İlk kez 1924 yılında Cenevre Çocuk Hakları Bildirgesi ile uluslararası arenada tartışmaya başlanılan çocuk haklarına bugün 20 Kasım 1989 tarihinden itibaren ulaşabilmekteyiz. Yıllar süren bu kazanım günümüzde hâlâ ne yazık ki kusursuz bir şekilde işlememektedir.
İnsan Hakları Derneği’nin Birleşmiş Milletler Çocuk Haklarına Dair Sözleşme Bildirisinin önsözünde yazdığı gibi: “Çocuğa özel bir ilgi gösterme gerekliliğinin, 1924 tarihli Cenevre Çocuk Hakları Bildirisinde ve 20 Kasım 1959 tarihinde Birleşmiş Milletler Teşkilatı Genel Kurulunca kabul edilen Çocuk Hakları Bildirisinde belirtildiğini ve İnsan Hakları Evrensel Bildirisinde, Medeni ve Siyasi Haklar Uluslararası Sözleşmesinde (özellikle 23 ve 24’üncü maddelerinde) ve Ekonomik, Sosyal ve Kültürel Haklara ilişkin Uluslararası Sözleşmede (özellikle 10’uncu maddesinde) ve çocukların esenliği ile ilgili uzman kuruluşların ve uluslararası örgütlerin kurucu ve ilgili belgelerinde tanındığını hatırda tutarak, Çocuk Hakları Bildirisinde de belirtildiği gibi, “çocuğun gerek bedensel gerek zihinsel bakımdan tam erginliğe ulaşmamış olması nedeniyle doğum sonrasında olduğu kadar, doğum öncesinde de uygun yasal korumayı da içeren özel güvence ve koruma gereksiniminin bulunduğu hatırlanması gerekmektedir.” (https://www.ihd.org.tr/ble-mletler-cuk-haklarina-da-slee/)
Daha güzel günlerde, daha iyi şartlarda tüm çocukların haklarının korunduğu bir dünyada olma dileğiyle. 20 Kasım Dünya Çocuk Hakları Günümüz Kutlu Olsun.
Kefernahum (Yön. Nadine Labaki, 2018)
– Neden ailene dava açtın?
– Beni dünyaya getirdikleri için.
Kimse hakim karşısına çıkmış on iki yaşında bir çocuktan böylesi gözüpek, iddialı; fakat bir o kadar da yaralı, küskün, incinmiş bir cümle beklemezken Zain, herkesin dünyasını bir anda altüst eder. Nadine Labaki yönetmenliğindeki Kefernahum (2018), bu oldukça cesur başlangıcıyla filmin tamamını tek, noktasal bir sahnede toplamayı başaran nadir yapımlardandır. Dolayısıyla eğer çocuk haklarından söz edecek olursak filmi ele alan her cümlenin başında yetişkinlerin (!) sorusunu ve Zain’in cevabını yankılatmak boynumuzun borcudur zannımca.
Kefernahum, adı üzerinde Lübnan’ın ‘kaotik’ sokak aralarında, merdiven altlarında, terk edilmiş kuytularında, kısacası fildişi kulelerin görüş açısına hiçbir zaman girmeyecek denli karanlıklarda geçer. Filmin başkahramanı Zain, Suriyeli mülteci bir ailenin çocuğu olarak hem savaş ortamının gerginliği hem de en şiddetlisinden geçim sıkıntısı arasındaki dar imbikte nefes almaya çalışır. Kız kardeşiyle birlikte sokaklarda satıcılık yaparak kazandıkları birkaç kuruş, evde sayısı her geçen yıl artan boğaza yetmez, pekâlâ. Ancak Zain’in ebeveyni, aile planlaması şöyle dursun, çözümü çocuklarını pazarlamakta arar. İşte bu noktada Zain, artık ailesinin yanında yaşayamayacağına karar verir ve her şeyi göze alarak onları terk eder. Ne var ki Zain’inki noktalanması mümkün olmayan bir yoksulluk hikâyesidir; çarparak çekip gittiği her kapı, daha fena bir yoksulluğa açılan bir başka kapıya götürür onu. Zain, vardığı her durağın sefaletiyle tokatlanırken masum kundağında ışıldaması gereken çocuk simasına yetişkinliğin çizgilerini kazıyan yollar utanır.
