Sanatta bir nesneyi/şeyi görünür kılmanın en ustaca yollarından biri, onu sahnede yok etmektir. Çabalamadan görünen, beyaz bir fil gibi ortada parlayan şeyler, izleyicisinin ilgisini de bir o kadar az çeker zira. Eserle muhatap olan kişi, eserin sorularına ve bulmacalarına da ortak olmak ister. Eserle konuşmak, bir diyalog hâli içinde olmak, hatta belki eserin bir parçasına dönüşmek ister. Bu da ancak sanatçının bıraktığı ipuçlarını “takip etmekle” olur. Christopher Nolan’ın 1998 yapımlı ilk çıkış filmi olan Following de adı üzerinde hem konusunu hem de izleyiciyle konuşma biçimini bir takip üzerine kurmuştur. Nolan, filmde takibi bir oyun hâline getirerek karakterlerden hangisinin takip edilip hangisinin avlandığını, izleyicinin zekâsına ve dikkatine bırakmıştır.
Film, bir süredir işsiz bir yazarın başına gelen kara mizah türünde bir olay etrafında şekillenir. Başlangıçta Londra sokaklarından kocaman kalabalık kitlelerinin görüntüleri verilir. Siyah beyaz çekimden oluşan görüntüler, bütçeyi en düşük miktarda tutmak üzere doğal ışık altında çekilmeye çalışılmıştır. Henüz genç bir yönetmen olmasının verdiği nispeten dar prodüksiyon olanakları nedeniyle Nolan her ne kadar mümkün olan en sade ve masrafsız yöntemleri kullanmaya çalışsa da ortaya çıkan eser, hiç de basite alınacak türden değildir. Filmin hızlı temposu, başından sonuna dek metropol kalabalığının içinde kaybolmaya ve aradığını bulmaya bir davettir. Başkahramanımız da şehrin sesine kulak vererek Londra sokaklarında kalabalığa karışır, sabahtan akşama kadar gözüne kestirdiği herhangi birini takip eder. Nereye gittiğini, kimlerle oturup kalktığını, neler yiyip içtiğini ayrıntısıyla gözetler. Başta belli bir amaç gütmeden yapar bunu. Yalnızca kurgularındaki karakterler için malzeme toplamayı düşünür. Ancak sonra karşılaştığı ve epeyce bir süre takip ettiği bir adam, Bill’in hayatını bir felakete sürükleyecektir.
Takip ettiği adam da Bill yaşlarında, şık giyimli bir beyefendidir. Bill’in de onu takip ettiğinin pekâlâ farkındadır ve yemek yediği sırada artık dayanamayarak Bill’e doğrudan neden takip edildiğini sorar. Bill, şaşırıp lafı çevirmeye kalksa da kaçışın olmadığını anlayınca tüm amacını, takip serüvenini anlatır. Bill’i dinleyen adam, adının Cobb olduğunu söyler. Dahası, bir hırsız olduğunu itiraf etmekten de çekinmez. Ama Cobb’un hırsızlık anlayışı, bilinenden oldukça farklıdır. Bunu anlatmak için Bill’e, ona eşlik edebileceğini söyler. Böylece Bill, yeni arkadaşıyla beraber güven ile güvensizliğin eşiğinde yalpalayarak ilk hırsızlığına başlar. Cobb’un amacı değerli eşyalar çalmak, bir şeyleri beraberinde götürmek değildir. Tıpkı Bill’in takip oyununa benzer şekilde insanların evlerine girer, yaşantılarının ayrıntılarını inceleyerek kendince hikâyeler üretir. Onlara ufak sürprizler ve takip edilecek ipuçları bırakır. Bir bakıma, başkalarının hayatına müdahil olmaktan, takıntılı derecede keyif alır. Bill, her ne kadar kendini suçlu hissedip rahatsız olsa da zamanla Cobb’un her adımında ona eşlik etmeye başlar. Böylelikle ikili, çeşitli işlerde ortak hâline gelir. Anlaşmalı ve organize hırsızlıklara başlarlar. Ne ki çok geçmeden Bill, kendini beklemediği, ince düşünülmüş bir tuzağın içinde bulacaktır. Üstelik tuzağı kuranlarla avlananların, aynı kişilere dönüştüğü, çetrefilli bir örgünün içinde!
Nolan kurgusunun büyüsünü bozmadan filmin son sahnesine dikkat çekmek gerekirse bu kara mizah polisiyesinin, aslında başta değindiğimiz sanat biçemini ve felsefesini sahnelediğini görürüz. Düşük bütçeli olması adına yapılan siyah-beyaz çekim de böylelikle bir başka anlam katmanına hizmet eder. Karakterler, filmin başından sonuna kadar iyi ile kötünün ortasında bir tavır sergiler. Her biri, izleyiciyi sarsmak için güvensizlik içeren bir ayrıntıyı ele verir. Film boyunca izleyici, karakterleri siyah veya beyaz renkten birine yaklaştırmaya çalışsa da son sahnede tüm renkler yer değiştirir. Böylece başta dikkati çekmeyen ve ilk sahnenin sokak kalabalığı görüntüsündeki insanlar, sürpriz birer kimlik kazanarak görünür hâle gelir. İlk ve son sahnenin aynı oluşuyla Nolan, izleyiciye de film boyunca karakterlerle birlikte yaşadığı serüveni, gizemleri nasıl kullandığını, neleri atladığını ve en önemlisi, baştan sona nasıl bir değişim geçirdiğini göstermiş olur.
Dikkatli izleyiciler, kalabalığın içinde bir görünüp bir kaybolan “avcının” farkında varacaklardır hemen. Bu belirip yok olma da boşa değildir; başta beyaz görünen, zararsızlığına neredeyse ikna olacağımız karakterler, açığa çıkan tek bir ipucuyla göz açıp kapayıncaya kadar siyah bir kimliğe bürünür. Aynı şekilde suçsuzluğundan emin olduğumuz karakterlerse bütün suçun odak noktasına yerleştirilmiştir. Ava giden avlanır sözünü haklı çıkarmak adına filmin başında avlananlar, zamanla avın kendisine dönüşmüştür. Birbirinin aynısı olan başlangıç sahnesi ve son sahnede de Nolan’ın göstermek istediği budur. Metropol yaşantısının kimliksizleştirdiği, gri renkle tek tipleştirdiği insan kavramı, en büyük tehlikeleri bu “kimliksiz-gri” varlık hâlinin içinde saklayabilme olanağı bulmuştur. Bu yorum üzerinden, Nolan’ın bir metropol eleştirisi getirdiğini söylemek de mümkündür: Metropolde her şey anlık, her şey geçişken, belirsiz, köksüz ve renksizdir. Güven duygusu da böylesi değişken bir toprakta kök salamaz elbette. Nitekim Nolan, sonlara yerleştirdiği çözüm sürecinde de izleyicinin güveniyle oyun oynayarak bunu bizzat göstermiştir.
Kara mizah türünde değerlendirilen film, bu oyuncu son sahne ile izleyiciye tebessüm etmiş, bizleri de hayretle karışık bir tebessüm içinde bırakmıştır. Ancak içimize bıraktığı şüphe tohumları da kuşkusuz, bundan böyle hep bir av-avcı ilişkisi içinde takip edildiğimiz hissini bize miras bırakacaktır.