İngiliz Sineması
Tarihi boyunca Hollywood gölgesinde gelişen İngiliz sineması, özellikle İkinci Dünya Savaşı sonrası tüm Avrupa’yı etkileyen yeni dalga akımı ile birlikte odağını değiştirmiş, kendi kimliğini aramaya başlamıştır. 70’li yıllarda duraklama aşamasına girmiş olsa da, 1980’de başlayan Kuzey İrlanda ayaklanmalarıyla da birlikte, bazı yönetmenlerin de öncülüğüyle özsel farkındalığa odaklanan yapımlara imza atmaya, sınıfsal sorunlara dikkat
çekmeye başlayarak sosyolojik kimliğini daha çok yansıtmaya başlamıştı. Halkın sosyo-ekonomik durumunun geldiği nokta, ülke sinemasını da Amerikan stüdyolarından tamamen kopararak, kendi sorunlarını irdeleyen filmler üretmeye yöneltmiştir. 90’lı ve 2000’li yıllarda ise sinema dünyasına önemli eserler kazandırmış, uzun süre isminden söz ettirecek yönetmenlerle birlikte var olmuştur.
Anthony Minghella
1954 doğumlu İngiliz yönetmen, henüz üçüncü metraj filmi olan The English Patient (1996) ile sinemada büyük bir ses getirmiştir. Oscar ödüllerini domine eden bu film ile tanınan Minghella, kendine has tarzını, başka bir forma büründürerek ortaya çıkardığı The Talented Mr.Ripley (1999) ile pekiştirmiş, ne denli yetenekli bir yönetmen olduğu konusunda herkesi ikna etmiştir.
Onu farklı kılan mühim noktalardan biri, çağdaşlarından ziyade bir önceki dönemin yönetmenleriyle daha yakından bağlantılı görünen tarzıydı. İzleyicileri başka bir çağa bağlayan benzersiz bir yaratıcı gücü vardı ve bunu neredeyse her filmine yansıtıyordu. Yapımlarında Hollywood klasiklerine ait ögeler bulunurdu ancak bu klişeler bile her zaman dengeli ve kusursuz bir şekilde inşa edilmişti. Geniş, epik melodramlara bir geri dönüş olan
The English Patient ile önceki filmlerinde nispeten daha büyük resimlere sıçradığında, Minghella’nın duygusal keskinliği ve birleştirici enternasyonalizm yeteneği onu İngiliz sinemasına iz bırakmış bir yönetmen olarak işaretlemiştir.
Andrea Arnold
Eski bir aktör olan Andrea Arnold, Wasp (2003) isimli kısa filmiyle gündeme gelmiş, Oscar’da da ödül kazanmasıyla yönetmen olarak sesini duyurmaya başlamıştır. Sonrasında ise Cannes’da Jüri Özel Ödülü’ne layık görülen Red Road (2006), Fish Tank (2009) ve American Honey (2016) gibi üç tane birbirinden başarılı filme imzasını atarak İngiliz sinemasına ismini büyük harflerde yazdırmıştır.
Arnold, elindeki malzemeyi iki boyutlu bir görüntü çerçevesine yerleştirerek, anlatmak istediği duyguyu en iyi şekilde aktarabilen yönetmenlerden biri olarak öne çıkmıştır. Red Road filminde yalnızlığı en iyi şekilde simgeleyerek, ana karakterin izolasyonunu kendine has çekim teknikleriyle son derece başarılı biçimde aktarır. Fish Tank’te, baş kahramanı endüstriyel dünyanın ortasında ezilmiş, esaretle çevrelenmiş klostrofobik bir dünya algısı yaratır. Wuthering Heights‘te ise baş kahraman manzaranın içine öyle gömülüdür ki adeta doğanın bir parçası olur. Oyuncuları kontrol etmek yerine onların kendileri olmasına izin vererek kayda almayan tercih
eden bir yönetmen olan Arnold, bunu sinemayı gerçekliğe yaklaştıran bir metot olarak görmüştür. Sinemanın kısıtlayıcı gördüğü tüm ögelerinden kaçınır ve süreci tüm doğallığıyla izleyiciye yansıtmayı amaçlar. Duyguları görüntüye tüm sadeliğiyle aktarma yeteneği, benimsediği sürecin gerçekçiliğiyle birleşerek dört farklı uzun metraj filme dönüşmüş ve Arnold’ı İngiltere topraklarının yetiştirdiği önemli yönetmenlerden biri hâline getirmiştir.
Steve McQueen
1981 yılında gerçekleşen Kuzey İrlanda ayaklanmasını ve o dönemde yaşamış bir mahkûmun yaşamını sert bir dışavurumculuk ile ekrana yansıtan Hunger (2008), minimalist bir film yapımcısı ve yönetmen olan Steve McQueen’in adının duyulmasını sağlamıştır. Şiddet ve protestoyu en gerçek hâliyle izleyiciye sunan İngiliz yönetmen, bu filmiye Cannes Film Festivali’nde üç farklı ödül kazanarak ilk uzun metrajındaki başarısını herkese
duyurmuştu. Akabinde Shame (2011) ile bunun tek filmlik bir başarı olmadığını sergilerken,12 Years a Slave (2013) ile üç farklı dalda Oscar ödülü kazanmıştır. Onun yapımlarını bu denli başarılı ve özgün kılan en önemli unsurlardan biri, sinemasında uyguladığı sadelikçi ve minimalist yaklaşımdır. Gereksiz sinematik ögelerden kaçınırken saf anlatı odaklı yöntemlerle sinematografisini dengeli bir şekilde güçlendirerek izleyiciye sunar.
Yapımlarında bolca yer verdiği uzun çekimler, izleyicinin sahneye dalmasına önayak olurken duygusal manipülasyona da imkân sağlar. McQueen’in filmlerinde, karakterle etkileşime ve performanslardaki nüanslara odaklanmak için seyirciye bolca alan bırakılır. Doğru kullanılmadığı takdirde seyri zor bir yapıma kolayca dönüşebilecek bu teknikler, McQueen’in yetenekleriyle birleşerek iz bırakan üç farklı uzun metraj filme dönüşmüş; McQueen’i de ülke sinemasının tarihine imzasını atmış isimlerden biri hâline getirmiştir.