“Ben korku filmlerinin sanat olduğunu ve yüzleşmeyi merkez aldıklarını düşünüyorum. Bu filmler hayatın yüzleşmesi zor olan gerçekleri ile yüzleşmeyi sağlıyorlar. Bir korku filmi yapıyor olmak aynı anda bir ‘sanat’ filmi yapamamak anlamına gelmez.”
-David Cronenberg, Cronenberg on Cronenberg, 1997
‘Beden korkusu’ olarak adlandırdığımız sinema türü, geçtiğimiz yıllarda oldukça popülarite kazandı ve sinema gündeminde kendine yer edindi. Bunun en son örneği, geçen ay yorumlamaya gayret ettiğim Titane (2021) filmiydi. Tarihte biraz geri gittiğimiz zaman ise, bu türün sinemada ilk karşılığını Kanadalı yönetmen David Cronenberg ile bulduğunu görebiliriz. Cronenberg yalnızca bu türün öncül yaratıcısı olmakla kalmayıp, filmlerinde yaygın olarak insan bedeninde kasti dönüşüm, psiko-seksüel bozukluk ve teknolojik bunalım gibi temaları beyaz perdede baştan yaratmıştır. Materyal ile insan psikolojisi arasındaki geçişli ve kimi zaman rolleri belirsiz ilişki bambaşka bir karşılık kazanmıştır. Cronenberg filmlerinde beden korkusunu sınırlayan, seyircinin perdede gördüklerini zihninde yeniden yaratabilme gücüdür. Bu gücü sınırlayan ise, insan bedeninin parçalanabilme ve yeniden birleştirilebilme beceresidir. Cronenberg sineması seyircisini bir gözlemci olarak değerlendirmez, onunla konuşur ve onu mutlak suretle ikna etmek için uğraşır. Birbirine yakın uzaklıklar iyice kısalır. Cronenberg’in tek bir doktrine sadık kalarak yaptığı türler arası yolculuğa onun mihenk taşı filmleri ile şahitlik edebiliriz. Bu listede bu yolculuğu derlemeye çalıştım. Keyifli izlemeler dilerim.
Videodrome (1983)
“Ne de olsa bizim algımız dışında bir gerçeklik yok, değil mi?”
Videodrome, Cronenberg’in en yüksek bütçeli filmlerinden biri olmakla beraber, bu bütçenin yarısını bile geri kazanamamıştır. Nitekim, bugün beden korkusu ve bilim-kurgu türlerinde bir kült klasik olarak kabul görmektedir. Fiziksel olan ile psikolojik olanın sürekli yer değiştirdiği film, teknolojinin bize sunduğu alternatif gerçekliğin korkunçluğunu da ince ince dokur. Gerçekliğin pikseller arasındaki boşlukta kayboluşunu sergileyerek adeta yıllar öncesinden günümüze ışık tutar. Olaylar küçük bir televizyon şirketi sahibinin ekran karşısında şiddet ve işkencenin apaçık bir şekilde sergilendiği bir kaset bulması ile başlar. Bu kasetin kaynağını aramaya başladığındaysa, görüntülerin meşrulaştırdığı şiddet, gerçekliğini yitirmesine ve bir seri halüsinasyonlar arasında kaybolmasına yol açar. Film “Çok yaşa yeni beden!” nidaları ile Cronenberg manifestosunun belki de ilk bildirisidir. Bu tekno-sürrealist ve psiko-seksüel filmde, performansları ile göz kamaştıran James Woods, Sonja Smits ve Debbie Harry rol alır.
The Dead Zone (1983)
“Sen ya çok yeni bir insan kabiliyetine sahipsin…ya da çok eski bir taneye.”
