Bu yıl TRT Uluslararası Belgesel Ödülleri’nde yarışan Mehmet Ali Sevimli ile Yıkılmak (2025) filmi hakkında bir söyleşi gerçekleştirdik. Belgesel sinemanın konumunu ve festival sürecini konuştuk. Keyifli okumalar.
Yıkılmak adlı belgesel filminizle 16. TRT Uluslararası Belgesel Ödülleri’nden ikincilik ödülüyle döndünüz. Öncelikle tebrik ederim. Röportajıma başlamadan önce sizi biraz tanıyabilir miyiz? Mehmet Ali Sevimli kimdir, sinema yolculuğu nasıl başladı?
Teşekkür ederim. Sinema yolculuğum, üniversitede sinema eğitimi almaya başlamamla birlikte daha somut bir zemine oturdu. Bir yandan kısıtlı imkânlarla küçük ekipler kurarak kısa filmler ve belgeseller çekmeye başladım; bir yandan da yaz aylarında setlerde asistanlık yaptım. Öğrencilik dönemimde çektiğim filmler çeşitli festivallerde gösterildi, ödüller aldı. Ancak sinemayı, büyüleyici bir disiplin olarak kavramayı ve keşfetmeyi hem teorik hem de pratik anlamda hiçbir şekilde bırakmadım. Bu süreci yalnızca bir akademik başlangıç olarak değil, aynı zamanda dünyaya bakışımı dönüştüren bir kırılma noktası olarak gördüm. Sinema benim için bir ifade biçimi olmanın ötesinde kültürel hafızayı, toplumsal dinamikleri ve bireysel varoluşu anlamlandırmanın bir yolu oldu. Bu nedenle yolculuğum, yalnızca teknik beceriler edinmekten ibaret değildi. Aynı zamanda sinemanın düşünsel arka planını keşfetmek, onun felsefi ve sosyolojik boyutlarını kavramakla ilgiliydi. Bir yandan üretim süreçlerinde yer alarak pratiğin disiplinini öğrendim, diğer yandan akademik çalışmalarla sinemanın tarihsel ve teorik katmanlarını irdeledim. Bugün hâlâ bu iki alanı birbirinden ayrı düşünmüyorum; çünkü sinema, hem zihinsel hem de fiziksel bir eylem olarak sürekli bir diyalog gerektiriyor. Ben de bu diyaloğun içinde hem araştıran hem üreten bir pozisyonda var olmaya çalışmayı önemsiyorum.
Yıkılmak, Osmaniye’nin Pirsultanlı Köyü’nde geçen oldukça tanıdık bir hikâye, birçoğumuzun hayatından da kesitler barındırıyor. Muhtarlık seçimlerini merkeze alan hafif dozda politik bir film. Belki cümlemi oldukça yumuşattım ama mikro ölçekte baktığımızda siyasi tarihimiz açısından daha kapalı bir güruhu ilgilendiriyor diyebiliriz. Aslında oldukça “sıradan” olan bir hikâyeyi filme alma süreciniz nasıl şekillendi? Pirsultanlı Köyü ve buradaki muhtar seçimi sizi nasıl etkiledi?
Güçlü hikâyelerin, gündelik hayatın içinde saklı olan sıradan durumlardan çıkması benim için heyecan verici. Pirsultanlı’daki muhtarlık seçimi, dışarıdan bakıldığında basit bir yerel seçim yarışıgibi görünebilir ama filmi izlediğinizde bunun bir kimlik ve aidiyet mücadelesine dönüştüğünü fark ediyorsunuz. Kaybetmek, burada yalnızca bir idari sonuç değil; toplumsal bir travma. Bu farkındalık, beni bu hikâyeye yönelten en güçlü motivasyon oldu. Çünkü bu duygu, yalnızca bir köye özgü olmaktan ziyade ülkenin siyasal kültürüne kök salmış bir refleks. Mikro düzeyde yaşanan bu gerilim, makro düzeydeki güç ilişkilerinin aynası gibi işliyor. Bir köydeki muhtarlık yarışı, aslında bir ülkenin siyasal psikolojisinin yansıması gibi. Aidiyet, onur, güç ilişkileri yalnızca teorik kavramlar olmakla kalmıyor, kameranın önünde ete kemiğe bürünüyor. Benim için mesele, bu görünmez gerilimi görünür kılmaktı. Pirsultanlı, bu anlamda hem kişisel hafızamla hem de toplumsal belleğimizle konuşan bir mekân oldu.
