Başarılı yönetmen Emin Alper’in çektiği ilk uzun metraj olan Tepenin Ardı (2012), Berlin Film Festivali başta olmak üzere ulusal ve uluslararası pek çok festivalden ödüller kazanarak dikkatleri üzerine çekmeyi başardı. Film politik atmosferi ile, günümüz toplumsal ve siyasi konjonktürünün temel sorunlarını gerçekçi ve eleştirel bir bakış açısıyla ele alırken, yönetmenin gelecek işleri adına heyecanlandırıcı bir ilk adım teşkil etmiş oldu. Çekimleri Karaman ilinin Ermenek ilçesinde gerçekleştirilen film, ıssız bir taşra köyünde babasından kalma bir arazinin başında duran yaşlı Faik (Tamer Levent) ile, hava değişikliği için iki oğlunu dedeleri Faik’in yanına götüren Nusret’in (Reha Özcan) sıradan gibi görünen aile buluşmalarının büyük bir trajediye dönüşmesini konu alıyor. Otlattıkları keçileri kendi arazisine sokup, ekinlerini talan ettiği gerekçesi ile bir tepenin ardında oturduklarını söylediği Yörüklere karşı içerisinde biriken nefreti günden güne daha çok bileyen Faik, oğlu ve torunlarının kendisini ziyaretleri ile başlayan bir dizi ilginç olaylar dizisinde başlarına gelen tüm badirelerin sorumlusunu ‘’öteki’’ ilan ettiği Yörükler olarak gösterecek ve başlangıçta yalnızca kendi içerisinde filizlenen düşmanlık ve öfkenin tohumlarını bir iktidar ve otorite figürü olarak ailenin diğer bireylerinin zihinlerine ekmeyi başaracaktır.
Şüphesiz bu noktada filmin alegorik bir Türkiye temsili olduğunu söylemekte yarar var. Farklı dil, din ve ırktan pek çok grubu içerisinde barındıran Türkiye’de, çoğunluğun azınlık üzerinde kurduğu baskı ve ötekileştirici tutum filmde karşılığını Faik’in sınırın diğer ucunda yaşayan Yörükleri ailesinin ortak düşmanı hâline getirmeye çalışması ile buluyor. Burada devreye bilinmeyenin yarattığı korkunun zamanla toplumsal bir paranoyaya dönüşmesi ve sınırın öte tarafında yaşayan ailenin çarpıtılmış bir kimlik baskısı ile pek çok saldırıya maruz kalması giriyor. C. Taylor, Çokkültürcülük adlı kitabında çarpıtılmış kimlikler ile alakalı şunları söylüyor: ‘’Kimlik, kişinin bir insan olarak kendini tanımlayan temel nitelikleri anlaması gibi hususları gösterir ve kısmen tanınma veya tanınmama, çoğu zaman da başkalarının yanlış tanıması yoluyla biçimlendirilir. Dolayısıyla çevredeki insanların veya toplumun onlara kendileriyle ilgili aşağılanan, kerih görülen bir imaj yansıtmaları hâlinde, insanların veya grupların zarar görmeleri söz konusu olabileceği gibi, tanınmama yahut yanlış tanınma, insanı gerçeği yansıtmayan ve çarpıtılmış bir kimliğe hapsederek baskıya dönüşebilir.’’ Filmde gerçeklik zamanla paranoyanın hastalıklı bir duruma dönüşmesi ve bunun sonucunda düşman olarak belirlenen karşı tarafa karşı ortak bir tehdit algısının geliştirilmesi ile birlikte mantıksallığın sınırları dışına çıkarak, âdeta Faik’in zihninde kurguladığı bir basit nedensellik zincirinin öznesi hâline gelir. Önce tüm uyarılara rağmen keçilerin tekrar ekinlerin arasına sokulduğu anlaşılır, sonra Faik’in yanında yaşayan Mehmet’in (Mehmet Özgür) oğlu Sülü’nün (Sercan Gümüş) köpeği vurularak öldürülür ve olaylar bununla sınırlı kalmayarak devam eder. Saldırıları Yörüklerin bir inat uğruna gerçekleştirdiklerine adı gibi emin olan Faik ise her seferinde karşı hamleler geliştirir, gözüyle görmediği ve neredeyse tamamı onun uzağında gerçekleşen her saldırı için tepenin ardında yaşayan hain komşularını suçlar.
