgu filmlerinin senaryolarına imza atan Alex Garland, ilk kez yönetmenliğe soyunduğu bu filmde alışık olmadığımız farklı bir konuya parmak basmıyor belki ama meseleye olan bakış açımızı genişletmekten de geri durmuyor. Yarattığı soğuk, basık ve puslu atmosfer, filmin üç ana karakteri arasındaki etkileşimi de her sahnede biraz daha geriyor. Aynı zamanda hem oyuncuların başarılı performansları hem de filmin dinamik ve sade sinematografisi tek mekâna sıkışmış ve sırtını aksiyondan çok fikirlere yaslayan bu filmin olası zaaflarını başarı ile kapatıyor.
2001: A Space Odyssey’den (1968) Blade Runner’a (1982), Artifical Intelligence’dan (2001) Her’e (2013) kadar uzanan bir geçmişe sahip olan bu bilim kurgu türünün sıra dışı örneklerinden biri olmayı başaran Ex Machina sonuna geldiğinde seyircisini yanıtlardan çok sorularla baş başa bırakır. Hep bilginin ve öğrenmenin peşinde olan, hem Caleb’i hem de Nathan’ı dikkatle gözlemleyip manipüle eden Ava, sonunda hapsolduğu siyah-beyaz odasından çıkmıştır. Nathan’ın kendisinden önceki modellere yaptığını ona da yapmasına, labirentte hapsolmuş bir fare gibi onun varlığını kontrol etmesine izin vermemiştir. Artık yaratıcısını ve gardiyanını (yahut babasını) öldürmüş ve “birey” olabilmek için ilk adımını atmıştır. Kendini insan derisinin ardına saklar ve Caleb’i almak için gelen helikopterle gerçek bilgiye, gerçek dünyaya, yani hayata dair “bilinçli bir deneyim”e doğru yola çıkar. Ava insanların arasına karıştığındaysa aklımızda tek bir soru vardır: Artık hakiki renklerle tanıştığına göre Ava bir “insan”a mı dönüşmüştür yoksa kontrolümüzden çıkmış korkunç bir canavara mı?
Ben birşey anlamadım hiç bir analizde de yazmıyor ava neden son sahnede Caleb’ı kilitli bıraktı onla iyi geçinmiyorlarmıydı? Caleb ona iyi davranmıştı hep, hatta kapının kilidini açanda Caleb’tı, kaçmasına yardım edende.
ava caleb ı dışarı çıkabilmek için sadece araç olarak kullandı bu kadar.