24. Uluslararası Adana Film Festivali’nin seçkisinde en çok merakla beklenen filmlerden biri olan The Square tamamen bir eleştiri filmi olma özelliğini taşıyor. Film medyayı, toplumun sanat anlayışını ve tabii bunları bünyesinde barından toplumun kendisini taşlamayı kendine görev ediniyor. Ruben Östlund’un çizgisini asla bozmayıp onu daha da ileriye taşıyan The Square, modern insan imajını dışarıdan onlara bakarak değil tam olarak onların içinden tasvir ediyor. Dram filmi olarak geçen The Square, aslında dramatize olaylarla dalga geçerek filmi bambaşka bir yere koymamıza neden oluyor. Filmi dram olarak görmemizin nedeni topluma üzülerek bakmamızı sağlamasından kaynaklanır durumda. Gittikçe daha dibe batan bir alt-üst tabaka ilişkisi, entelektüel kitle üzerinden anlatılmaya çalışılıyor.
Christian (Claes Bang) bir modern sanat müzesinde küratörlük yapmaktadır ve toplumun durumu ile ilgili yapılan her türlü sanat Christian’ın ilgi alanında olup onun sanat camiasındaki yükselişine neden olmak olmaktadır. “Kare” isimli yeni sanat eserinin de ilgi çekmesi için sosyal medyada viral olabilecek bir video tasarlanması gerekmektedir. Kare, içinde barındırdığı herkesin eşit statüde olmasını temsil eder. Ama işler hiç de bu temsiliyeti ifade edecek şekilde gelişmeyecektir.
Christian ve müzede çalışan diğer herkesin eşitlik anlayışını gerçekten anlamasının imkanı olmaması filmden çıkarılacak ilk sonuçlardan biridir. Yardıma muhtaç insanlara karşı hiçbir empati geliştirmeden onlara tepeden bakarak onları anlatabilmenin mümkünatı da yoktur. Yani Christian tamamen günümüz elitist ve tepeden bakmacı sanat anlayışının somutlaştırılmış halini yansıtır. Bir röportaj aracılığıyla tanışıp yakınlaştığı Anne (Elizabeth Moss), bu somutlaştırılma durumunu ortaya çıkaran en önemli etkendir. Anne ve Christian’ın izleyebileceğiniz en komik ama zamanla efsaneleşebilecek sevişme sahnesinden itibaren sürekli bir insanlara güvenme mevzusu dönmektedir.Christian, müzede “İnsanlara güvenmelisiniz” temalı bir çalışma bulundururken kendi hayatına bunu kesinlikle yansıtamamaktadır. Ama film, başından sonuna kadar Christian için bir süreçtir. Kendini arayışı ve kendiyle hesaplaşmasından başkalarını anlayabilmeye doğru bir evrilme söz konusudur. Bu evrilmeyi iki ayrı olay sağlayacaktır. İlki yaşadığı hırsızlık olayıyken, diğeri yaşadıklarından sonra Anne’in onu köşeye sıkıştırmasıdır. Adeta bir Ortadoğulu edasıyla her fırsatta Christian’a fırça çeken çocuğu zor duruma düşürmesinin ardından Christian’ın çocuk için çektiği video tüm filmin mesajını açıklayacaktır aslında. Yalnızca bir özür videosu olması gerekirken politik, toplumsal, sosyolojik ve psikolojik bir monolog halini alır ve Christian’da iplerin kopmasına neden olur. Ruben Östlund’un modern topluma yapılabilecek en sağlam eleştirilerden birini getirmiş olmasına da bu iplerin kopması neden olur. Onların altında ezilerek yaşamak zorunda olan insanların gözünden bir hikaye yaratmak çok daha kolay olabilecekken, Östlund zor olanı seçmiş ve kendi kendini imha eden elitist kesim üzerinden bir hikaye yaratmayı tercih ediyor. Filmin anlamsız müzikleri, dansları, her bir insanın giyimi ve tavrı da dahil olmak üzere etrafımızda gördüğümüz sanatı kendilerinden olmayan toplum üzerinden kendilerine ithaf eden modern insanı yansıtıyor. Östlund, takım elbiselilerin, takım elbise giyemeyenlere üstün tavır takınma ve hükmetme görüşünü üstü kapalı bir şekilde sunuyor izleyiciye. Özellikle Oleg’in (Terry Notary) en üst tabaka insanların toplandığı partide yaptığı performans sanatı, orada bulunanlara tam olarak onların istediği şeyin verilmesini ama onların bunu “aşırı” bulmasını ifade eder durumda. Hiç tanımadıkları dış dünyayı onlara kısaca tanıtan performans çok sert ve gerçekçi olması, oradaki insanların dış kabuklarından sıyrılıp içlerindeki hayvaniliğin ortaya çıkmasına da neden oluyor.
Filmdeki sayısız metafor, hipnotize eden sahneler, mizahi göndermeler ve daha bir kez izlemekle sayamayacağımız milyonlarca özellik The Square’in gözümüzde bulutlara kadar yükselmesine neden oluyor. Ayrıca Elizabeth Moss’un bulunduğu sahnelerin yetersiz olmasına rağmen filmdeki en büyük oyunculuklardan biri kesinlikle onun ellerinden geliyor. Cannes’da alınan ödülleri sonuna kadar hak eden The Square’i tekrar tekrar izlememek içten olmayacak gibi görünüyor.
Teşekkürler
Filmde müzede toplanan elit kesimin bile, sanat sevgisinin bir palto misali sadece oradaki sözde sanat sever insanları dıştan örttüğünü ve pek azının o müzede eserler için bulunduğunu söyleyebiliriz. Ben bunu en iyi şef Jonas’ın yemeklerini anlatırken, etraftaki insanların şefi dinlemeyip, tabiri caizse “aç kurt sürüsü” gibi yemek salonuna koşmasında hissettim. Oysaki şef Jonasta kendi sanatını yemeklerde icra etmiş olmasına, eserini halka sunma isteği ve hevesi olmasına rağmen onca sanat sever Şef’e kulak asmadı ve yukarıdan baktıkları alt tabakanın genel sanat eserlerine yaptıklarını için suçladılar gibi ” eseri anlamadılar, hakaret ettiler ve hor kullandılar”.
Filmleri izlemeyi, haklarında düşünmeyi çok seviyorum…