Videodrome ile aynı yıl çekilen The Dead Zone ile Cronenberg bu kez aynı isimli bir Stephen King uyarlaması ile karşımıza çıkar. Christopher Walken’ın canlandırdığı Johnny karakteri bir araba kazası geçirir ve komaya girer. Beş yıl sonra uyandığında ise daha önce sahip olmadığı bir psişik güce sahip olur. Bu güç romanda, Johnny’nin beyninin onarılamaz şekilde kayboluşu ve onun ruhsal uyanışına sebep oluşu ile geçer. Filmde ise, Johnny’nin orada olduğunu bildiği ve hissettiği ancak tam olarak göremediği bir görüntüdür. Johnny tam olarak göremese de, boşluğun doldurduğu bu evreni hissedebilir. Bu şekilde, bu boşlukları doldurarak geleceği değiştirebilir. Bu alan, henüz gerçekleşmemiş olayların diyarıdır. İnsa-dışı olanı gündelik hayata kusursuz aktarışı ile, The Dead Zone sinemadaki yüzlerce Stephen King uyarlamaları arasında en başarılı olanlardan biridir.
The Fly (1986)
“Bir sineği yutan yaşlı bir kadın vardı, belki de ölür.”
The Fly, 1958 yapımı aynı adlı Kurt Neumann filminin bir yeniden uyarlamasıdır. Ancak Cronenberg bunu öyle ustalıkla yapmıştır ki orijinal filmin esamesi okunmaz olmuştur. Film bir bilim insanının, icat ettiği moleküler taşıyıcıya kazara bir kara sinek ile binmesini ve sonucunda yavaş yavaş bir sinek-insan kırmasına dönüşmesini konu alır. İlk bakışta klişe bir “B-film” gibi duyulsa da insan transformasyonunu aşama aşama göstermesi ve bozulmayı duyguların perspektifinden detaylandırması ile izleyiciyi şoke eder. Dönemin sinema yazarları tarafından, hastalık ile bedensel ve duygusal transformasyonu işlemesi ile AIDS’e yönelik bir kültürel metafor olduğu iddia edilse de film insan bedeninin yaşlanma, bozulma, dönüşme ve hastalanma gibi acı gerçeklerinin hepsini kapsayacak kadar genel bir analoji üzerinden söylemini kurar. Film aynı zamanda 1986 Akademi Ödülleri’nde En İyi Makyaj alanında Oscar kazanarak, herhangi bir Akademi Ödülü kazanan tek Cronenberg filmi olmuştur. Jeff Goldblum’un ve Geena Davis’in performansları ve uyumu ise unutulmazdır.
Dead Ringers (1988)
“Sık sık bedenlerin ‘içi’ için de bir güzellik yarışması olması gerektiğini düşünürüm.”
Dead Ringers, alışık olmadığımız bir hikâye ile tek yumurta ikizi jinekologları perdeye taşır. Her ikisini de Akademi Ödüllü Jeremy Irons canlandırır. İkizler arasından kendine güveni daha fazla olan Elliot, muayenehaneye gelen kadınları baştan çıkarıp onlarla birlikte olur. Onlardan sıkıldığında ise, kadınların haberi olmadan onları ikizlerden utangaç olan Beverly’e yönlendirir ve bu kez de Beverly onlarla birlikte olur. Rahminde tıp literatüründe daha önce görülmemiş bir bozukluk olan Claire, bu oyunun farkına varır. Ancak Claire’e karşı hisler besleyen Beverly, kişiliğini yitirmeye başlar ve paranoyalı bir depresyona sürüklenir. Hayatları boyunca tek bir kişi gibi yaşamış bu tek yumurta ikizlerinini kendilerinin aslında ayrı ayrı bireyler olmadıklarını fark edip sürüklendikleri çıkmazı Cronenberg rejisi ile izlemek oldukça çarpıcıdır. Nitekim, Jeremy Irons’ın olağanüstü performansı bu orijinal senaryonun önüne geçer. On adet Genie Ödülü ve Toronto Uluslararası Film Festivali En İyi Film Ödülü’ne sahip olan film aynı zamanda tüm zamanların en iyi on Kanada filmi arasında gösterilmektedir. Filmin eleştirisine buradan ulaşabilirsiniz.
