Gece vakti metro istasyonunun karanlık merdivenlerinden ağır adımlarla, tek başına çıkan, gölgelerle dolu sokaklarda, korkak adımlarla yürüyen yalnız bir kadının üstümüzde yarattığı ürpertiyle başlıyor film. Sonra bir dış ses giriyor devreye. Anlıyoruz ki, izlemekte olduğumuz kadına, Nina’ya ait. Çoğunlukla gece saatlerinde ve yalnızken duyduğu bir sesten bahsediyor. Ona evinin arka kapısını kilitlemeyi, karanlık sokaklarda yolun ortasından yürümeyi, dişlerini fırçalamayı, erken yatmayı hatırlatan bir sesten… Hayatını mütemadiyen eleştiren, yaşadığı daireyi beğenmeyen, ukala bir sesten… Zaman zaman İspanyolca da konuşan bu sesin, umutsuz ve yalnız hissettiği zamanlarda varlığıyla etrafını doldurup, ona huzur verdiğini anlatıyor. Besbelli tanıdığı birinden bahsediyor.
Karanlıkta tek başına yürüyerek evine gidişini gösteren sekansın hemen ardından anlıyoruz ki, tüm bunları aslında terapistinin ofisinde anlatmakta Nina (Juliet Stevenson). Bu anda düşünmeye başlıyoruz: Kadın rahatsız mı? Şizofren mi? Acaba gaipten sesler mi duyuyor? Tam bizler bu film neyle ilgili ve nereye gidecek, diye düşünmeye başladığımız anda ise, sevgili terapist can alıcı soruyu soruyor: Jamie öleli ne kadar oldu, Nina?
Başrollerini Demi Moore ve Patrick Swayze’nin paylaştığı, zamanında birçoklarını kendine hayran bırakmış, hatta günümüzde dahi hala hasretle anıldığına şahit olduğum Ghost adlı Jerry Zucker filmiyle aynı yılda (1990) çekilmiş olması tesadüf müdür bilinmez, ama Truly Madly Deeply de, aynı Ghost‘ta olduğu gibi, “öldüğü halde ortalıklarda gezinen mükemmel sevgili” hikayesi barındırıyor bünyesinde.
Başlangıçta görselliği ve hikayesiyle izleyiciyi tatmin etmeyecekmiş hissiyatı yaratsa da, benim hayatımda iz bırakan filmlerden biri oldu doğrusu. Sevdiği adamın ölümü üzerine yapayalnız kalmış, hayata küsmüş, çevresindeki herkesten ve her şeyden kendini soyutlamış, acı çeken ama yıkılmaya direnen kadın rolünde Juliet Stevenson o kadar başarılı ve bir o kadar gerçek. Saçma sapan bir soğuk algınlığı sebebiyle göçüp giden, nereye gittiğini bilemeyen ve sonunda dayanamayıp geri gelen, soluk benizli, her şeyden şikayetçi, misafirperver, müzisyen, karizmatik ve ölü aşık Jamie rolündeki Alan Rickman ise kelimelerle ifade edilebilecek gibi değil.
