Vasıf Öngören’in Asiye Nasıl Kurtulur? (1986) eserini başlık olarak kullanarak yazıma başlamak ve üstelik bu yazının Zeki Demirkubuz ile ilgili olması benim için çok tuhaf bir durum. Tematik olarak hiçbir benzerlik yok ortada, ama sadece ”isimden” hareketle reçete sunmaya yelteneceğim bu yazımda. Belki haddimi aşacağım ama egoların çarpışma zamanı geldi.
Çocukken izlediğimiz kimi filmler bize yol gösterir. Şaşalı aksiyonların, ucuz komedilerin, sıkıcı aşk hikayelerinin arasında bize dair bir nüve yakaladığımızda pür dikkat odaklanırız. Hele bu nüveler, toplumun alt tabakalarından doğup bir sarmaşık gibi burjuvaya uzanıyorsa.
Zeki Demirkubuz, ağır geçen gençlik dönemlerini röportajlarında sık sık dile getirmiş ve sinemaya hevesli bir şekilde girmediğini söylemişti. Sol görüşü benimsemesi ve zor koşullarda hikayeler yazması, kafasında bu hikayeleri kurgulaması, İngilizceyi hapiste öğrenmesi yabana atılmamalıdır. Aydın yönetmen Zeki Ökten’i hocası olarak gören ve onun çeşitli filmlerinde (Ses (1986), Yoksul (1987) – ki burada oyunculuk da yapar –) çalışan Demirkubuz başyapıtı Kader (2006)’i ona adamış ve ustasına saygıda kusur etmemişti. İlk filmi C Blok (1994)’ta yukarıda bahsettiğim alt tabakayı burjuvayla “birleştiren” Demirkubuz, Masumiyet (1997) ile dikkatleri üzerine çekmişti. Bu filmdeki 3 karakteri sinema tarihimizin en aykırı karakterleri arasında saymamız şaşırtıcı değildir. Bir sonraki filmi olan Üçüncü Sayfa (1999)’da – aslında Masumiyet‘te yavaş yavaş filizlenen – kadın vurdumduymazlığı, çıkar peşindeki kadın figürü otoritelerce eleştirilmişti. “Karanlık Üzerine Öyküler” gibi iddialı bir başlık altında üç film olarak tasarladığı seriyi, Yazgı (2001)’yı ve İtiraf (2002)’ı çekerek ”boşluğa” almıştı. Kendisiyle Eskişehir Film Festivali’nde ayak üstü 10 dakika konuşma fırsatı bulmuş ve üçlemenin son filmi Hicran’ı neden çekmediğini sormuştum. Kendisiyse bana şunu söylemişti: O filmi çekmeyi düşünüyorum. Bazı karakterler Kader‘e karıştı, bazılarını ben kendim kaybettim. Yavaş yavaş şekilleniyor. Mutlaka çekeceğim’.
Demirkubuz’un karakterlerinin filmler arası dolanması enteresandır. Çünkü bu, filmlerin aynı potada eriyebildiklerini gösterir. En azından bir karakterin ne denli fonksiyonel bir halde olduğu ortadadır. Nitekim İtiraf’taki Harun ve Yazgı’daki Musa karakterleri birbirini tamamlamaktadır. Sağduyumuzla kapışırız kimi zaman. İşte Harun ve Musa bir insana ait. Musa olmayı istemek, Harun için ütopyadır. Gamsız bir haletiruhiye içindeki karakter ancak bir Albert Camus eserinden aktarılır, yani edebidir. Bu karakterdeki cevheri görmek ve sinemaya aktarmak hiç kuşkusuz bir deha ürünüdür. Gelgelelim Bekleme Odası (2004)’ndaki yönetmenin “Suç ve Ceza”yı çekmek istemesi ve başrol olarak bir hırsızı seçmesi de çağrışıma mahal vermeden edebi algılanmalıdır. İşte bu özellik, beni Demirkubuz sinemasına bağladı.
Kader, aşkımı doruk noktasına çıkaran yaşama olanağım ve olasılığım olmadığı halde yaşadığım bir hikayeyi sundu bana. Kıskanmak (2009) ise üzerine pek fazla düşünmediğim, atmosferi ve uyumlu oyuncularıyla dikkat çeken bir yapıttı. Nergis Öztürk’ün karakterini içselleştirmek de kolay oldu. O da bizden bir parçaydı ama kusurlar göze çarptı. İşkillenmemize vesile oldu. Bu filmlerin ertesinde usta daha önce yaptığı gibi (Yazgı) “serbest bir uyarlama” ile döndü karşımıza: Yeraltı (2012).