Bugün çocuk hakları üzerine konuşurken eğitimden, kişisel gelişimi destekleyen kurumlara erişimden, çocukların geleceklerine yönelik ekonomik birikimlerden söz etmek, Zainlerin dünyasında yer almayan ifadelerden ibarettir. Zira onlar daha en temelde beslenme, barınma, giyinme, hatta yaşama hakkından mahrum edilen bir ortama, yetişkinler tarafından mecbur bırakılmaktadır. Dolayısıyla Zain’in, ‘onu dünyaya getirmekle suçladığı’ kişiler ebeveyni değildir yalnızca; onun isyanı, tüm insanlığa açılan bir dava olmalı, herkes payına düşen umursamazlık suçundan nasibini almalıdır. İşlenen kitlesel suçun büyüklüğü nispetince de filmde aktarılan şiddet, istismar, dehşet sahneleri gerçekçi ve maalesef gerçektir. Nitekim yönetmen Labaki de oyuncu seçimlerinde Zain’i bir sokakta oynarken görmüş, hayat hikâyesini dinledikten sonra tanık olduklarını yalnızca beyazperdeye değiştirmeden aktarmıştır neredeyse. Bu nedenle Kefernahum, gerçekçilikten öte kanayan bir yaranın acısı kadar gerçektir.
Where Is the Friend’s House? (Yön. Abbas Kiarostami, 1987)
Abbas Kiarostami’nin “Koker Üçlemesi”nin ilk filmi olan Where Is the Friend’s House? (1987) İran taşrasının toplumsal ve kültürel meselelerini anlatan bir başyapıttır. Filmin odağında bir çocuğun, arkadaşına ait okul defterini geri vermek için gösterdiği çaba yer alırken yetişkinlerin duyarsızlığı ve çocuğun birey olarak algılanmama problemi güçlü bir şekilde işlenmiştir.
Filmin adı, Sohrab Sepehri’nin bir şiirine atıfta bulunur: “Dostun evi nerede?” yalnızca bir fiziksel mekâna değil, aynı zamanda insanlığın vicdanına işaret eder ve cevabının burada aranması gerektiğini vurgular. Kiarostami, Sepehri’nin şiirsel sadeliğini sinematografik bir anlatıya dönüştürerek izleyiciyi bu temel soruyu kendisine sormaya davet eder.
Ahmed, dostunun evini ararken kalbindeki empati ve adalet duygusunun izini sürer. Ancak karşılaştığı her yetişkin, bu çabaya kayıtsızdır; ya onun kaygılarını geçiştirir ya da kendi önceliklerini Ahmed’in değerlerinin önüne koyar. Bu anlatı, çocukların seslerinin bastırıldığı yaygın bir toplumsal sorunun metaforik bir şekilde tüm dünyaya yansımasıdır.
Ahmed’in yaşadığı köyde, yetişkinler çocukları genellikle birer birey olarak değil, emir ve itaat döngüsü içinde yaşayan birer varlık olarak görmektedir. Anne, Ahmed’in sorularını ve kaygılarını ciddiye almaz; dedesi, çocukların disipline edilmesi gerektiğini vurgulayarak bireysel iradeye saygı göstermez. Yetişkinler, Ahmed’in eylemini bir “çocukça inat” olarak algılarken aslında onun ahlaki büyüklüğünü görmezden gelirler. Bu durum, çocukların düşüncelerinin ve eylemlerinin toplumda nasıl küçümsendiğine dair güçlü bir eleştiridir. Ahmed, endişe duyduğu bir durum için yetişkinlerden destek beklerken yalnızca kayıtsızlıkla değil, aynı zamanda bir tür duygusal ihmalle de karşı karşıya kalır. Bu ihmalkârlık, onu yalnızlığa mahkûm eder ve çocuğun sevgi ve güven hakkının sistematik olarak ihlal edildiğinin açık bir göstergesidir.
Kiarostami’nin amatör oyuncu seçimi, hikâyenin samimiyetini artırır. Ahmed’i canlandıran çocuk masumiyetiyle öne çıkarken taşranın yetişkin karakterleri günlük hayatın kayıtsızlığını doğal bir şekilde yansıtırlar.
