Köprü ve romantizm ikilisi, bir arada görmeye alışkın olduğumuz bir çağrışım şekli. Ama Les Amants du Pont-Neuf (1991) ile bildiğimiz köprü romantizmi arasında önemli bir ayrım var. Çünkü buradaki hikâye, aşkı köprüden geçirmekle yetinmiyor. Onu köprüyle birleştiriyor. Alex ve Michèle’i alıp Sein Nehri’nin en eski geçidi Pont-Neuf’ün içine yerleştiriyor.
Leos Carax’ın auteur yönetmenler arasında anılmasını sağlayan özelliklerden biri de bu tavrın altında gizli. Fransız Yeni Dalga’dan ilham alan filmin bireysel ve duygusal anlatısı, biçem olarak dış dünya gerçekliklerine ve tercihen de karanlık bölgelere odaklı. Carax romantizmindeki samimiyet de şiirselliği realizmle buluşturan bu ikili yaklaşımdan geliyor. Sadece köprü üstleri ve köprü altlarıyla hayatta kalmanın zaaflarını gösterdiği için değil üstelik. Aşkın zaaflarını da tanıttığı için.
Anti romantizmde romantizm
Karşıt yapının şekillendirilmesinde, restorasyon halinde olduğu için halka kapatılan taş köprüde bir süreliğine hayatları birleşen üç ana karakterin de payı var. Bu karakterler gençlik-yaşlılık, aşk-yalnızlık, cesaret-korku gibi zıt parametreler içinde tutuldukları için bakış açıları ve çevreye karşı tepkileri de birbirinden farklı. Örneğin, sahip olduklarını tamamen kaybederek köprüde yaşamaya başlayan ve Alex’i yatıştırarak ona bir nevi babalık eden Hans’ın ağzından kaygılı, ciddi ve konservatif bir bakışın konuşturulduğunu duyabiliyoruz. “Sokakta aşka yer yoktur,” deniyor. “Yatak odalarında hava soğuk olmaz.” Sert tepkileriyle toplumsal bakışı da yansıtan Hans, Alex’le Michèle’ın esnekliğinden ve umursamazlığından yoksun bir karakter. Köprünün, onun için bir tercih meselesi olmadığı her halinden hissediliyor.
Diğer tarafta, ona acı çektiren hayatından kaçıp sokağı seçen, gençliğiyle fiziksel cesareti göğüslese de duygusal cesaretini tamamen yitirmiş travmatik bir motif olarak Michèle var. Carax, filmlerinde yoğun olarak işlediği bireysel acı kavramını hastalık, çaresizlik, kaçış gibi konularla Michèle’e yükleyerek ona kader ve seçimler üzerinden şekillenen geleneksel bir rol biçmiş. Gözünde bandaj, elinde resim çantası, çantasında silahla gezen Michèle, kaybetmeye başladığı görme yetisi ve geçmişinden gelen aşk acısı gibi faktörlerle hemen hemen her konuya karşı aidiyetsiz kalmaya çalışarak öfke ve kaygı arasında gidip geliyor.
Değişken tavırları ve Alex’i bırakıp gidişi göz önünde bulundurulduğunda Michèle’in bencil bir karakter olduğunu düşünmek kolay. Ama her şeye ve özellikle de Alex’e karşı temkinli olması, onu gerçekten sevmemesiyle değil, aşk konusunda ondan daha deneyimli olmasıyla ve şimdiki hayatını kıyaslayabildiği bir “öteki hayatın” varlığıyla bağdaştırılabilir. Aşktaki konfor alanının, beklenti halinin, benmerkezciliğin ve plansızlığın birkaç kez sınandığı Michèle karakteri için, duygusal ilişkilerin sorumluluk alan ve almamayı tercih eden yapısının bir yorumu olduğunu düşünebiliriz. Her şeye rağmen Alex’in kesinliği karşısında Michèle’in kararsızlığı, ikili arasında gerçek romantik ve sözde romantik şeklinde bir ayrım yaratsa da filmin son cümlesi “Paris yatağında kalabilir.” oluyor ve Jean Vigo’ya gönderilen selamla Atlantik’e doğru yeni bir yolculuk başlıyor.