Belgesel sinemayı diğer türlerden ayıran özgün yönleri siz nasıl tanımlıyorsunuz? Günümüzün sinema pratikleri düşünüldüğünde, belgeselin yalnızca belge niteliği taşıyan bir formu aşarak çok katmanlı bir yaratım alanına dönüştüğü görülüyor. Bu bağlamda sizin için belgesel üretiminde en kritik öncelikler ve olmazsa olmaz ilkeler nelerdir?
Sinemanın türler üzerinden tartışılması bana çok sağlıklı gelmiyor. Elbette türlerin kendi iç dinamikleri var; bu yadsınamaz bir gerçek. Ancak özellikle ülkemizde filmler üzerine kurulan bir “janr fetişizmi” dikkat çekiyor. Oysa sinema, türlerin ötesinde bir anlatı sanatı. Temel mesele, hikâyenin çekirdeğinin hangi estetik ve yapısal form içinde daha işlevsel hâle geleceği. Tür, bu noktada bir araçtır, amaç değil. Sektörde sıkça duyduğumuz “ben belgeselciyim”, veya “kurmacayı sevmiyorum” gibi ifadeler, sinemanın doğasına aykırı bir indirgemecilik içeriyor. Benzer şekilde, kurmaca üretim yapan bazı yönetmenlerin belgesel sinemaya ikinci sınıf bir alan gibi yaklaşması da aynı derecede sorunludur. Eğer bir kişi kendisini “sinemacı” olarak tanımlıyorsa, tüm türlerin matematiğini anlamalı, her birinin yapım pratiğine hâkim olmalıdır. Çünkü sinema, türler arasında geçirgen bir sanat; belgesel ve kurmaca arasındaki sınırlar, yaratıcı süreçte çoğu zaman bulanıklaşıyor. Benim için tercih, genellikle anlatmak istediğim konunun doğasıyla ilgili oluyor. Eğer sosyal aktörlere ulaşabiliyor, gerçek kişilerle çalışabiliyorsam belgesel türüne daha yakın oluyorum. Ancak bu mümkün değilse, dünyanın tamamını kendim kurmam gerekiyor. Yıkılmak filmi, bana güçlü bir gerçeklik malzemesi sundu; bu nedenle belgesel olarak biçimlenmesi kaçınılmazdı.
Ancak yine de belgesel sinemasını diğer türlerden ayıran en temel özellik, gerçeklikle kurduğu etik ve estetik ilişkidir. Kurmaca sinema, dünyayı yeniden inşa eder; belgesel ise var olan dünyayı anlamaya çalışır. Ancak bu, belgeselin yalnızca “belge” niteliği taşıyan bir form olduğu anlamına gelmiyor. Günümüzde belgesel, salt kayıt olmanın ötesine geçerek çok katmanlı bir yaratım alanına dönüştü. Gerçeklik, yönetmenin bakışıyla yeniden yorumlanıyor; bu yorum, hem sinematografik hem de düşünsel bir tasarım gerektiriyor.
Benim için sosyal aktörlerle çalıştığım filmlerde en kritik öncelikler üç başlıkta toplanıyor: Birincisi, etik sorumluluk. Kamera karşısındaki insan, yalnızca bir kaynak kişi değil; kendi hikâyesinin öznesi. Onun mahremiyetine, onuruna ve güvenine saygı duymak, belgesel sinemanın olmazsa olmazıdır. İkincisi, gözlemci bakışın derinliği. Belgesel, yüzeyde görüneni kaydetmekle yetinemez; görünmeyeni, söylenmeyeni, sessizlikte gizlenen anlamı yakalamalıdır. Üçüncüsü ise biçimsel cesaret. Belgesel, klâsik anlatı kalıplarına sıkışmadan, yeni ifade biçimleri aramalı. Bugün belgesel sinema, kurmaca ile belgesel arasındaki sınırları bulanıklaştıran hibrit formlarla, deneysel montajlarla ve çoklu perspektiflerle zenginleşiyor.