Ahmed’in hikâyesi, aslında bir direnişin ve zaferin hikâyesidir. O, onu küçümseyen, dinlemeyen, hatta yolunu bilerek zorlaştıran bir dünyada, kendi ahlaki pusulasını izleyerek hareket eder. Kiarostami’nin filmi, çocuk hakları ve yetişkinlerin sorumlulukları hakkında güçlü bir manifestodur. Ahmed’in kararlılığı, sessiz bir çığlık gibi bizlere şu soruyu yöneltmektedir: Çocukları ne zaman gerçekten dinlemeye başlayacağız?
Tomboy (Yön. Céline Sciamma, 2011)
Bireyler doğarken sanki doğmadan önce bir sözleşme imzalamışçasına birçok şeyi kabullenerek doğmaktadırlar. Ailesi tarafından ona verilen ismi, doğuşta atanmış cinsiyeti, hangi renkte ve tarzda kıyafet giyileceği ve daha nicesi… Birçok birey de üzerine isnat edilen kimliği kabul ederek koca ömrünü sorgulamadan geçirir. Oysa doğuşta atanmış cinsiyet, isim, din, dil, siyasi fikir gibi pek çok şey bireyin büyümesiyle, kendini ve bedenini tanımasıyla bambaşka bir yöne evrilebilir. Toplum her ne kadar penisi olan çocuğu sünnet ederek, ona mavi kıyafet giydirerek, saçını kısacık kesip pantolon giydirerek; vulvası olan çocuğu da pembe renklerle donatıp saçlarını uzatarak, etek giydirerek “istenmeyen yerlere” yöneliminin önüne geçmeye çalışsa da su akıp yatağını er ya da geç bulmaktadır. Bu yüzden de henüz çocuk yaştayken doğuşta atanan cinsiyetinin aksi yönde bir yönelimi ufak ufak fark ettiren çocuklar, başta aileleri olmak üzere toplum tarafından baskılanmaktadırlar. Bu baskı ve manipülasyon çabaları, tam olarak bir insanlık suçu ve hak ihlalidir. Céline Sciamma’nın Tomboy (2011) isimli filmi ise tüm bu meseleye oldukça sakin bir tondan yaklaşıyor. Çocuk bireylerin kendini, bedenini, yönelimini ölçüp biçip tarttığı kritik zamanlardaki Laure/Mickäel’in bakışının seviyesinden yansıtılan hikâye, aşırı dramaturjiye kaçmadan oldukça önemli meselelerin altını çiziyor.
Ailesiyle birlikte yeni taşındığı mahallede kendine yeni bir kimlik atayan çocuk karakter, tüm yaz tatilini evde Laure; sokakta ise Mickäel olarak geçirir. Laure her ne kadar kısa ve dağınık saçları, gösterişsiz ve bol kıyafetleriyle tanınan bir kız çocuğu olsa da henüz cinsel yönelimi ile ilgili ciddi bir sorgulama içerisine girmemiştir. Fakat yeni bir ortam, Laure’ye Mickäel adıyla yepyeni bir kimlik yaratma fırsatı verir.
Türkçe’deki Erkek Fatma tabirinin tam olarak karşılığı olan Tomboy isimli film; transgender çocuklar ve bu çocukların farkındalığını adeta bir oyun naifliğinde aktarıyor. Türettikleri yeni oyunları oynayarak zaman geçiren akran grubunun içerisine Mickäel’in dâhil oluşundan itibaren her şey başka bir oyunun parçası gibidir. Fakat gerçek hayatın bir provası olan bu oyun, asla sahneyi ele geçirip büyük büyük laflar etmiyor. Sciamma, film boyunca sorgulattığı birçok meseleye zıt ilerleyen oldukça minimal biçimsel tercihiyle seyircinin duygularını kanırtmaktan özellikle imtina ediyor.
İyi bir aile, mutlu bir yuva, sevgi dolu bir küçük kardeş, iyi vakit geçirilen arkadaşlar, ilk aşkın kıpırtıları… Mickäel, asla mağdur olmadığı gibi aksine hayatında her şey olması gerektiği gibi ilerleyen şanslı çocuklardan biri. Sciamma, seyirci tarafında mağduriyetlerle hemhal olmuş bir karakterin daha çabuk benimseneceğini bilse bile bu fırsatçılıktan medet ummuyor. Zira filmin odağı, trans bir erkek çocuğunun kendini keşfetme sürecidir. Bu anlamda Mickäel ile Lisa’nın birlikte makyaj yaptıkları, Mickäel’in mayosundan kendine slip ve oyun hamurundan penis yapması gibi anlar çok kıymetli ve çok daha etkili olmaktadır. Hatta tüm meseleleri oyuncaklı bir yerden ele alan yönetmen; filmin sonlarına doğru odaktaki karakteri iki isim ile tanımlarken, karakterin bedenine ise iki kıyafeti bir arada giydirerek, tabu kabul edilen cinsiyet uzantılarını kesip biçerek alışılagelmiş cinsiyet algısının frekanslarıyla ustalıkla oynuyor.
