2014’ten beri yeni bir uzun metrajını beklediğimiz “body horror” türünün ustası David Cronenberg bu sene Crimes of the Future (2022) filmi ile ekranlara geri döndü. Büyük beklentilerle gittiğim bu filmden biraz hayal kırıklığı yaşayarak dönmüş olsam da filmde eski Cronenberg’ü hatırlatacak ve yaşatacak çokça öğe vardı. Filmin zayıf yanı ise fikrinin orijinalliğine belki de çokça güvenerek vermeye çalıştıklarını göstermektense anlatı içinde açıklamasıydı. Özellikle, film çıkmadan önce, Cronenberg’ün film gösterimlerinde insanların salonu terk etmesini beklediğini söylemesi beklentileri iyice yükseltmişti. Julia Ducournau’nun Titane (2021) filmi de Cronenberg’le karşılaştırılmasına yol açmış, “body horror” türünü kimin en iyi yaptığı tartışmaları sosyal medyada yerini bulmuştu. Tabii, Ducournau’nun Cronenberg’den etkilendiği bir sır değil ve bu bir intihal vakası da değil—yönetmenler ve filmler hep birbirlerinden esinlenir ve birbirlerini farklı biçimlerde tekrardan yaratırlar. Titane’dan sonra Crimes of the Future izledikten sonra bazı “body horror” klasiklerini ziyaret etmek istedim. Bu kesinlikle tamamlanmış bir liste değil ve sonsuza kadar gidebilir; fakat, insan ve insan ötesi bedenlerin hem materyal hem manevi varoluşuyla takıntıya varacak derecede ilgilenen bu body horror filmleri kesinlikle benim favorilerim arasında bulunuyor.
eXistenZ (Yön. David Cronenberg, 1999)
Listeye başka bir Cronenberg filmiyle başlamak istedim. eXistenZ, Allegra Geller’ın (Jennifer Jason Leigh) kendi yarattığı eXistenZ adındakı biyoteknolojik bir sanal gerçeklik oyununun içindeyken bir saldırıya maruz kalmasıyla başlar. Oyun, direkt insanların sinir sistemine bağlandığı için son derece gerçekçi ve sorgulaması neredeyse imkânsızdır. “Umbycord” denen, adı ve tasarımı göbek bağından gelen kablolar insanların vücutlarındaki deliklere takılarak onları oyunun içine atar. Bu sahneler bolca insan bedenine yakın planlar içerir, bedenin sınırlarını, objelerin objeliğini, teknolojinin doğasını sorgular. Seyirci, Allegra ve onun yardımına koşan Ted Pikul (Jude Law) ile sonu gelmeyen bir gerçeklik-kurgu döngüsüne girecektir. Biyoloji-teknoloji ikiliğini sonuna kadar sorgulayan film, insan vücudunun somutluğuyla sanal gerçekliğin soyutluğunu aynı sene çıkan Matrix (1999) ile çok farklı bir şekilde ele alır. Hepsini yazmayacak olsam da, Cronenberg’ün çoğu filmi (The Fly, Videodrome, Scanners, Dead Ringers gibi) bu listede yerini bulmayı hak ediyor.
Tetsuo: The Iron Man (Yön. Shinya Tsukamoto, 1989)
Modern bir Japon “body horror” klasiği olan Tetsuo: The Iron Man, yönetmen Tsukamoto’nun kendisi tarafından oynanan, vücuduna yaralar açarak çeşitli metal objeler sokan bir metal fetişistinin bir araba kazasına karışmasıyla başlar. Kamera yaraları ve yaraların içindeki kurtçukları seyirciye göstermekten çekinmez. Ona arabayla çarpan iş adamı ise suçuyla baş etmeye çalışmaktadır—ta ki kendisi yavaşça hurda metale dönüşmeye başlayana kadar. Filmin mütevazi bütçesi göz önüne alınırsa görsel ve içeriksel olarak bu derece çarpıcı ve farklı bir film ortaya koymak gerçekten etkileyici. Tsukamoto’nun Lynch ve Cronenberg’den, aynı zamanda da zamanın Japon animasyonundan etkilendiği aşikâr, fakat ortaya çıkan film son derece orijinal ve şok edici. “Body horror”un kullandığı en yaygın konsept belki de beklenmedik ve durdurulamayan bir şekilde değişen, insanlığını kaybeden insan bedenleri. Tetsuo ise bunu çok farklı ve etkileyici boyutlara taşıyor.
Re-animator (Yön. Stuart Gordon, 1985)
Aşırılığı ve komedi türünü böylesine manipüle etmesiyle body horror türünü çok daha farklı bir boyuta taşıyan klasik Re-animator, ölüleri geri getirmekle kafayı bozmuş “deli bilim adamı” tiplemesi olan Herbert West’in bu takıntısının kontrolden çıkmasıyla başlar. Üniversitede ve akademideki belki de monoton sayılabilecek güç dinamiklerine Frankenstein ve H.P Lovecraft esintileri harmanlandığında ortaya çıkan şey ise her dakikası bir öncekinden daha aşırı olan bir korku filmidir. İzleyenin asla sıkılmayacağı bu “body horror” klasiği listedeki her klişeyi barındırıyor: Baş kesme sahneleri, bağırsaklar, bolca kan, ait olduğu yerde olmayan vücut parçaları ve bolca çığlık. Absürtlüğüyle kült sinemada yerini bulmuş olan Re-animator, sanki çekeceği son film buymuş gibi her şeyini ortaya koyan bir yönetmenin eseri.