Az önce de bahsettiğim gibi hayatlarımızın her alanı mikro düzeyde de olsa siyaset yapmak üzerine kurulu. Romantik ilişkilerimizden profesyonel ilişkilerimize uzanan geniş bir yelpazede politik tutumların içerisinde bulunuyoruz. Hatta kimi zaman politik olmak zorunda kaldığımız da oluyor. Bunu genellikle medeni bir hayat sürmek için gerçekleştiriyoruz. Çünkü medeniyet dediğimiz şey biraz da bizim gibi olmayan, aynı düşünmeyen, aynı hissetmeyen diğerleriyle uyum içinde ve saygı çerçevesinde yaşamaktır. Uyum demişken, belgesel sinema kendisiyle aynı perspektife sahip olmayan veya kurmaca anlatılara göre daha politik ve daha gerçekçi bir üsluba sahip. Bu bağlamda filmin kurgusal boyutu da ilgimi çekenler arasında yer alıyor. Yıkılmak hakkındaki ilk araştırma sorunuz neydi?
Bence sinema, yalnızca olup biteni kaydetmek değil; görünmeyeni, söylenmeyeni, sessizlikte gizlenen anlamı ortaya çıkarmaktır. Yıkılmak için bu soru şu şekilde şekillendi: “Bir köydeki seçim neden bir kimlik savaşına dönüşüyor?” Bu sorunun peşine düşmek, filmin bütün yapısını belirleyen bir pusula oldu. Benim için mesele, bir muhtarlık yarışının ardında yatan psikolojik ve sosyolojik gerilimi anlamaktı. Kaybetme korkusu neden bu kadar derin? Neden bir makamın kaybı, bir varoluş krizine dönüşüyor? Bu sorular, yalnızca Pirsultanlı’ya değil, Türkiye’nin siyasal kültürüne dair de bir kapı aralıyor. Benim için Yıkılmak, bir seçim sürecini anlatmanın ötesinde, toplumsal hafızanın kırılganlığını ve onur kavramının nasıl bir güç ilişkisine dönüştüğünü göstermekti.
Filmde en etkilendiğim diyaloglardan biri “Evden çıkmasam bile bu seçimi alırım.” sözü oldu. Bu minicik cümle aslında ülkemizin ve hatta dünya siyasetinin tartışma konusu. Bireysel hayatlarımızda maruz kaldığımız manipülasyonları benzer şekilde sürecin mutfağında deneyimlemek oldukça sarsıcıydı. Hâliyle insanın aklına etik bir şekilde yarışmak mümkün mü? sorusu geliyor. Yönetmen kimliğinizden bağımsız olarak Pirsultanlı Köyü hakkındaki seçim çalışmalarında her iki tarafa yönelik objektifliğinizi nasıl korudunuz? Keza ben izlerken tarafsız kalmakta oldukça zorladığımı itiraf etmeliyim.
Objektifliği korumak açıkçası güçtü; zira adaylardan biriyle uzaktan akrabalık bağım vardı. Yönetmen ve yazar olarak, sahada ve kurgu masasında bu mesafeyi sistematik biçimde inşa etmek zorundaydım. Altı kişilik ekibimizi ikiye ayırdık; yirmi gün boyunca her iki adayı ve çevresini eş zamanlı olarak izledik. Erişim ve temas sürelerini kayıt altına alan bir zaman eşitleme çizelgesi tuttuk; ben yönetmen olarak gün içinde ekipler arasında mekik dokuyarak görüşme derinliği ve frekansını dengede tuttum. Bu operasyonel yaklaşım, etik mesafeyi soyut bir niyetten çıkarıp ölçülebilir bir metoda dönüştürdü.