Naked Lunch (1991)
“Ben sanırım var olmayan bir şeye bağımlıyım.”
Naked Lunch, merkezine Amerikalı yazar William S. Burroughs’u alır. Cronenberg onun aynı isimli romanını uyarlamakla kalmayıp, aynı zamanda Burroughs’un hayatından otobiyografik elementleri de araya serpiştirir. Burroughs özellikle Beat jenerasyonu için önemli bir figür ve dönemindeki az sayıda post modern edebiyatçılardan biri olmuştur. Naked Lunch filmi tıpkı kitap gibi bolca sürrealist element ve bilinç akışı ile aktarılmış havada uçuşan düşüncelere yer verir. Böcek ilaçlayıcısı olarak çalışan William Lee, böcek ilacını bir uyuşturucu olarak kullanmaya başlar ve gerçekle hayal arasındaki sonsuz bir arafta mahsur kalır. Senaryosu ile film, kitabın yarattığı kapana kısılmışlık hissini neredeyse eksiksiz aktarır. Peter Weller’ın performansı da bu başarıda belirleyicidir. Burroughs edebiyatında önemli bir yeri olan caz müziğini de Howard Shore tarafından bestelenmiş caz notalarının bollukta olduğu parçalar ile dinleriz. Kendisi de bir eroin bağımlısı olan Burroughs’un esasen bağımlılık hakkındaki, olay örgüsünün en arka planda olduğu bir eserinin bu denli ustalıkla sinemaya aktarılmış olması takdire şayandır.
Crash (1996)
“Araba kazaları yıkıcıdan ziyade doğurgan olaylardır.”
Crash bir J.G. Ballard uyarlamasıdır. Cronenberg’in daha önce bahsetmiş olduğumuz doktrinini en çıplak haliyle sergilediği, adeta manifesto niteliğinde bir yapıttır. Cronenberg bu filmi ile hayatta transa geçmemize yol açan bütün zevklere, korkulara, üzüntülere ve heyecanlara fiziksel bir set çeker. Seks ve araba kazaları arasında transa geçmiş insanların hikayesi izleyicide ekstatik bir şaşkınlık yaratır. Ancak Crash herhangi bir şekilde pornografik bir film değildir. Ana odağı, insan zihni ve onu heyecanlandıran herhangi bir duygu tarafından nasıl bedeni vasıtasıyla esir alındığıdır. Francis Ford Coppola’nın Cannes Film Festivali’nde Jüri Özel Ödülü’nü takdim ederken de söylediği gibi, Crash orijinal ve cüretkâr bir filmdir. Erotik-psikolojik gerilim türünde yapılmış belki de en derinlikli yaratıdır.
eXistenZ (1999)
“Bana doğruyu söyle…hala oyunda mıyız?”
Teknolojik gelişmelerin insan hayatına etkisiyle hep bir derdi olan Cronenberg, eXistenZ ile bu kez yapay gerçeklik ve video oyunlarını mercek altına alır. Kendisini öldürmek isteyen suikastçilerden kaçan bir oyun yapımcısı (Jennifer Jason Leigh), Jude Law’ın canlandırdığı güvenlik görevlisi sayesinde hayatta kalır. Ancak oyunun zarar görüp görmediğini anlamak için oyunu oynamak zorundadırlar. Oyunu oynamak için ise kendilerini aynı bir göbek bağı gibi derilerindeki boşluktan bağlamaları gerekmektedir. Ancak oyuna girdikleri andan itibaren hangi hayatın gerçek olduğunu ne onlar ne biz ayırt edebiliriz. Özellikle 1999 senesinde The Matrix’ten yalnızca birkaç hafta sonra çıkmış olması filmin hak ettiği ilgiyi görememesinde etken olmuştur. Etkileyici kadrosuyla da dikkat çeken eXistenZ, 49. Berlin Uluslararası Film Festivali’nde Gümüş Ayı Ödülü’ne layık görülmüştür.