Karakterlerin alegorik kurgu içerisindeki izdüşümlerine değinmek hikâyenin yapısını aydınlatmak açısından oldukça önem taşıyor. Yaşlı adam, toplumun tüm kesimleri üzerinde baskı kuran, yasa koyucu ve emir veren konumundaki devlet figürünü temsil ediyor. Modern devlet, toplumlar üzerinde yetkinliğini kanıtlamış bir siyasal örgütlenme biçimi olarak varlığını temelde egemenlik ilkesi üzerine inşa eder. Bu ilke aynı zamanda devletin hükmetme gücünü hukuksal temellere dayandırır ve devleti mutlak otorite hâline getirir. Fransız hukukçu Bodin, egemenliğin mutlak olduğunu ve güç, işlev ya da süre açısından kısıtlanmadığını söyler. Bodin’e göre kısıtlama egemenliğin doğasına aykırıdır; mutlak otorite, Tanrı’dan sonra kendi üzerinde hiçbir güç tanımaz. Klasik egemenlik kuramında bahsi geçen iç egemenlik kavramı, devletin belirli bir coğrafi alan ve o alanda yaşayan halk üzerindeki mutlak hükmetme yetkisi olarak tanımlanır. Bu tanıma göre iç egemenlik, devlet ile vatandaşlar arasındaki ilişkide devletin her zaman karar mercii olmasıdır. Devlet, kendisine meydan okuma potansiyeli olan tüm düşmanları ve güç sahiplerini engeller ve siyasal yönetimin dizginlerini kendi eline almış olur. Böylelikle toplumun tamamı, devlete karşı bir itaat kültürü geliştirir. İşte Tepenin Ardı’nda Faik’in yapmak istediği tam da budur: ailesinin sorgusuz sualsiz itaati. Bu noktada trajikomik olarak nitelendirebileceğimiz pek çok çelişki ile karşılaşırız: ‘’Acaba yarattığımız düşmanlar zamanla gerçeğin kendisinden koparak tasarladığımız paralel bir gerçekliğin abartılı tezahürü olabilirler mi? Peki ya düşman gerçekten de düşman değilse; içerisindeki tüm nefreti büyük bir taşkınlıkla kusan zihnimizin karanlık odalarında dönüp duran, tüm kötülüklerin sorumlusu ilan ettiğimiz günah keçilerinin rahatsız edici yankısı mıdır aramızda sessiz sedasız dolaşan?
Muhtemelen öyledir. Zira, keçilerini otlağın içine sokarak ekinleri ve asmaları mahveden, Sülü’nün köpeğini öldüren Yörükler değildir. Ailenin düşman olarak nitelendirdiği sınırın öte ucundaki yabancılar, ortak bir suskunluk ve riya zincirinin paslı halkalarının arasına sıkışıp kalmış seçili kurbanlardır yalnızca. Filmde üç kuşak erkeğin bir arada gösterilmesi, eril iktidarın homurtulu adımlarına şahit olmamız açısından tesadüf değildir. Faik’in yanında çalışan Mehmet, yaşlı adamın onun beceriksizliğinden yakındığı bir konuşmasına kulak misafiri olur; bu durum onu kışkırtır. Belki her işini hallettiği ve emirlerini sorgusuzca yerine getirdiği bu huysuz ihtiyarın boyunduruğu altında yoksulluk ve sefalet içerisinde ezildiği için içten içe büyük bir nefret duymaya başlar, belki de basiretsiz ve beceriksiz olarak nitelendirilmek erkeklik gururuna dokunur; elindeki sopa ile tüm asmaları gözü dönmüş bir canavar misali kırar, ezer geçer. Nusret, iki çocuklu, orta yaşlı bekar bir adamdır. Babasının niçin yeni bir kadınla evlenmediğiyle alakalı sitemlerini dinlemekten bezmiş, askerden döndükten sonra büyük bir travma ile boğuşan büyük oğlu Zafer’e (Berk Hakman) iyi bakamayacağı ile