Aslında sahada hissedilir bir güven açığı vardı. Bunun temel nedeni, köydeki seçmen sayısının 703 kişi olması. Bu kontrol edilebilir bir sayıdır. Aşağı yukarı kimlerin hangi adaya oy vereceği belliydi. Ancak 50-100 arası kişinin hangi adaya oy vereceği kesin değildi. Zaten seçimi belirleyecek olan da bu kişilerin kime oy vereceğiydi. Hâl böyle olunca iki taraf da çalışmalarını gizli yürütmek zorundaydı. Dolayısıyla birçok insan beni tanısa dahi temkinli davrandı; iki taraf da süreci büyük titizlikle yürütüyor, biz dahi zaman zaman gizlice izleniyorduk. Bu durum, sosyolojik olarak kapalı topluluklarda bilginin dolaşımına eşlik eden gözetim reflekslerinin (iktidar‑bilgi ilişkisi) somut bir örneğiydi. Gözlemci kayıt stratejimizi, görüntünün cazibesine kapılmadan sözün içeriğine odaklanacak şekilde kurduk: mikrofonları kameraya doğrudan bağladık, saatler süren kesintisiz kayıtlar yaptık; kimi anlarda görüntü bilinçli olarak geri çekilirken, konuşmanın ağırlığı öne çıktı. Böylece propaganda dilinin hızına karşı, kanıt odaklı bir malzeme havuzu oluşturduk.
Ekip içinde bilgi mahremiyeti kuralını katılaştırdım: sahada elde edilen ham veriler son ana kadar kimseyle paylaşılmadı; yorum, ancak kurgu masasında verinin bağlamıyla birlikte üretildi. Müzik ve efekt kullanımında duygusal manipülasyondan kaçınma ilkesini benimsedik; her aday için benzer yoğunlukta sahne ve duygusal tepe noktası kurmaya özen gösterdik. Bu, belgeselin temsil adaletini güçlendiren estetik‑etik bir denge yarattı.
Şunu teslim etmek gerekir, mutlak tarafsızlık insan doğasına çoğu zaman ters düşer. Ben dâhil, ekipte herkesin gönlünden geçen farklı bir aday mutlaka vardı. Zaman eşitlemesi, erişim dengelemesi, kayıt protokolü ve mahremiyet kuralı gibi araçlarla kişisel sempatiyi sistem dışına aldım.
Kurgu aşamasına geldiğimde, sahada kurduğumuz prosedürün karşılığını net biçimde gördüm: temsil dengesini koruyan, kanıta dayalı ve şeffaf bir omurga. Tarafsız olmak “tam” anlamıyla mümkün değil; ama adil olmak, yani yöntemi kişisel eğilimlerden bağımsızlaştırmak mümkün. Benim için etik olan, etkiyi azaltıp görünürlüğü artırmak; güç ilişkilerini perdelemek yerine, onların nasıl çalıştığını seyirciye açık ve dürüst biçimde göstermekti. Tüm bunların sonucunda film, tam da o nedenle, yalnızca bir seçim hikâyesi değil; kamusal alan, ikna, güven ve temsil üzerine disiplinler‑arası bir okuma davetine dönüştü.
Filmin genel anlatısında medya ve iktidar ilişkilerini de dolaylı yoldan gözlemliyoruz. Köy halkı, mahalle gençleri, esnaf aslında her biri iktidarı nesneleştiren yapı taşını oluşturuyor. Aynı ölçüde iktidar da seçmenini yaptığı politikanın öznesi konumuna indirgiyor. Bu hususta iktidar dediğimiz gücün yaşamlarımızın her alanına dâhil edilmiş olduğunu görüyoruz. Film boyunca deneyimlediğimiz her şey sonsuz bir ironi gibi sanki, değil mi?
Kesinlikle sonsuz bir ironi var; çünkü film boyunca tanık olduğumuz şey yalnızca bir seçim değil, iktidarın gündelik hayatın dokusuna nasıl sızdığının mikro ölçekteki anatomisi. Köy halkı, mahalle gençleri, esnaf… Her biri, iktidarı nesneleştiren bir yapı taşı gibi görünürken, aynı anda kendi varlığını bu iktidar ilişkisi üzerinden kuruyor. Bu durum, Foucault’nun “biyoiktidar” kavramıyla örtüşüyor: iktidar yalnızca tepede değil, bedenler, mekânlar ve gündelik pratikler aracılığıyla da işliyor.
Seçim öncesi güvenlik önlemleri bunun en somut örneği. Her adayın motosikletli gençlerden oluşan ekipleri var; mahallelere giriş çıkışları kontrol ediyor, yolları kesiyor, edindikleri bilgileri “istihbarat” olarak büyüklerine (kurmaylara) iletiyorlar. Bu, klâsik anlamda bir propaganda değil; yerel gözetim ve denetim mekanizmalarının iktidar teknolojisine dönüşmesi. Gençler bu süreçte yalnızca araç olmuyor, aynı zamanda özneye dönüşüyor; çünkü iktidar, onları kendi politikasının taşıyıcısı hâline getirerek varlığını yeniden üretiyor.
