Fransız Sineması’ndan Üç Antropolog
Bütünsel bir bilim dalı olan antropoloji, insanlığın kültürel, toplumsal ve hatta biyolojik olarak geçmişte gösterdiği, gösteriyor olduğu ve gösterme ihtimali bulunan değişim ve devinim mekanizmaları ile ilgilenir. Bir antropolog için insan, kendi etrafına ördüğü tuzakları işaret ettiği kadar, parçası olduğu bütün bir dünya hayatının sırlarına da muktedirdir. Sinemasal düzlemde antropolojinin bu öğütlerini, belki isteyerek belki de istemeyerek özümsemiş Éric Rohmer, Claire Denis ve Chris Marker ise; insanı bildiğimiz hâlinden ve ortamından çıkarır ve kendi sinematik dünyalarında yepyeni bir kültürel araştırmanın merkezine yerleştirir.
İmkanlılığa Rağmen İmkansızlık: Éric Rohmer
Éric Rohmer’nin ilk ciddi başarısı 60’ların başından 70’lerin başına değin çektiği altı filmden oluşan Six Contes Moraux serisidir. Rohmer, bu seride bizim bildiğimizi zannettiğimiz ve hayatımızın en uğramadığımız kısmında dahi olsa durmaksızın yüzüne baktığımız “ahlâk” kavramını, içsel olanın ilişkisele dönüştüğü, kendi benliğimizin bir başkasına aktarabildiğimiz kadarı ile özümsendiği bir “etik” problemine dönüştürür. Bu anlayış bu altı film boyunca çeşitli şekillerde kendini gösterir ve yolumuz aydınlıktır. Rohmer aktarımların dünyasında gezinen bir antropologdur. İnsanların hayat tecrübelerine ne çeşit tepkiler verdiği, nasıl empati kurdukları, nasıl sevdikleri ve sevilmedikleri, nasıl arzuladıklarının ve elde edemediklerinin altında ezildiklerini gösterir. Birbirini en iyi anladığına inandığımız ve en çok sevişmesi gerektiğini düşündüğümüz karakterler Rohmer filmlerinde, tıpkı hayatın kendisinde de sıkça olduğu gibi, hiçbir zaman sevişmeyeceklerdir. La Boulangère de Monceau (1962)’da bir öğle tatili pastane sırasında, La Carrière de Suzanne (1963)’da gece yarısı uyuyakalınan bir sandalyede, La Collectionneuse (1967)’de güneşlenilen bir kayalıkta, Ma Nuit Chez Maud (1969)’da matematiksel gözüken ama aslında pek de matematiksel olmayan bir tartışmada, Le Genou de Claire (1970)’de yaşlanmak ile bir alakası bulunmayan gençlik özleminde ve L’amour l’après-midi (1972)’de banliyö treninde âşık olunan bir yabancının bakışlarında dururuz ve doğru olanı yaparak, güzel geçmeyen günlere doğru usul usul yürürüz.
Yuvasızlık ve Kutlu Dava: Claire Denis
Post-kolonyal düzenin kurduğu dünyada gezinen bir antropolog olan Claire Denis, namluyu kendi ulusuna ve kendi ulusunun geçmişine çevirir ve tek bir saniye düşünmeksizin tetiği çeker. Beau Travail (1999) ile Fransa’nın Djibouti üzerinde gerçekleştirdiği sömürgeci faaliyetlere, iki zıt karşı kutup olan halk ve lejyonerler gözünden bakarız. Bu perspektifte, oyuncu ile oyuncu olmayanı ayırmamız mümkün değildir. Marşlar söyleyip, tatbikatlar gerçekleştiren lejyonerler ile orucunu açtıktan sonra sahilde küçük bir gezintiye çıkmış dördüncü dünyanın çocuklarını bir belgeselde izliyormuşuz gibidir. Lejyonerler, sorgusuz sualsiz hayat amaçları belledikleri kutlu davalarının aslında koca bir yalan olduğunu anladıkları anda, belki her şey için çok geç olacaktır; ancak yine de yuvalarına dönebileceklerdir. Unutulmamalıdır ki, özünde hiç ayrılmadığı halde yuvasına dönemeyecekler de olacaktır. Tıpkı White Material (2009)’da Afrika’da doğup büyümüş, orayı yuvası olarak gören ve hisseden bir Fransız’ın, kendi ülkesi tarafından reddedilmiş ve post-kolonyal kaosun içine sürüklenmiş bir kadının; “evim” dediği yerin onu kapısından içeri almadığı noktada nereye gideceğini bilememesi gibi. Bu noktada nereye gideceğimizi hangimiz bilebilirdik ki?
Montajlar Âleminde Kültür: Chris Marker
Deneysel sinemanın öncülerinden olan Chris Marker, bizim bildiğimiz dünyadan meseleler anlatsa da, mevzuyu bilmediğimiz bir dünyaya taşır ve antropologluğunu orada icra eder: montajlar dünyasında. İşte bu noktada kültür, artık bizim bildiğimiz hâliyle kültür olmaktan çıkar. La Jetée (1962) ile artık biz değil, fotoğraflarımız konuşmaya başlar. Tek tek parmaklarımızla uçlarını kıvırarak geçtiğimiz fotoğraflara artık sırasıyla değil, bir baştan bir sondan bakarız. Sans Soleil (1983) ile yazdıklarımız anılarımıza şahitlik etmekten vazgeçerler. Gördüklerimiz, geçirdiklerimiz bize sırtlarını dönerler. İmdadımıza sokaklar, gökyüzü ve henüz doğmamış güneş yetişir. Hatırlamakta güçlük çektiğimiz kişisel tarihimiz, bir anda bütün insanlığın tarihi oluverir. Les Statues Meurent Aussi (1953) ile ise, kültürü oluşturan parçaların aslında yitmiş sanatların kırıntıları olduğunu öğreniriz. İnsan öldüğünde tarihin tozlu sayfalarına karıştığı gibi, heykeller de öldüklerinde kültürün belirsiz sınırlarında eriyerek kaybolup giderler. Normalde dikkat dahi etmeyeceğimiz seramik bakışlar, hiddetlerini bu montajda gösterirler. Marker filmlerinde aslolan yaşamak olduğu kadar, yitip gideni gömdüğümüz mezarlığın yerini de hatırlamaktan geçer.