Close (Yön. Lukas Dhont, 2022)
Yönetmenliğini Lukas Dhont’un üstlendiği Close (2022), çocukluktan ergenliğe geçiş sürecinde iki yakın arkadaşın birbirine bağlılıklarını ve bu bağın çevre etkisiyle zedelenmesini ele almaktadır. Filmin odak noktasında, aralarındaki özel bağın yanlış anlaşılmalar ve toplum baskısıyla nasıl kopma noktasına geldiğini izlediğimiz Léo ve Rémi bulunmaktadır. Dhont, bu iki karakter üzerinden hassas bir kimlik arayışını, toplumun birey üzerindeki etkisini ve kırılgan çocuk ruhunun derinliklerini incelemektedir.
Film, içsel duygularını ifade etmekte zorlanan karakterlerin sessiz çığlıklarını başarıyla yansıtırken, genç yaşta yüklenilen ağır duyguların izleyiciye geçmesini sağlamaktadır. Léo, Rémi ile olan ilişkisini koruma isteği ile çevresinin beklentileri arasında sıkışırken, karakterlerin yaşadığı çatışma toplumsal cinsiyet rollerine ve sosyal kimlik baskılarına dair güçlü bir eleştiri sunmaktadır. Özellikle okul ortamında iki çocuk arasındaki ilişkinin yanlış anlaşılması ve bu durumun dostluklarında yarattığı gerginlik, toplumun bireyler üzerindeki beklentilerinin yıkıcı etkisini gözler önüne serer.
Léo ve Rémi’nin arasındaki bağın sarsılması, onları yalnızca birbirlerinden değil, kendilerinden de uzaklaştırır. Dhont, bu kopuşu öylesine titizlikle işler ki dostluklarının kırılganlığını izleyiciye derin bir şekilde hissettirir. Sessizlik anları, karakterlerin içsel karmaşasını ve acılarını anlatmakta film boyunca etkili bir araç olarak kullanılır. Léo’nun sessizliği, aynı zamanda çevresinin beklentileriyle uyum sağlama çabasının ve kendi kimliği ile barışamama hâlinin yansımasıdır.
Close, çocukluk masumiyeti ile toplum baskısının yıkıcı etkilerini keskin bir gerçekçilikle sunarak izleyiciye güçlü bir dramatik deneyim yaşatır. Dhont’un incelikli yönetimi sayesinde, film toplumun dayattığı normların, bireyin benliğinde yarattığı derin çatışmaları çarpıcı bir şekilde aktarmaktadır. Film, her iki karakterin içsel yolculuğunu gözler önüne sererken, çocukluk dostluklarının incelikli ve kırılgan yapısını cesur bir şekilde ele almaktadır.