Burada Arendt’in “iktidar, insanlar arasındaki ilişkilerden doğar” tespiti de devreye giriyor. İktidar, soyut bir merkez değil; ilişkiler ağıdır. Köydeki bu ağ, aidiyet ve sadakat üzerinden örülüyor. Dolayısıyla Yıkılmak, bir seçim hikâyesinden çok daha fazlası: iktidarın mikro-politikalarını, aidiyet ve gözetim pratiklerini görünür kılan bir sosyolojik laboratuvara dönüştü.
Yıkılmak, bazı açılardan Hamletvari bir izlek sunuyor diye düşünüyorum. Kendimi yoğun bir biçimde sistem eleştirisi okurken buluyorum. Bu bağlamda da oldukça cesur bir işe imza attığınızı tekrar belirtmek isterim. Filminize gelen yorumlar nasıl, nasıl eleştirilerle karşılaşıyorsunuz?
“Yıkılmak” kavramı, Hamletvari bir izlek sunuyor çünkü filmdeki çatışma yalnızca iki aday arasında değil; bireyin vicdanı ile sistemin baskısı arasında yaşanıyor. Hamlet’in tereddütleri gibi, burada da aidiyet, sadakat ve etik sorular iç içe geçiyor. Seçim, bir köy ölçeğinde olsa da, iktidarın görünmez mekanizmalarını açığa çıkaran bir sahneye dönüşüyor. Filmle ilgili oldukça faydalı ve yapıcı eleştirilerle karşılaştım açıkçası. Filme gelen yorumlar oldukça olumlu ve ortak bir noktada buluşuyor: Belgesel türünde nadiren karşılaşılan yoğun çatışma unsurları, olay örgüsünün dinamizmi ve merak duygusunu sürekli canlı tutması vs. gibi. İzleyiciler, kendilerini bir noktadan sonra adaylardan biriyle özdeşleştirirken, bu durum filmin dramatik gücünü artırıyor. Ayrıca sinematografik öğelerin beklenenden güçlü olduğu, özellikle gizli çekimlerin teknik olarak zor koşullarda elde edilmesine rağmen yüksek kaliteyle sunulduğu sıkça vurgulandı.
Yaklaşık yirmi gün boyunca gözlemci tarzda biriktirilen malzemenin kurgu aşamasında ritmik bir anlatıya dönüşmesi, eleştirmenler tarafından “belgesel diliyle sinema estetiğinin buluşması” olarak tanımlandı. Hatta bazı sektör profesyonelleri, filmin yalnızca belgesel kategorisinde değil, uzun metraj kurmaca filmlerle aynı kulvarda yarışması gerektiğini dile getirdi. Bu, bizim için önemli bir göstergeydi: film, tür sınırlarını zorlayan bir yapıya sahip. Ancak tüm bu güçlü geri dönüşlere rağmen, Türkiye’deki bazı köklü ve prestijli olarak bilinen festivallerin resmi seçkisine alınmadık. Bu durum, ilk bakışta göreceli bir tercih gibi görünse de seçkiye giren bazı filmlerle karşılaştırıldığında, yapımımızın teknik ve anlatısal açıdan daha güçlü olduğu aşikârdı. Burada asıl sorun, ön seçici kurulların niteliğiyle ilgili. Ne yazık ki bu kurulların bir kısmı kariyerinde kayda değer bir film üretmemiş, akademik kariyer hedefli yaptıkları makaleler haricinde düzenli bir film eleştirisi yazmamış; hatta herhangi bir sette asistanlık tecrübesi dahi olmayan, yalnızca akademik puan veya yükselme kaygısıyla hareket eden kişilerden oluşturuluyor. Ayrıca bu durumu tek yaşayan bizler değiliz maalesef. Birçok meslektaşım bu durumdan muzdarip. Bu yaşananlar, festivallerin sanatsal ölçütlerini değil, kişisel çıkar ve bürokratik dengeleri önceleyen bir yapıya dönüştüğünü gösteriyor. Bu, sadece yüzeysellik değil; sanatın ciddiyetine ve emeğe karşı açık bir saygısızlıktır. Festivallerin “prestij” algısının ardında, liyakatsiz kurulların keyfi kararları ve kapalı devre ilişkiler ağı var. Bu tablo, Türkiye’de sinemanın karşılaştığı yapısal sorunları ve endüstrinin içindeki çürümeyi gözler önüne seriyor. Ama bu durum, filmin cesaretini ve aldığı güçlü geri dönüşleri gölgelemiyor. Ben ve ekibim ortaya çıkan işten çok mutluyuz.
