Synecdoche New York (2008); Being John Malkovich (1999), Adaptation. (2002), Eternal Sunshine of the Spotless Mind (2004) filmlerinin senaristliğiyle tanınan Charlie Kaufman’ın ilk yönetmenlik denemesi. Uzun zamandır birlikte çalıştığı Spike Jonze’un yönetmenliğinde çekilmesi beklenilen bu film, Jonze’nun Where the Wild Things Are (2009) filminin yönetmenlik koltuğuna geçmesiyle birlikte Kaufman’a kalır. Sıra dışı senaryo yazımı, konu seçimi ve absürtten yola çıkarak şekillendirdiği çok katmanlı anlatımıyla Kaufman, yönetmenliğini de senaryolarının karakteristiğiyle örtüşen absürtlük ve alt metinlerin zekice oyunculuğuyla bir araya getirmeyi başarır.
Synecdoche, New York; Caden Cotard (Philip Seymour Hoffman) adında hastalıklı bir adamın elinden kayıp giden kadınların, özgüveninin, vücut ve akıl sağlığının ve geleceğinin dramasıdır. Bir tiyatro yönetmeni olarak yaşayan Caden, kendisini kırılgan ruhlu, enerjisiz, çekingen; yaşamını ise heyecansız, çürüyüşe ve tükenişe mahkûm bir yolculuk olarak gören (tam olarak öyledir de!) eşi Adele (Catherine Keener) ile büyüyen ilişkisel çatışmaların içerisinde debelenmektedir. Adele’in Caden ile özdeşleştirdiği kişisel ve davranışsal kodların tatminsizliğinden doğan çatlaklar Caden’in düşüşünün de başlangıcını imler. Bu andan sonra kayıpları ve kayıplarıyla nasıl mücadele ettiğiyle tanımlanacak bir adamın ayakta kalma çabalarını, direnirken deneyimlediği utançları ve hayal kırıklıklarını izlemeye başlarız. Bu anlamda Caden ve Adele’in ilişkilerinin yol ayrımı; Caden’in ilk kadın kayıplarını, zira Adele ile birlikte kızları Olive de Caden’den alınacaktır ve tanısı seyircilere verilmeyen, günden güne Caden’ı bir “yok adam”a dönüştüren sinirsel bir hastalığın etkisinin başlangıcını oluşturur.
Caden’ın yavaş yavaş fonksiyonlarını kaybeden vücudu, yıkılmaya başlayan hayatının bir metominisi olarak yorumlanabilir. Zira Caden’ın vücudunun işlevselliğini kaybetmesiyle bir birey olarak çevresiyle kurduğu sağlıksız ilişkilerin, verdiği yanlış kararlarının, sorumsuzluklarının ve inatçılığının dağılmaya sürüklediği sosyalliğinin kaybı hem zamanlı olarak gerçekleşir. Bu anlamda Caden’ın Adele sonrası hayatının sürüklenmelerinin kapsadığı yeni kadın, babalık ve iş deneyimleri, Adele öncesi (her ne kadar seyirciye gösterilmese de) hayatına tezat oluşturacak şekilde gelişme gösterir: Ne karşı cinsiyle sürerli ve sağlıklı bir ilişkiye girebilir ne ikinci çocuğuna sorumlu bir baba olmayı başarabilir ne de tüm enerjisini adadığı, New York City’de izbe ve göz alabildiğince geniş bir depoda replikasını yarattığı hayatının tiyatro oyununu tamamlayacak bir yol haritasına sahip olabilir.
Hastalığı Caden’ı öldürmedikçe onun tüm dürüstlüğüyle, sahiciliğiyle ve vuruculuğuyla gerçeği yansıtmak iddiasında olan oyunu da yaşamaya devam eder. Hayatının tiyatro sahnesi dışında kalan ‘gerçekler’iyle baş edemeyen Caden, sürekli yazarak ve artık New York City’den ayırt edilemeyen bir sette projesini sürekli değişen oyun kadrosuyla günbegün prova ederek hayata tutunmaya çalışır. Öyle ki oyunun salt gerçeklik ve dürüstlük iddiası, Caden’ı yaşamının her detayını sahneye aktararak ona bir çeşit gerçeklik telâfisi aratırken, hayatının kendisini de gerçeklikten ayırt edilemeyen bir tiyatro sahnesine dönüştürür. Bu yüzden Caden’ın oyunu, kendini yönettiğine inandırmaya çalıştığı ancak günden güne üzerindeki kontrolünü kaybettiği hayatının kendisine dönüşür. Ama bir yanda gerçeklikle bağı tamamen kopmuş olan Caden ve sıradan ‘gerçek’ hayatı, diğer tarafta gerçekliğinin herkesçe dikizlemeye dönüşen acı verici hayat tiyatrosu varken bu sür-git-projenin kurgulanabilir bir yanı yoktur. Zira hayat kurgulanamaz ancak yaşanır ve deneyimlenir. Bu anlamda Caden’ın yanılsıtıcı oyununun sonu hayatının sonu olmak zorundadır. Hayatının sonuna doğru giderken de oyunuyla hayatının arasındaki çizgi gittikçe bulanıklaşan Caden için gerçekliğin setin neresinde başladığı ve bittiği ayırt edilemez hale gelir.
Charlie Kaufman’ın filmografisi boyunca tekrar eden teması absürtlüğün en yadırganır ve anlaşılamaz doğası da burada ortaya çıkar. Öyle ki artık izlediğimiz ‘şey’, vücut sağlığıyla birlikte akıl sağlığını da kaybeden bir adamın yanılsamalarından başka bir şeye benzemez hâle gelir. Caden’ın yolcuğu bizimle, sıradan gerçeklikte başlarken artık kafasının içinde kendisinin bile kavrayamadığı bir yerde son bulur. Zamanın ve dünyanın sonunda, kıyamet sonrası bir setin içinde avare avare gezen Caden’ın oyunu ölümüyle biter. Ancak oyunu uzun bir süredir yaşamından da başka bir şey olmamıştır. Zira kişinin kendi sanatını izleyebilmesi gerçeğin en üst formunun ortaya çıkmasına her zaman engel olmak durumundadır. Bu anlamda Caden hayatının sonuna kadar peşinden koştuğu acı verici, salt ve brüt gerçeklikten oluşan oyununu sahneye koyabilmeyi başararak aniden “ÖLÜR”.