A History of Violence (2005)
“Sana nasıl seslenmeliyim şimdi?”
2000’li yıllara geldiğimiz zaman Cronenberg sinemasında ufak değişimlere rastlamak mümkündür. Artık daha hayatın içinden ve seyirciyi daha kolay yakalayan temalar vardır. A History of Violence’da Viggo Mortensen’in canlandırdığı küçük bir restoran işletmecisinin hayatı, bir gün restoranına giren iki hırsızı nefs-i müdafaa çerçevesinde adeta ‘katletmesiyle’ tepe taklak olur. O ve ailesi için artık hiçbir şey eskisi gibi değildir ve geçmişin sandığına kilitlenmiş sırlar birer birer açığa çıkmaya başlar. Bir kavram olarak şiddetin, bu denli basit bir hayat yaşayan insanları bile ne denli değiştirebildiğine yer vermesi ile Cronenberg bu kez bizi olağandışı olanla değil, olağan ile vurur. Kusursuz bir aksiyon-film noir harmanı olan film için Viggo Mortensen oynadığı en iyi filmlerden biri olduğunu belirtmiştir.Film, 2005 Cannes Film Festivali’nde Altın Palmiye için yarışmıştır. Viggo Mortensen’e ise Maria Bello, William Hurt ve Ed Harris eşlik eder.
Eastern Promises (2007)
“Tahtta başkası otururken ben kral olamam.”
Eastern Promises yalnızca kadrosu ile bile oldukça iddialı bir filmdir: Viggo Mortensen, Naomi Watts, Vincent Cassel… Rus mafyasının (bkz. vory v zakone) yapısı ve işleyişi hakkında da yapılmış en detaylı ve gerçekçi yapıtlardan biri olma özelliğini taşır. Ölmekte olan ve reşit olmayan bir Rus hayat kadının bebeğini dünyaya getiren doğum doktoru Anna, bu kadının günlüğünü okumaya başlar ve kendisini Rus mafyasının kucağında bulur. Özellikle Rus mafyasının dövmeleri ve bir insanın hayat hikayesini dövmeleriyle nasıl teninde taşıdığına yönelik kurulan argümantasyon, Cronenberg’in asıl ilgisini vücudu bir dava için feda edebilme yetisinin çektiği mesajını veriyor. Film Toronto Uluslararası Film Festivali’nde Seyirci Ödülü ve Mortensen de performansı ile İngiliz Bağımsız Film Ödülleri’nde En İyi Oyuncu Ödülü’nü kazanmıştır.
Cosmopolis (2012)
“Her şey bir trajedidir. Ölmek de bir trajedidir ama hepimiz ölüyoruz.”
Cosmopolis, eXistenZ’dan 13 yıl sonra Cronenberg’in senarist koltuğuna oturduğu ilk filmidir. Nitekim, bu film ilk bakışta belki de en az Cronenberg tarafıdan çekilmiş gibi duran filmdir. Lakin, aslında odağına aldığı konu ve onu ele alış şekli tam da Cronenberg’ın yapacağı gibidir. Bu kez derdi neo-kapitalist düzen, bu düzenin çarklarını döndüren katmanlar ve bu katmanların kırılganlığıdır. Tüm bunlara Manhattan boyunca limuziniyle gezen, Robert Pattinson’ın hayat verdiği bir iş adamının gözünden bakarız. Cosmopolis birçok açıdan Cronenberg’in en bizimle alakalı filmidir. Yaşadığımız zamanın psikolojik yıkıntılarının arasında öten horozlar misali, ruhsuzluğun uykusundan bir türlü uyanamayız. Robert Pattinson’ın kendi kariyerinde yeni bir sayfa açmasına vesile olan filmlerden olan Cosmopolis, açılışını 2012 Cannes Film Festivali’nde yapmıştır.