Ben belirli aralıklarda değişimin sağlıklı olduğunu düşünen biriyim. Her ne kadar filmdeki iki adaya da aynı mesafede olsam da kendimce desteklediğim bir isim var 🙂 En çağdaş görevlerden biri olan oy kullanma hakkını bile oldukça primitif yaşayan insanlarla paylaşıyoruz. Filmde yalnızca iki muhtar adayı olarak izlediğimiz iktidar savaşı, büyük ölçekte yoğun bir siyasi yapılanmayı barındırıyor. Söylemek, göstermek istediğiniz şeyi oluştururken ana motivasyonunuz tam olarak neydi, bunu gerçekleştirdiğinizi düşünüyor musunuz?
Filmin ve temel motivasyonlarından birisi, kentli bakışın taşradaki siyasi pratiklere dair kurduğu ön yargıları yapıbozumuna uğratmaktı. Çünkü taşrada siyasi seçim, kentlerdeki rasyonel ve prosedürel algının ötesinde; çok daha sert, çok daha duygusal ve çoğu zaman bir onur meselesi olarak algılanıyor. Bu bağlamda “yıkılmak” kavramı, yalnızca bir seçim kaybını değil, bir aidiyetin ve toplumsal kimliğin çöküşünü temsil ediyor.
Filmin adını aldığı bu korku, köyde neredeyse varoluşsal bir düzeyde hissediliyor. Sonuçlar açıklandığında kazanan tarafta çalgılı çengili bir düğün atmosferi oluşurken, kaybeden tarafta adeta bir cenaze ritüeli başlıyor. Bu karşıtlık, taşranın politik kültürünü anlamak için çok çarpıcı bir gösterge. Öyle ki kaybeden tarafı seçimin olduğu akşam çekemedik; aralarında kavga çıktı, yas hâkimdi ve biz ancak iki gün sonra oraya gidebildik. Bazı festivallerde jüriler ve izleyiciler, filmin sonunda “yıkılan” tarafı daha çok görmek istediklerini belirttiler. Ancak işte tam da burada kentli algının sınırları ortaya çıkıyor: Bir yasın ortasında o topluma kamerayı doğrultmak, etik olarak ne kadar mümkün? Belki yapabilirdim, belki sadece ses kullanabilirdim ama benim için sinemada etik, estetik kadar belirleyici bir parametredir. Ben, bu duyguyu istismar etmemeyi seçtim. Sonuçta belgesel, gerçekliğin mutlak bir temsili değil; yakalayabildiğimiz kırılgan anların toplamıdır. Elde ettiğim malzeme, temel motivasyonumu gerçekleştirmek için yeterliydi. İzleyiciyi yalnızca “kim kazandı?” sorusuna değil, “neden bu kadar kırılganız?” sorusuna yöneltebildiysem, amacım gerçekleşmiş demektir.
Filmde ataerkil yapının farklı tonlarını görüyoruz; kadınlar görünür olsa da asıl karar alma süreçlerinin erkeklerin kontrolünde kaldığı aşikâr. Sizce bu erkek kardeşler birliği (biraderlik sözleşmesi) neden hâlâ değişmeyerek varlığını koruyor? Gözlemlediğiniz kadarıyla köyde her alanda eşitliğin sağlanması adına hangi dinamiklerin değişmesi gerek? Yıkılmak filmini izleyenleri bu sürecin en çok hangi alanına dâhil etmek istediniz?
Seçim sürecinde kadınların görünürlüğü sınırlı gibi görünse de aslında kendi sosyal alanlarında oldukça aktiflerdi. Ancak taşrada siyasal katılımın ritmi, özellikle akşam saatlerinde yoğunlaşan seçim bürolarındaki faaliyetlerle belirleniyor ve bu alanlar hâlâ erkek egemen bir mekânsallık üretiyor. Kadınlar, adayların misafirlerini ağırlama, yemek hazırlama, çay-kahve ikramı gibi üretimsel desteklerle sürecin görünmez emekçileri hâline geliyor. Bu durum, ataerkil yapının yalnızca bir kültürel alışkanlık değil, aynı zamanda gündelik hayatın örgütlenme biçimi olduğunu gösteriyor.