Eraserhead (Yön. David Lynch, 1977)
“Body horror” temalı bir listede Eraserhead olmazsa olmaz. David Lynch’in ilk filmi olan Eraserhead, usta yönetmenin endüstriye ve endüstriyel peyzajlara duyduğu ilgiyi açıkça görebildiğimiz bir yapım. Böyle bir arka plana karşı hem son derece içe dönük, zihinle takıntılı hem de aşırı biçimde bedenle ve fiziksellikle alakalı olan bir film yapmak şüphesiz ki çok kolay olmasa gerek. Seyirciye alışılmadık olan ve rahatsızlık veren, bizim dünyamıza benzemeyen bir dünyada, bir adam deforme bir bedene sahip olan çocuğuna bakmaya çalışır. İnsan olup olmadığı belli olmayan bu çocuk ve onun bedeni üzerinden yaratılan belirsizliğin getirdiği anksiyete, filmin anlaşılmazlığına daha da çok ekleyerek filmin yıllar sonra hâlâ tartışılmasına neden olmuştur. Filmin korkunçluğu groteskliğinden geldiği kadar anlaşılmazlığından da gelmektedir—bazı body horror filmleri aşırı olsa da anlaşılırdır, korkunun ne üzerinden yaratıldığı belirlidir. Eraserhead’de ise bu belirsizlik çok daha farklı bir huzursuzluk yaratır.
The Toxic Avenger (Yön. Michael Herz, Lloyd Kaufman, 1984)
Yine bir komedi/korku karışımıyla devam edelim. Düşük bütçeli “b-movie” The Toxic Avenger, bu listedeki çoğu film gibi bir kült favorisi. Tabii, bu filmlerin hepsi çok farklı kategorilerde filmler olsa da hepsi bir şekilde body horror türünde birleşiyor. The Toxic Avenger ise ilk çıktığı zaman hiç ciddiye alınmayan, izlenmeyen bir film olsa da sonradan hayranlarını bulmuş olan bir film. Zayıf, ciddiye alınmayan karakter Melvin bir gün toksik bir atığın içine düşecek ve vücudu deforme olduktan sonra kötülükle savaşan güçlü bir süper kahramana dönüşecektir. Aşırı şiddetli ve tiksinç denebilecek sahnelerle dolu olan film, tam da eğlenmek için izlenecek bir body horror filminde olması gerekenlere sahip. Belki de body horror’un “ciddi” taraflarını açıkça ele almıyor fakat yine de üstüne yazılacak çok şey var.
Raw (Yön. Julia Ducournau, 2016)
İlk filmi olmasa da, Julia Ducournau Raw filmiyle konuşulmaya başlamıştı. Titane kadar konuşulmuş olmasa da, bu filmi 2016 yılında çıktığı zaman festivalde izlemiştim. “Body horror” türüne bir nevi başlamamı sağlayan film olduğu için de bu listede yer vermek istedim. Bu film klasik sayılacak kadar eski olmasa da, Julia Ducournau’nun “body horror” türüne yeni bir yorum getirdiğini ve heyecan veren bir yönetmen düşünüyorum. Vejetaryen yetiştirilmiş olan Justine veterinerlik fakültesine başlar. İlk defa etin tadına bakmasıyla durdurulamaz bir iştahın içine savrulacaktır. Hayvan etiyle de durmayacaktır. Yediğimiz neyse biz de oysak, insan eti yemek daha da mı insan yapar insanı? Ducournau’nun vahşi ve kanlı sahnelerinin içindeki sıcak, samimi sahneler “body horror”ın sadece bilinçsiz bir aşırılık olmak zorunda olmadığını kanıtlar şekilde.
Possession (Yön. Andrzej Żuławski, 1981)
Büyük ihtimalle boşanmayla ilgili yapılmış en sıra dışı film olan Possession, Anna ve Mark adlı çiftin son derece şiddetli olan geçimsizliğini ele alır. Gündelik ve alışıldık kavramlar olan evlilik ve boşanmayı korku üzerinden ele alan Possession, özellikle Anna’yı oynayan Isabelle Adjani’nin unutulmaz performansıyla body horror klasikleri arasında yerini almıştır. Histerik karakterleri ve anlatısıyla akıllara kazınan film, hem psikolojik bir aşırılığı hem de bunun bedene yansımasını ekrana taşır. Anna’nın metroda yerdeyken geçirdiği kriz belki de filmin en akıllarda yer etmiş sahnesidir. Huzursuzluk verecek derecede uzun olan sahne filmdeki tek rahatsız edici sahne değildir. Body horror bedenle ilgilidir, ki beden sadece et, kemik ve kan değildir. Sestir de. Bu filmdeki ses kullanımı da—gülüşler, çığlıklar—body horror türüne yeni bir anlam yükler.