alakalı imalarda bulunulmuş ve babasının tüm önemli işleri Mehmet’e vererek onu beceriksiz bir adam olarak gördüğü hissine kapılmıştır; gecenin bir yarısı mutfakta sohbet8 ettiği evin tek kadını Meryem’i (Banu Fotocan) bir köşeye sıkıştırır ve ona tecavüz etmeye çalışır. Caner (Furkan Berk Kıran), Nusret’in küçük oğlu, heyecanlı ve ateşli bir delikanlıdır. Dedesinin tüfeğiyle atış yapmaya olan merakı başına kötü bir olayın gelmesine sebebiyet verir; Sülü’nün ona havlayan köpeğinden korkarak köpeği vurur ve öldürür. Sülü tüm bu erkekler içerisinde en yabanisidir, heybetli bir ağacın güçlü kolu, çağıldayan bir derenin berrak suyu gibi doğanın bir parçasıdır âdeta; Nusret’in annesine yaptığı şeye karanlık bir tepenin yamacında şahit olarak sabahında cüretkâr adamı ayağından vurur. Modern olanı, şehirliyi temsil eden ve her fırsatta taşrada yaşamanın sıkıcı olduğundan dem vuran Nusret’in bu girişimi ise eril iktidarın modern kimliğin üzerinde, çok derinlerde örülen bir ağ olduğunu da açıkça gözler önüne serer. Tüfek her patladığında öfkenin boyutu biraz daha artar düşmana karşı; kimse kendi işlediği suçları itiraf edemez açıkça. Aksine, otoritenin tüm aileyi ortak bir çatı altında buluşturması ve sınırın diğer yanında olan bilinmeze karşı nispeten güvenli bir korunak dairesinin inşa edilmesi herkes için en kolay olanıdır. Suçluluk kimsenin içini yaptığı vahşiliği, işlediği cinayeti dillendirecek kadar rahatsız etmez; güçsüz, silik bir fısıltı gibi zamanla söner ve sessizliğin rüzgârına karışır.
Filmde iktidarına yenik düşen, öfkesinin boyunduruğundan bir türlü kurtulamayan erkekler arasında, bir bebek gibi masum görünen Zafer farklı bir yerde konumlanıyor. Askerliğini zorlu koşullar altında, zorlu bir coğrafyada tamamlamış olduğunu tahmin ettiğimiz Zafer’in travmaları peşini bir türlü bırakmıyor. Komutanı ve askerler ile konuştuğu halüsinasyonlar görüyor, daldığı her düşten kafasındaki hayalî askerlerin hayaleti ile uyanıyor. Ne yazık ki en sonunda keçilerin arasında bulduğu keçi derisi ile kamufle olmaya çalıştığı bir gün tüfekle vurularak ölüyor ve ruhunda onarılamaz travmalar yaratan askerlik tanıklıklarından birinin, yıllar sonra başrolü oluyor. Zafer’in öldürülmesi Faik için bardağı taşıran son damla oluyor ve ailesine yaşananları sinirli naralar atarak hatırlattığı ufak bir toplantı sonrası herkesi peşine takıyor ve Yörükleri öldürmek için yola çıkıyor tepenin ardına doğru. Seyirciyi sınırlar, militarizm, ötekileştirme, eril iktidar, otorite, devlet, düşmanlık gibi pek çok kavram üzerine derin sorgulamalara iten Tepenin Ardı, başarılı sinematografisi ile de göz kamaştırıyor. Sıkışmışlığın ve kapana kısılmışlığın, doğanın kalbine çekilmeye çalışılan sınırların, insanın içinde büyütüp beslediği o vahşi canavarın varlığının sinematografik unsurlarla desteklendiği film, Bergman’ın The Seventh Seal (1957)’i gibi son buluyor ve tepenin ardı, insanlığın bitişsiz yolculuğunda, kendi payına düşeni ararken peşinden sürüklendiği, uzayıp giden tasvirlerin karanlıkta kaybolan silik gölgelerine dönüşüyor.