Biraderlik sözleşmesi dediğimiz şey, aslında erkekler arasında kurulan homososyal dayanışmanın sürekliliğiyle ilgili. Bu dayanışma, karar alma mekanizmalarını erkeklere tahsis eden bir normlar bütünü olarak işliyor. Seçim sürecinde erkekler “dokunulmaz” bir statü kazanıyor; çünkü siyasal odaklanma, onların kamusal varlığını meşrulaştıran bir gerekçe hâline geliyor. Kadınlar ise çocuk bakımı, ev düzeni, eğitim gibi alanlarda sorumluluklarını sürdürerek bu yapının yeniden üretimine istemeden katkıda bulunuyor.
Bence kadınların kullandığı dil, gözlemlediğim kadarıyla daha ikna edici ve ilişki kurmaya açık. Bu, taşrada siyasal iletişimin dönüşmesi için önemli bir potansiyel. Eğer bu potansiyel örgütlü bir yapıya kavuşabilseydi, örneğin siyasi partilerin kadın kollarına benzer bir yerel yapılanma ile seçim sürecinde kadınların etkisi çok daha görünür olabilirdi. İzleyicinin bu yapıyı fark etmesi, sorular sorması ve belki kendi yaşamındaki benzer mekanizmaları düşünmesi benim için en kritik hedeflerden biriydi.
Yıkılmak her ne kadar eril bir toplumu merkeze alsa da bir taşra anlatısı demek sanırım yanlış olmaz. Bilindiği üzere taşranın kendi kuralları, kültürü ve yönetimi vardır. Ancak Pirsultanlı Köyü bu anlatıların çerçevesinde pek çok açıdan da sosyal bir kurum gibi. Filme konuk olan herkes rakip olsalar da çok enerjik, yardımsever, açık sözlü ve sevecen insanlar. Pirsultanlı’da ve çekim süreciniz ne kadar sürdü? Böylesine dinamik bir filmde kamera arkasını ve yaşananları merak ediyorum.
Bu gözleminiz beni gerçekten mutlu etti; çünkü filmdeki karakterler, yoğun bir rekabetin içinde olsalar bile, köy yaşamının dayanışmacı ruhunu koruyorlar. Çekim sürecinde bunun çok somut örneklerini gördük. Bir amca, desteklediği adaya rakip olan mevcut muhtar için, “rakip olabiliriz ama o bizim muhtarımız; ona haksızlık yapan karşısında beni bulur.” dediği an, taşranın kendine özgü etik kodlarını anlamak açısından çok çarpıcıydı. Bugün hâlâ bir dönem rakip olan bu insanlar, -bazı kesimler hâlen seçimden dolayı birbirine kırgın olmasına rağmen- aynı sosyal dokunun içinde bir arada yaşamaya devam ediyorlar. Bu durum, taşranın hem çatışmacı hem de bütünleştirici doğasını gösteren önemli bir ayrıntı. Film için ön hazırlık sürecinden son ana kadar kendime hatırlattığım en temel bakış açısı şuydu: “Muhtarlık yarışının ve bu uğurda verilen mücadelelerin, birbirini yok etmeye çalışan tarafların savaşı değil; birbirlerine rağmen yine de bir olmanın temsili.”
Biz ekip olarak Pirsultanlı Köyü’ne 31 Mart 2024 yerel seçimlerinden yaklaşık yirmi gün önce geldik. Bu süre boyunca köydeki tüm siyasal hareketliliği gözlemlemeye ve kaydetmeye çalıştık. Altı kişilik bir ekiple, dönüşümlü olarak ikiye bölünerek her adayın yanında üçer kişilik gruplar hâlinde konumlandık. Süreç aynı zamanda Ramazan ayına denk geldiği için gündüzleri daha sakin geçiyordu; bu zaman diliminde röportajlar ve gündelik yaşam çekimlerini yaptık. Akşamları ise seçim büroları hareketleniyor, adaylar ve destekçileri bir araya geliyordu. Bu atmosfer, taşranın siyasal ritmini anlamak için çok değerliydi.