The Trash (Yön. Stephen Daldry, 2014)
Çocuklar toplumların geleceğidir. Onlara güvenli bir yaşam hakkı tanımak, barınmalarını, eğitimlerini, sağlıklarını göz etmek ve onları korumak evrensel bir olgudur. Çocuklar, en masum, en saf varlıklar olarak kabul edilir. Bütün güzellikleri hak ederler. Ancak yaşadığımız dünya ne yazık ki çocukların hayatı, onlar nezdinde bulunduğumuz dilekler kadar romantik değildir. Her gün binlerce çocuğun katledildiği bir kapital sistemde yaşamaktayız. Ki hayatına devam edebilen çocuklar bu zorlu koşullar altında en şanslıları olarak kabul ediliyor. Bu görece şanslı azınlığın içinde sokakta yaşayan, ailelerini geçindirmek için yasa dışı işler yapmak zorunda olan çocuk işçilerin sayısı da oldukça fazla. Bazı çocuklar ise aile mefhumunun farkında bile olmadan hayatlarına devam ediyor. Öte yandan çocuk suçlular, çocuk askerler ve çocuk gelinler gibi tanımlar çocuklara karşı gerçekleştirilen hak ihlallerinin başında geliyor. Sıfat olarak hiçbir çocuğa yakışmayacak kelimeleri yine çocukları nitelemek için kullanıyoruz. Henüz hayatın öznesi olmayı deneyimlemeden öteki olan birçok minik kalbin acısını uzaktan izlemek zorunda kalıyoruz. İşte bu noktada Çocuk Hakları Sözleşmesi önemli bir katalizör görevi üstleniyor. Yüz doksan altı ülkenin taraf olduğu sözleşme 1989 yılından günümüze dek hayati maddeler eşliğinde çocukların haklarını korumak için yasal düzen sağlıyor. Ancak ne yazık ki Birleşmiş Milletler tarafından onaylanan ve yürürlükte olan sözleşme her gün, her saat ihlal ediliyor.
Çocuk hakları bağlamında çocuk işçileri merkeze alan The Trash, Brezilya’nın kenar mahallerinden birinde hikâyesini kurmaktadır. Yoksulluk, Rafael ve arkadaşlarının çöp yığınları içerisinde hayata tutunma mücadelesini; arkadaşlık, dostluk, kardeşlik gibi kavramlarla bir maceraya dönüştürür. Banliyöde yaşayan Rafael, günlük rutinlerini yerine getirirken çöpün içinden bir cüzdan bulur. Bulduğu bu cüzdan günü kurtarmak yerine arkadaşlarının ve kendisinin hayatını tehlikeye atmak üzeredir. Diken üstünde geçen gündelik yaşamları banliyöye gelen polisler ve karanlık adamlar ile alt üst olur. Artık Rafael hem kendisini hem de kardeşi gibi gördüğü arkadaşlarını korumak zorundadır. Aslında Rafael ve arkadaşları çocuk olmalarına rağmen toplumun ayaktakımını oluşturan bir çeteye mensuptur. Görüldüğü üzere aileden, eğitimden, barınmadan yoksun büyüyen bu çocuklar yine devletin sağlayamadığı bakımı ve güvenliği kendi aralarında sokaklarda aramaya çalışmaktadır. Suçu da suçluyu da devlet oluşturur. Adaletsizliği kendi adalet sistemleriyle örtbas etmeye çalışan bir çocuk grubu etik değerleri, ahlak yasasını ve empati gibi kavramları yine kendileri gibi mağdur çocuk kitlesiyle birlikte öğrenmektedir. Rafael ve arkadaşları dünyaya geldikleri andan itibaren birçok değerli şeylerini kaybetmiş olsalar da çöp yığınlarının içinde kendi varlıklarını ve karakterlerini kazanmaktadır.
Stephen Daldry’nin toplumsal eşitsizlik, yoksulluk ve yolsuzluk gibi önemli konuları üç küçük çocuğun bakışından işlemesi filmi sert gerçekçi bir anlatıma yöneltmektedir. Ancak arkadaşlık ve inanç tüm olumsuz yargıları karikatürize etmeyi başarmaktadır. Çocuk bakış açısından büyüklerin dünyasının eleştirildiği The Trash Türkçe’ye Umut Kırıntıları olarak çevrilmiştir. Sanırım çocuk haklarından bahsetmek için “umut”tan daha çok yakışan bir sözcük olamazdı.
Ma Vie De Courgette (Yön. Claude Barras, 2016)
Çocukluk; bireyin hayatını sürdürmesini sağlayacak temel becerileri kazandığı, kimliğin geliştiği ve çevreyle etkileşim içerisinde gerçekleşen hem bedensel hem ruhsal bir büyüme dönemidir. Çocukların erken çocukluk dönemi başta olmak üzere yaşadıkları deneyimler yaşamlarının geri kalanını kritik şekilde etkilerken öğrenmeyi, sağlığı ve davranışları da belirler. Güvenli ve destekleyici bir ortamda büyümek, temel bir insan hakkı olarak çocukların hakkıdır. Öte yandan dünya, çocukların temel haklarının vahşice çiğnendiği; haksızlık, eşitsizlik ve olanaksızlıkların hüküm sürdüğü pek çok dönem, coğrafya ve duruma seyirci kalmayı sürdürmektedir.