Eskişehir Film Festivali’nde değerli dostum Alper’in katkısıyla izlediğim Yeraltı benim için bir hayalkırıklığıydı. Perdede üreten yönetmenler içinde en sevdiğim Demirkubuz’u bu kadar çaresiz görmek beni yaraladı. Tipik Demirkubuz olayları, karakterleri vardı filmin içinde. Nihal Yalçın aşina bir karakterdi. Nergis Öztürk fahişe rolünde mükemmeldi, Kıskanmak‘taki Seniha’nın tam tersiydi. Tamam, bambaşka hikayeler ama Nergis Öztürk’ün oyunculukta katettiği yolu görmemiz açısından bir basamaktı Yeraltı. Filmin serbest bir uyarlama etiketini eleştirilerden sıyrılma mekanizması olarak görmek şeytanın avukatlığını yapmak sayılabilir. Çekimi gerçekleştirilen ve kitapta da geniş yer bulan asker karakteri filmde kahveci olarak ve Sırrı Süreyya Önder kimliğinde vücut bulacaktı. Bu mümkün olmadı. Demirkubuz filmi uzattığı ve şişirdiği gerekçesiyle (Önder ve Engin Günaydın’ın katıldığı bir televizyon programında aynen kullanılan kelime bu) attığı sahneler filmde olmalı mıydı acaba sorusu hâlâ aklıma geliyor. Peki neydi Yeraltı‘nı başarısız gösteren?
Demirkubuz’un ilk filmlerinde adını jenerikte “Teşekkürler” bölümünde gördüğümüz Nuri Bilge Ceylan, Yeraltı gösterime girdikten sonra sık sık dillendirildi. Filmde Serhat Tutumluer’in oynadığı karaktere Nuri Bilge Ceylan denildi. Yazdığı eser ‘Ankara Sıkıntısı’, Ceylan’ın Mayıs Sıkıntısı (1999) filmiyle özdeşleştirildi. Ceylan’ın Cannes Film Festivali’nde söylediği ”Yalnız ve güzel ülkem…” sözü filmde de yer aldı.
Bu tartışmalar güncelliğini yitirse de çok önemli bir nokta var bahsedilmesi gereken. Demirkubuz filmde ‘”eski solcu dostlarını” eleştirmek istemişti. Politik bir çerçevede sık sık görülen “dönekler”, Hasan Yalçın’ın Dönekler kitabında tasvir edilmiş ve nedenleriyle, süreçleriyle sıralanmıştı. Demirkubuz’un filmindeyse karikatür havası hakimdi. Dostoyevski’den alıntılar kurtarmıyordu bu bölümleri. İnanamıyorduk ‘Ormancı’ türküsü ile Çavbella’nın sahnede kapışmasına. Müsamere izliyorduk sanki, kitaptaki sahne fazlasıyla serbestleşmişti. Ankara’nın politik kimliğinden bihaber olmayan izleyicilere daha da kötü gözüküyordu bu sahneler. Üstüne üstlük hırsızlıktan bahsediliyordu, bu tür ithamların sinemada ne işi vardı? Usta yönetmen, ‘şişirdiği’ için attığı sahneler ile kendi hırsı arasında seçim mi yapmıştı? Sanatı toplum için mi, benliği için mi yapmıştı? Bunu öğrenemeyeceğim.
Demirkubuz kendisini Sinan Çetin’in karşısına koymaya çalışan eleştirmenlere kızmaktaydı. Bana göre bunda haklıydı. Sinan Çetin’i kötülemek Demirkubuz’u sevmekti kimi eleştirmenlere göre. Ancak eleştirmenlerin argümanı Çetin’in birilerine kızmakta olan ruh haliydi. Yazımı bu düşünceye dayanarak bir soruyla sonlandıracağım: “Üretenler içinde en sevdiğim yönetmen sevgili Zeki Demirkubuz, aklını sinemanın içine değil de karşısına koyan nedir?”
Çok güzel bir yazı olmuş, ellerinize sağlık
Başyapıt payesi için Kader yerine Masumiyet’i öneririm. ayrıca Kıskanmak filmindeki oyunculukların uyumlu olduğu savına katılamayacağım. Özensiz hazırlanmış diyaloglar hiç çalışılmadan çekim yapılmıştı. İyi bir yazı olmuş elinize sağlık…
Comak Ogulcan
Yazinizin basinda, ” Belki haddimi aşacağım ama egoların çarpışma zamanı geldi ” demissiniz.
Bense söyle sorayim size. Tuvaletinizi umuma acik yerler yerine bir tuvalette yapmaniz daha uygun bir davranis olmazmiydi ? Egonuzun üstüne sifonu cekerdiniz, is biterdi.
Muharrem sizi ve sizin gibileri Yeralti`nda cözmüs ve cözümü de saglamasiyla birlikte sunmustu. Maalesef kacirmissiniz. (Bakiniz, Serhat Tutumluer`in dalkavuklari)
Burdan cikan sonuc su: Sizin egonuz zaten oldukca saglam carpismis ama farkinda degilsiniz. Sifon !
Dipnot: Netde okudugum en eglenceli yazilardan biriydi. Cok güldüm. Sagolun. 🙂