Ursula K. Le Guin, Omelas’ta bir kasaba kurar o çok meşhur kısa öyküsünde. Sokaklarının her köşesinden evlerinin içlerine dek bu kasaba, herkesin çok mutlu, huzurlu ve endişeden uzak olduğu bir yer olarak tasvir edilir. İnsanların yüzünde, bazı dehşetleri henüz tatmamışlığın, bir çeşit nahif saflığın ve bilmezliğin mutlu tebessümü vardır. Kutlamalar, şenlikler, neşeli geçitler, bu saf coşkunun şiddetini gittikçe artırır. Ancak coşkunun tam zirveye ulaştığı noktada Le Guin, her şeyi alt üst edecek o korkunç gerçekle baş başa bırakır okuyucuyu: Tüm bu mutluluk, sevinç, huzur ortamı; kurban olarak seçilen bir masumun, kasabadaki herkesin günahını üstlenip bedenini, kimselerin sözüm ona bilmediği (!), fakat dilsiz bir anlaşmayla kabul ettiği, gizli bir bodrum katına hapsetmesi üzerine kuruludur. Bu gerçeğin farkında olanlar, masum bedenin çektiği acıyı vicdanlarına sığdıramayıp Omelas’ı terk eder. Gittikleri yol nereye varır? Yoksa ömür yollarının sonu mudur Omelas’tan sonrası? Bilinmez… Fakat Le Guin’in, okuyucuya bir tokat gibi tuttuğu ayna, merdiven altına gizlenmiş tüm günah keçilerini çırılçıplak ortaya serer böylelikle. Ve öykünün sonundaki bu yüzleşme, herkese yöneltilmiş bir soru olur: Peki, senin günah keçin ne? Vicdanının sesini hangi yastıklarla boğuyorsun?
Bu soruya en güzel yanıtlardan birini, “Günah Keçisi” adlı makalesinde René Girard vermiştir. Mikro boyuttaki bireyin bilinçaltından makro boyuttaki sosyal alana giriş yapan Girard, burada toplu yapılan eylemlerin, bireysel boyutta suç sayılabilecek birtakım hareketleri tabiri caizse mazur gördüğü, hatta bu şekilde kabul edip içselleştirdiğini ortaya koymuştur. Belli bir gelenek ve kültür dokusuna yerleştirilen bu kabuller de nitekim “ritüel” adı altında toplumun benliğine dâhil olur. İşte ritüelin gücü, bu noktada kendini gösterir; bir defa ritüel hâline gelen eylem, bir insanın veya başka bir canlının hayatına mâl olsa da daha yüce bir amaca hizmet ettiği varsayımıyla kutsallaştırılır. Kurban kesmek, adak sunmak, kendi canına kıymak, saygın bir törenin en önemli parçasıdır artık. Böylelikle suç ortadan kalkmış, büyük ve bir o kadar karanlık bir huzursuzluk üstüne kurulmuş olsa da toplumsal huzur yeniden sağlanmıştır.
2018 yapımlı Hereditary filminden sonra Ari Aster’ın, benzer bir temaya sahip, merakla beklenen yapımı Midsommar (2019), Le Guin kadar çarpıcı bir görsellikle karşımıza çıkarak ritüellerin, bu çerçevede ulaşabileceği sınırları sonuna dek zorlamıştır. Filmde bir grup gencin, sosyoloji üzerindeki tez çalışmalarına katkıda bulunacağı düşüncesiyle İsveç dağlarında yaşayan bir topluluğa konuk oluşu anlatılır. Başta tıpkı Omelas’ın halkı gibi mutlu ve huzurlu görünen insanlar, ne var ki ritüellerini gerçekleştirmeye başladıklarında tüyler ürpertici gerçekler ortaya çıkar. Annesini, babasını ve kız kardeşini yakın bir zamanda kaybeden Dani, ayrılmanın eşiğine geldikleri erkek arkadaşından duygusal destek bulmak ve zihnini bir şeylerle meşgul etmek amacıyla bu geziye katılmışken kendini bir anda ritüellerin ortasında bulur. Geleneksel şenlikler adı altında anlamlandıramadığı oyunlara katılır, hatta bunlardan birini kazanarak o yılın Mayıs Kraliçesi ilan edilir. Ancak bir yanda neşeli kutlamalar, ziyafetler, takı törenleri gerçekleştirilirken diğer yanda Dani’nin arkadaşları bir bir ortadan kaybolmakta ve kimse buna tam bir açıklama getirememektedir. Bu tuhaf durum, Dani’yi gittikçe huzursuz etse de ardı kesilmeyen ritüeller, genç kızı adeta içine hapseder ve bundan kurtuluşun olmadığı açık hâle gelir.
Ritüellerin başlamasıyla nabzı yükselen film, bu tempoyu sonuna dek korumakta ve her yeni ritüelle birlikte şiddeti de artırmaktadır. Bu yükselişte canlılık döngüsünü oluşturan iki ayrı kutup, doğum ve ölüm, törensel coşkunun zirve noktalarıdır aynı zamanda. Dolayısıyla doğuma ve ölüme en çok yaklaşılan noktaları sahneleyen görüntüler, cinselliği ve cinayeti; o toplumun ritüel anlayışı çerçevesinde kutsallaştıran, fakat bu alanın dışında insan haklarına göre tamamen birer suç sayılan bir çıplaklıkla gösterir. Dehşet deneyimini izleyiciye de başarılı bir şekilde yansıtan bu görüntüler, gittikçe yükselen ve coşkusu artan seslerle de desteklenmiştir. İşte bu noktada Aster, zekice bir hamle yaparak başta iki ayrı kutupta yer alan doğum ve ölümü, zirveye yaklaştıkça birleşmeye başlayan bir eğri üzerine oturtur. Yani doğumun ve ölümün sesi, görüntüsü, anlamları birbirine karışarak yaşam döngüsünün sonsuz çemberini tamamlar. Yeni doğan bebeğin çığlıkları, orgazm ve can veriş ânında çıkan feryattan farklı değildir artık. Bu şekilde yükselen eğri, zirve noktasına ulaştığında da Omelas halkının yüzündeki tebessüm gibi, tüm bu sürece başından beri dehşet içinde tanık olan Dani’nin yüzüne bu kez bir tebessüm olarak yansır. Zira ritüel gerçekleştirilmiş, yaşam döngüsü tamamlanmış, böylelikle sonsuzluğun devamı sağlanmıştır. Dani’nin tebessümü, tüyleri diken diken eden bir etki yaratsa da kutsal amacın, yerini bulması, ritüel adı altında işlenen tüm suçları bir seferde aklamaya yetmiştir. Geriye, bu uğurda ortadan kaybolanların, can verenlerin, kurban edilenlerin, bir başka karanlığa hapsedilmiş sessiz -ama bir o kadar memnun- çığlıkları kalır.