Cougette, hayatın tüm acı gerçekliği içinde ve talihsiz aile ortamında yaşamını sürdürmeye çalışan dokuz yaşında bir çocuktur. Annesinin trajik ölümünün ardından bir yetimhaneye götürülmesiyle başlayan macerasında, yeni evini paylaştığı diğer çocuklar arasında ilk başta zorlansa da kendine bir yer edinmeyi başarır. Courgette’i yetimhaneye götürdükten sonra sık sık ziyaret etmeye devam eden iyi kalpli polis memuru Raymond, öfkesini zorbalıkla maskeleyen akranı Simon, aralarına yeni katılan Camille ve tüm diğer yeni arkadaşları sayesinde Courgette bağlanmayı, güvenmeyi ve sevmeyi en baştan öğrenir.
Senaryosunu Céline Sciamma’nın kaleme aldığı Ma Vie De Courgette (2016), başta ihmal ve istismar olmak üzere çocukluk dönemi travmalarını son derece açık yürekli bir üslupla ele alan naif bir animasyon filmidir. Özgün yapım tekniği ile konuşulması, anlatılması zor konuların olduğu gibi aktarıldığı filmde evrensel çocuk haklarına hem akranlar arası ilişkiler hem bakım veren-çocuk ilişkileri hem de sistemsel yükümlülükler bağlamlarından değinilir.
Başta Avrupa Film Ödülleri ile César Ödülleri olmak üzere katıldığı pek çok uluslararası festivalden ödülle dönen, Türkçeye Kabakçığın Hayatı olarak çevrilen film, yeterince iyi, güvenli ve destekleyici sosyal ortamlar sağlandığında, çocukların yaşadıkları zorlanmaların yarattığı derin acıların sağlıklı şekilde çözümlenebileceğine, hayatın geçmiş yaşantıların doğrudan belirlediği değişmez yollardan ibaret olmayabileceğine dair umut ve içtenlik dolu bir seyir sunmaktadır. Courgette’in hikâyesi bizlere doğru yapılabilecek hiçbir şey için geç olmadığını bir kez daha hatırlatır.
Tahtacı Fatma (Yön. Süha Arın, 1979)
Tahtacı Fatma, hem görsel dili hem de samimi anlatımıyla Türkiye’nin kırsal bölgelerindeki çocukların hayatını yürek burkan bir gerçekçilikle sunar. Yönetmen Süha Arın, Toros Dağları’ndaki geleneksel yaşamı mercek altına alırken, genç bir kız olan Fatma’nın gözünden çocukların mahrum kaldıklarına dikkat çeker. 1979 yılında çekilen bu belgesel, Türkiye’de belgesel sinemacılığın mihenk taşlarından sayılır ve sinematografik yapısı ve kamera kullanımındaki ustalığıyla öne çıkar.
Belgesel, Tahtacı olarak bilinen, geleneksel ağaç kesimi ve işleme işleriyle geçinen bir göçer topluluğun günlük yaşamını Fatma’nın hikâyesi üzerinden anlatıyor. Kamera; genç bir kız olan Fatma’yı, hayatın ona biçtiği zorluklarla yüzleşirken izler. Gündelik yaşamın akışında, Fatma’nın omuzlarına yüklenen ağır sorumluluklar, çocukların kadere yenik düşerek mahrum kaldıklarına çarpıcı bir örnek teşkil eder. Fatma’nın eğitim hakkına ulaşamaması, gününün çoğunu ağır işlerde çalışarak geçirmesi kırsalda yaşayan çocukların içinde bulunduğu sosyo-ekonomik koşulların birer yansıması olarak karşımıza çıkar.
Süha Arın, kamerasını doğal bir gözlemci gibi kullanarak, karakterlerin yaşamına müdahale etmeksizin akışı sergiler. Çerçeveler, Toros Dağları’nın muazzam doğası ile Fatma’nın içinde bulunduğu ağır şartlar arasındaki tezatı gözler önüne serer. Arın’ın seçtiği uzun planlar ve sade kamera açıları, izleyiciyi Fatma’nın yaşamına tanıklık etmeye davet ederken, bu zorlu dünyayı detaylarıyla anlamaya da olanak tanır. Taş, toprak, odun ve insan emeğiyle örülü sahneler filmin dokusunu oluşturur ve seyircinin dikkatini bu çarpıcı gerçeklik üzerine yoğunlaştırır.