Esas köprü aşığı Alex’e gelince, Carax onunla birlikte filmin şiirsel tarafını konuşturarak, insanın kaybedecek hiçbir şeyi olmadığını düşündüğünde, sadece duyguları kaybetmekten korkabileceğini anlatıyor. Buradaki hikâye diğerlerinden çok daha farklı, çünkü Alex film boyunca kendi tercihleriyle hareket eden tek kişi. Geçmişine dair hiçbir bilgi görmememize rağmen birçok kez köprüde yaşamasının, Michèle’le bağlantılı veya bağlantısız olarak, kendi isteği olduğunun sinyalini alabiliyoruz. Bu noktadan bakınca Alex, limitleri ve mülkiyeti yok sayarak sadeleşen özgür ruhu temsil ediyor ve kısmen sosyopatik yaklaşımlarla da olsa hem fiziksel hem de duygusal cesareti taşıdığını kanıtlıyor. Ateş dansçılığının altındaki güç sembolü, değişken durumlar karşısındaki pratik zekâsı, sokaktaki atikliği ve korkusuzluğuyla bedensel dayanıklılığını gösterirken duygusal cesaretini ilk olarak Michèle’in Julien’le ilişkisinden bahsettiği günlüğünü okuduğu kısımda açık ediyor. Filmin başında yolun ortasındaki yarı ölü halde yatışını göz önünde bulundurunca, günlüğü okuduktan sonra hayatını canlandıracak etkenin orada yazıldığı şekliyle sonsuz aşkı anlamak olduğuna karar vermiş olması çok muhtemel.
Yeni tanıştığı bu gerçekliğin peşine düştükten sonra da görüyoruz ki artık Alex bir kutu dolusu parayı denize de atabilir, metroyu ateşe de verebilir, kendi parmağını da uçurabilir. Genel olarak yaşamdaki mücadelesi nasıl aktif ve kendine odaklı olmasını gerektiriyorsa aynı şekilde aşkta da bu mücadele şeklini sürdürüyor ve acıya karşı dayanıklı olması, Michèle konusunda da sınır tanımamasıyla birleşiyor. Alex sahiden de yeri değiştirilmedikçe ve sarsılmadıkça içi nelerle dolu olduğu anlaşılamayacak bir kapalı kutu. Saf aşkı ve kaybetme korkusunu öyle naif şekillerde örnekliyor ki Michèle uyurken odadan çıkar gibi köprünün ışıklarını kapattığı sahne unutulmamaya değer.
Carax romantizmi bu film için genel itibariyle yukarıdaki üç karakter üzerinden yansıtılsa da temelindeki kişisel konulara da değinmekte fayda var. Yönetmen, ilk üç uzun metrajı Boy Meets Girl (1984), Mauvais Sang (1986) ve Les Amants du Pont-Neuf (1991) filmlerinin hepsinde erkek başrol oyuncusuna Alex adını vererek bu rolleri sadece Denis Lavant’a takdim etmiş. Carax’ın yirmi dört yaşından itibaren peşi sıra çektiği bu üç filme bakınca, Cahiers du Cinema’da eleştirmenlik yaparak başladığı sinema yolculuğunu her bakımdan bireysellik üzerinden ilerletmek istediği düşünülebilir. Hatta üçleme halinde karşımıza çıkan Alexleri, birbirini tamamlayan bir alternatif Carax kimliği şeklinde yorumlamak yanlış olmaz. Bu karakteristik istikrarın altında da genellikle sınırlandırılmayı reddeden bir arayış hali, kaos, içe dönüş, kimlik ve kimliği reddediş gibi kavramların yer aldığı söylenebilir.
Ses ve görüntü gibi teknik detaylar da filmin temel yapısını oluşturan ikililik imajını desteklemeye odaklı. Alex’le Michèle’in köprüdeki dans sahnesine de konu olan Fransız İhtilali’nin 200. yıl dönümü kutlamaları; bir düzen ve uyum içerisinde gösterilen uçak gösterileri, havai fişekler, tank ve asker geçitlerine rağmen yakın planda çekilen görüntülerdeki kaymalar ve titremelerle kaotik atmosferi destekliyor. Kutlamayı da kargaşayla veren filmin bana göre en enteresan çelişkilerinden biri de Michèle ve Alex’in aylar sonra inşaatı tamamlanan Pont-Neuf’de kar yağarken buluştukları sahnede; kostüm, müzik ve şehir ambiyansı gibi tüm sanat detaylarının romantik bir birleşmeyi desteklediği sırada, aniden arka plandaki müziğin kesilip o sahneye sadece korna ve trafik sesinin hâkim olması. Duygusallık seviyesini muzipçe günlük seslere indirgeyen film, son sahnelerinde de şiirselliğin yanı sıra gerçekçiliğin peşinde olduğunu hatırlatma niyetinde diyebiliriz.
Ancak tüm bu kasti detaylara rağmen filmle ilgili birçok eleştiriye neden olan esas çelişki, yapımın bütçesiyle ilgili. Pont Neuf çekimleri için sadece üç haftalık bir izin alınabilmesi ve Denis Lavant’ın bu süreç içinde ayağını sakatlaması, film ekibine Montpellier yakınlarında köprünün bir replikasını yaptırıp çekimleri uzatmaktan başka çare sunmamış. Çekimler tamamlanana kadar Fransız sinemasının en pahalı filmlerinden biri haline gelen Les Amants du Pont-Neuf, özellikle barınak sahnesinde gösterdiği natüralizm ile gerçekte taşıdığı maddi değer arasında istemsiz bir paradoks oluşturuyor gibi görünüyor.