Sinemanın birleştirici bir gücü, insanlar arası duvarları yıkıcı bir etkisi var. İzlemeye başladığınız her yeni film, aslında herhangi biriyle çıktığınız ilk akşam yemeğinden farksız bir noktada: Karşınızdakinin ne anlatacağını merak ediyorsunuz, belki sizlere gösterileni pek beğenmiyorsunuz ve buluşmanın sonunda o geceden nefret ediyorsunuz; fakat yine de bir parçanız başka bir buluşmanın daha iyi geçeceğine inandırıyor kendini. Yeni bir insanla, aslında yeni bir düşünce tarzıyla karşılaşmak istiyorsunuz. Yeni bir kültürle belki de. Bahsettiğim insani ihtiyacı en hızlı şekilde bu yolla gidermek pek mümkün değil ne yazık ki.
Hepimiz, insanlardan ziyade farklı coğrafyaların filmlerinden beslenerek kendi dışımızdaki dünyalara yelken açıyoruz. İstanbul’da izlediğimiz bir Rohmer filminden sonra, sokağa ilk adım atışımızda kırsal Fransa’ymış gibi çevremize bakınmamız bu yüzdendir belki. Hiç tanımadığınız ve konuşmayı pek sevmeyen bir Belçikalının ağzından laf almanın tek yolunun en sevdiğiniz filmin Fallen Angels (1995) olduğunu söylemekten geçmesi de bu yüzden olabilir. Ancak tek olgu şu olsa gerek: Sinema, tarihte hiçbir sanatın başaramadığı kadar insanlara dokundu ve evrenselleşti.
Teknolojinin gelişmesiyle birlikte ülkeler arasındaki sınırlar şeffaf bir tümseğe evrildi. Kültürel globalleşme kaçınılamaz bir gerçeğe dönüştü; herhangi bir yerde, herhangi bir zamanda çekilen bir filme dünyanın her yerinden sinemacıların erişmesi kolaylaştı. Gezegenimiz küçüldükçe önceki yazımızda da bahsettiğimiz “janrlaşma” yok oldu, birbiri içine giren farklı film türlerden konuşabilir duruma geldik. Kimisi sinemanın bu yüzden öldüğünü söyler, kimisi kabuk değiştirdiğini. Bu konu her zaman tartışılmaya devam edecek, ancak şu bir gerçek ki sinema çok üretken bir dönemden geçiyor.
Biricik yedinci sanatımızın farklı çağlarını farklı coğrafyalarca odağımıza aldığımız serimizin son yazısındayız. Bu seride, elimizden geldiğince, sinema tarihinin başından itibaren iz bırakmış olaylara ve insanlara değinmeye çalıştık. Okuyacağınız bu bölümde, modern zamanlara geçiş yapıyoruz. Kuzey yarımküre kıtaları sinema anlayışlarının son dönemlerini mercek altına alıyor, çektiği her kareyle bizlere tarifsiz duygular yaşatan yönetmenlere hayran mektuplarımızı yolluyoruz. Uzak Doğu’dan İngiltere’ye, Amerika’dan Balkanlara uzanıyor; son birkaç on yılda beyazperdede neler yaşandığına odaklanıyoruz. Claire Denis’den Luca Guadagnino’ya, Nuri Bilge Ceylan’dan Steve Mcqueen’e pek çok auteur ismi yakın plandan incelediğimiz bu yazıyı okumaya başlamadan önce, yanınıza kahvenizi almayı ve arka fona en sevdiğiniz film müziğini koymayı unutmayın.