Teknik açıdan, belgeselin dramatik yapısı sade bir kurgu dili ile desteklenmiştir. Süha Arın, gereksiz dramatizasyon veya aşırı betimlemelerden kaçınarak gerçekçi bir üslup yaratır. Bu üslup, izleyiciyi Fatma’nın hikâyesini “uzaktan” değil, tam da onun yanındaymış gibi hissetmeye yönlendirir. Kamera, Fatma’nın günlük görevlerini, çocukça meraklarını ve kendi küçük dünyasında var olma çabasını doğal akışıyla aktarır. Fatma’nın, oyun oynamak veya eğitim almak yerine çocuk yaşta çalışma zorunluluğuyla mücadele etmesi, kırsal yerlerdeki çocukların mahrum kaldıklarına dair güçlü bir görsel anlatı sunar.
Film boyunca Fatma’nın içsel dünyasına, yalnızlığına ve hayallerine dair ipuçları da verilir. Fatma’nın gözlerinde, geleceğine dair bir umut ya da en azından bir hayal kırıntısı görmek mümkündür. Bu umutlu bakışlar, aslında her çocuğun hak ettiği bir geleceğe dair özlemini yansıtır. Süha Arın, belgeselin sonunda doğanın sert yüzü ve çocukluğun masumiyeti arasındaki çelişkiyi de ustaca bir kapanış sahnesiyle gözler önüne serer. Fatma’nın bu zorlu coğrafyada var olma çabası, film boyunca bizi onun çocukça masumiyetine ve çetin yaşam koşullarına tanık olmaya iter.
Tahtacı Fatma, güçlü sinematografisi ve duyarlı anlatımıyla yalnızca bir çocuğun değil, kırsalda büyüyen binlerce çocuğun hak mücadelesini sembolize eder. Çocukların eğitim, oyun ve sağlık gibi temel haklardan yoksun büyümemesi gerektiğine vurgu yapan film, Türkiye’de belgesel sinemaya damga vuran yapımlardan biridir ve çocuk haklarına dair düşünmeye, harekete geçmeye ilham veren zamansız bir çağrı niteliğindedir.
My Left Foot (Yön. Jim Sheridan, 1989)
My Left Foot (1989) filmi, İrlandalı yazar ve ressam Christy Brown’un gerçek yaşam öyküsünden uyarlanmıştır. İlk gösteriminin üzerinden otuz beş sene geçmesine rağmen, gerçekçi üslubu ve olağanüstü performanslarla film sinemada engellilik temsili açısından önemli bir yer tutmaktadır. Brown rolünde Daniel Day-Lewis, En İyi Erkek Oyuncu Oscar’ını ve Brown’ın annesi rolünde Brenda Fricker ise En İyi Yardımcı Kadın Oyuncu Oscar’ını kazanmıştır.
Christy Brown, Dublin’de işçi sınıfı bir ailenin on iki çocuğundan biri olarak serebral palsi ile doğdu. Vücudundaki uzuvlardan sadece sol ayağını kontrol edebildiğini fark etmesiyle resim yapmaya ve yazı yazmaya başladı. Resimleri uluslararası sanat camiasında ün kazandı ve 1954’te büyük başarı elde eden otobiyografisi My Left Foot‘u yayımladı. Brown sanat ve edebiyattaki yeriyle fiziksel engellerin yaratıcılığı ve sanatsal yeteneği sınırlandıramayacağını kanıtlamıştır.
Christy, bir davetin açılış töreni süresince farklı bir salonda bekler ve kendisine eşlik eden hemşirenin onun kitabını okumasıyla seyirci, sanatçının hayatının farklı dönemlerine tanıklık eder. Film, sanatçının çocukluğundan çok gençliğine ve yetişkinliğine odaklanır. Ancak çocukluğunun yansıtılışı, ailesinin; oğullarının, kardeşlerinin fiziksel engeli ile nasıl başa çıkacaklarını zamanla öğrenmeleri açısından çok değerlidir. Çünkü hiç kimse, kendisini dinlemeye ve anlamaya açık olmayan bir çevrede iç dünyasını paylaşma isteği duymaz. Böylece, sadece ailesi ve çevresiyle sınırlı kalmayıp, önce okuyucu ardından ise seyirci, Christy’nin sol ayağıyla ilk yazı yazdığı andan, ilk aşkına, ilk aşkından ilk sergisine kadar olan süreçte, fiziksel engeli nedeniyle yaşadığı zorlukların yanı sıra içsel çatışmaları, mizahı ve azmine de tanıklık etme fırsatı bulmuştur.