Teknik olarak da yoğun bir süreçti. Adaylara yaka mikrofonları bağlayarak tüm konuşmalarını ve etkileşimlerini kaydettik. Bir noktadan sonra, seçim telaşı içinde varlığımızı unuttular ve ben de hedeflediğim gözlem malzemesini toplamaya başladım. Yirmi günün sonunda elimizde devasa bir arşiv oluştu; bu da post-prodüksiyon sürecini oldukça zorlu hâle getirdi. Ancak planlı bir çalışma ile bunun üstesinden geldik. Hem ekibime hem de Pirsultanlı sakinlerine bu süreçte gösterdikleri samimiyet ve destek için minnettarım. Film, bu yoğun emeğin ve köyün dinamik ruhunun bir yansıması olarak ortaya çıktı.
Yıkılmak dediğimiz şey çok doğal ve normal bir süreç olsa da bunu kabullenebilmek erdem istiyor. Zaten tartıştığımız çoğu şey hak, hukuk, adalet ve eril düzen de bu yenilgiyi yok saymak üzerine kurulu. Yıkılmak, bende bir şeyleri değiştirebilmek umudundan ziyade bir şeyleri aktarmak için verilen mücadeleyi çağrıştırıyor. Toplumun her kesiminde yürütülen iktidar savaşlarının görünürlüğünü sağlamak ilk bakışta ilgi çekici, sürükleyici bir belgesel olarak görülebilir. Ancak eminim doğru alıcıya gittiğinde politik okumalara zemin hazırlayan derin anlamlar barındıracaktır. Tüm bu sürecin akabinde hedeflediğiniz kitleye ulaştığınızı düşünüyor musunuz?
Yereldeki muhtarlık seçimlerinde herhangi bir siyasi parti olmadığı için daha sivil bir nitelik taşıyor. İdeolojik dertlerden çok yakınlık, akrabalık, hısımlık, komşuluk gibi daha “insani” unsurlar öne çıkıyor. Sonuç olarak, muhtarlık seçimlerinin ideolojiler üstü olma hâli var bana göre. Bu yüzden, benim için Yıkılmak, en baştan beri siyasi değil insani bir arayış projesiydi. Ancak tabiki de içinde bulunduğumuz toplumun mikro hâllerinin yansımaları kaçınılmaz olduğunda bir Türkiye alegorisi çıktı ortaya. Bu anlamda farklı politik okumalara zemin hazırlayan bir tarafı kesinlikle var. Gösterim süreci devam ederken, beni en çok heyecanlandıran şey, taşrada yaşayanlardan çok kentli izleyicilerin bu hikâyeye nasıl yaklaştığı oldu. Çünkü, onların gözünde buradaki mücadele, egzotik bir taşra manzarası değil; kendi hayatlarının aynası olabilecek potansiyeldeydi. Zamanla farklı yorumların ortaya çıkacağını ve filmin, beklediğim gibi, bir tartışma zemini oluşturacağını düşünüyorum. Tüm bunların dışında, Türkiye siyasi tarihi alanında yapılacak tüm çalışmalar ve araştırmalar için yerel siyaset ekseninde birtakım referanslar içerdiğini de düşünüyorum.
Eklemek istediğiniz bir şey var mı?
Bu film, benim için yalnızca bir seçim sürecini anlatmak değil; görünmeyen gerilimleri, kırılganlıklarımızı ve aidiyetin nasıl bir güç ilişkisine dönüştüğünü anlamaya çalışmakla ilgiliydi. Hikâye, bir köyde geçiyor gibi görünse de aslında hepimizin hayatına dokunan sorular soruyor: Neden bu kadar kırılganız? Neden bir makam kaybı, bir varoluş krizine dönüşüyor? Benim için sinema, bu soruların peşinden gitmenin en dürüst yolu. İzleyicinin filmi bir taşra manzarası olarak değil kendi hayatının aynası olarak görmesi en büyük dileğimdir.
Bu röportaj için teşekkür ederim; umarım film, izleyen herkeste yeni sorular uyandırır ve tartışma zemini oluşturur.





