Hikaye aslında sevdiği adamı özleyen, onun geri gelmesini her şeyden çok isteyen bir kadının geçmişine takılmakla hayatına devam etmek arasında kalışını, biraz komik, fazlaca duygusal şekilde gözler önüne seriyor. Sevgilinin ölümünden sonra içine düşülen boşluk, hayattan bir türlü alınamayan zevk, yabancı insanların yüzlerindeki boş ifadeler, hayatın anlamsızlığı, ailenin bile insana çok uzak gelmesi hali o kadar başarılı şekilde işleniyor ki, gördüklerinizin etkisine kapılıp kendiniz için endişelenmeye başlıyoruz. Hem kendimiz için, hem genç yaşta sevdiği adamı kaybeden bu zavallı kadın için, hem de hayatının baharında hayata gözlerini yuman o yetenekli, karizmatik adam için üzülüyoruz. Ağladık ağlayacağız neredeyse… Ellerimizde kağıt mendiller, durum yoğun duygusallıkta ilerlemekte… Kendi hayatlarımızdaki sevgilileri, aileleri, çocukları düşünüyoruz. Sevdiklerimizden ayrılıvermenin ne denli anlık ve acı bir şey olduğu geçiyor aklımızdan. Bütün sempatimiz bu zavallı genç kadın Nina’nın üzerinde toplanıyor. Hele ki o Jamie’yi bu denli özlerken, özlenenin bu kadar kolayca çıkıp gelivermesi, iki aşığın hasretle birbirlerine sarılması, piyano sesleri, çello ezgileri, alkış, kıyamet, gözyaşı…
Ama “Yo, durun,” diyor yönetmenimiz Anthony Minghella, “sulu gözlü ve yapış yapış bir aşk ve kavuşma hikayesi bekliyorsanız yanılıyorsunuz, bu filmin daha başka söyleyecekleri var…”. Nitekim, izlemeye devam ederek anlıyoruz ki, öteki dünyanın bağrından kopup gelen Jamie’nin amacı sevdiği kadını bir şeylerden korumak ya da kurtarmak, veya onu mutlu etmek ya da üzmek değil. O, sadece olmak istediği yerde yine kendisi olabilmek için dönüyor. Kendi için… Kendi özlemlerini gidermek, kendi yalnızlığını yok etme için… İyi ve sevilesi yanlarının, esprilerinin, şakalarının, sevgisinin, aşkının, yeteneğinin yanında ukalalığını, bencilliğini, her şeyden şikayet eden o halini, huysuzluğunu, ve üstüne üstlük eve kapağı atıp bir türlü gitmek bilmeyen, kendisi gibi hayalet arkadaşlarını da getiriyor. Tıpkı sevdiğimiz insanların hayatımıza girerken beraberlerinde, ufak tefek de olsa, sevmediğimiz yanlarını da getirdikleri gibi. Hayatımıza giren insanın her yönüyle mükemmel bir insan olmasını nasıl bekleyemiyorsak, Jamie ve Nina’nın bu ikinci baharlarının da dört dörtlük olmasını beklemiyoruz: beklettirmiyor Minghella! Çünkü Jamie sürekli evin ne kadar soğuk olduğundan şikayet edip, ısıyı yükseltiyor, tozlardan rahatsız olduğu için hiç durmadan hapşırıyor, mobilyaların yerini değiştiriyor… Ve nihayet Nina, Jamie’nin ölümüyle unuttuğu, ama aslında onu rahatsız eden tüm o alışkanlıklarla yeniden karşı karşıya geliyor. Nasıl zamanla sevdiğimiz insanların dahi iyi taraflarını görmeyi bırakıp kötü taraflarını kafamıza takıyorsak, Nina da sevdiği adamın ölümüyle onun hatırladığı tüm olumsuz yönlerini kafasından silmiş olduğunu fark ediyor. Ve ister istemez hayatına yeni yeni girmekte olan bir başka adama kaymaya başlıyor aklı. “Hayatta” olan bir adama…
Tam burada, tanıdık bir isim, Pablo Neruda giriyor devreye, “La Muerta (The Dead Woman)” adlı şiiriyle, ve diyor ki sevdiğine: “…ayaklarım uyuduğun yere doğru gitmek istiyor yalnız. Ama ben yaşamayı sürdüreceğim. Çünkü sen istemiştim benden, boyun eğmememi… Çünkü biliyorsun sevgilim, ben yalnızca bir insan değilim. Fakat bütün insanlarım…”
Böylelikle anlıyorlar, hem Nina hem de Jamie, aşk ne kadar büyük olursa olsun, asıl olanın hayat olduğunu… Nina “yaşayan” geleceğine doğru atarken adımlarını, Jamie gülümseyerek gözündeki yaşları siliyor pencerenin ardından. Çünkü her ne kadar gitmiş de olsa, Nina’ya onun bedenini hatırlatan çellosu kutusuna kaldırılsa da, yokluğunda evi basan fareler yeniden ortaya çıkmaya başlasalar da, Jamie hem gölgelerde, gıcırdayan yer döşemelerinin altında, annesinin yüzüne benzetilen bulutlarda, piyanonun tuşlarında olacak…
Ölüm, kendini her daim hatırlatacak. Ölüp gidenler de… Ama hayat sürdükçe yaralar da sarılacak, avunacak ölürüm zannedenler de…
Ve bu filmi izleyenler, İngilizlerin hayatı anlatma yeteneğine hayran kalacak bir kez daha…