Filmin ilk gösterimiyle aynı yılda imzalanan Çocuk Haklarına Dair Sözleşme, engelli çocukların sağlık hizmetlerine erişim, eğitim, sosyal yaşama katılım ve ayrımcılığa maruz kalmadan eşit fırsatlara sahip olma haklarını vurgular. Fakat bu hakların birçok ülkede hâlâ yeterince sağlanamadığı görülmektedir. Sanat, ifade özgürlüğü ve eşit temsili vurgulayarak, Christy Brown’u My Left Foot (1989), Helen Keller’ı The Miracle Worker (1962), Temple Grandin’i ise Temple Grandin (2010) filmiyle sinemada anarak, engelli çocukların ihtiyaçlarına yönelik politikaların uygulamada güçlendirilmesinin gerekliliğini bir kez daha hatırlatalım.
Moonrise Kingdom (Yön. Wes Anderson, 2012)
“Öyle bir ağlasam, öyle bir ağlasam çocuklar
Size hiç gözyaşı kalmasa.
Öyle bir aç kalsam, öyle bir aç kalsam çocuklar
Size hiç açlık kalmasa
Öyle bir ölsem, öyle bir ölsem çocuklar
Size hiç ölüm kalmasa“
İki yaşında bir oğlum var. Haliyle fonda sürekli çocuk şarkıları çalıyor. Sıklıkla dinlediklerimizin arasında birinin sözleri şöyle: “Çocuk hakları nerede? Göremiyorum nerede?” Çocukların barınma, eğitim, sağlık, insani koşullarda yaşama, fiziksel, cinsel, psikolojik şiddete karşı korunma hakları bir yana, artık en temel yaşam haklarını temin edemiyoruz. Dünyaya gelir gelmez, küçücük bedenleri ile maruz kaldıkları muameleler hepimizi utandırıyor, umutlarımızı tüketiyor. Hepimiz kapkaranlık bir evrende yaşıyoruz sanki. Gün ışığı atmosferimizden içeri sızamıyor. İşte bu yüzden acımızı daha da katmerlendirecek bir film yerine Moonrise Kingdom (2012) filmini seçtim. Renkleri filmlerinde incelikle kullanan ve ön planda tutan Wes Anderson, benim gözümde J. D. Salinger’in sinemadaki karşılığı gibidir. Yalnızca siyah rengin elimizde kaldığını hissettiğimiz şu sıralar renklerin sinemasının dahi çocuğu Wes Anderson hepimize iyi gelecek.
Uyumsuzluğu ve aykırılığı filmlerine konu edinen Anderson, bu filminde çevreleriyle sorun yaşayan bir ergen çiftin birlikte kaçışlarını ve tüm kasaba halkının bu genç âşıkları arama çabasını anlatıyor. Suzy, on iki yaşındadır ve boynundan çıkarmadığı dürbünü ile dünyayı keşfeden meraklı bir kızdır. Sam ise yalnızca feribotla ulaşımın sağlanabildiği bir adada izci kampında kalan becerikli ancak kimsenin sevmediği bir çocuktur. Bir gün Suzy ve Sam’in birlikte kayboldukları haberiyle tüm kasaba çalkalanır. Gençler bulunduklarındaysa artık hiçbir şey eskisi gibi olmayacaktır. Kimsenin sevmediği Sam bir anda arkadaşlarının gözüne girer, ne var ki bu süreçte evlatlık olduğunu öğrendiğimiz Sam’i artık ailesi istememektedir.
Bu iki çocuğun huzurlu bir ortamda yetişme hakkı bizzat kendi çabalarıyla nasıl sağlanır, film bize bunu gösterir. Tıpkı filmin basın toplantısında Bruce Willis’in dediği gibi, “Büyükler çuvallamış vaziyette; çocuklar ise tutkularıyla, sevgileriyle, cesaret ve doğallıklarıyla, dünyayı değiştirecek güce sahipler.”