Çektiği her filmle büyük övgü toplayan son dönemin önde gelen Türk sinemacılarından Derviş Zaim, Fil’m Hafızası’nın konuğu oldu. Tabutta Rövaşata‘yla başlayan sinema serüveninin şimdilik son halkası Gölgeler ve Suretler. Filmlerine, gelecek projelerine ve sinema sanatına dair Derviş Zaim’le keyifli bir sohbet gerçekleştirdik.
Filmlerinizin senaryolarını da kendiniz yazıyorsunuz. Öykülerinizi kaleme alırken, nelerden veya nerelerden ilham alıyorsunuz? Bir filmi kafanızda oluşturma süreçlerinizden bahsedebilir misiniz?
Çok çeşitli kaynakların olabileceğini söyleyerek lafa başlamak gerekir. Bir görüntü olabilir, bir karakter olabilir, tartışmaya çalıştığınız felsefik bir düşünce olabilir… Benim her defasında hareket noktam değişiktir. Tabutta Rövaşata‘da bir karakterdi. Filler ve Çimen‘de bir olaydan hareket ettim. Çamur‘u bir görüntü ortaya çıkardı. Cenneti Beklerken‘de beni çok rahatsız eden, bizim ülkeyle ilgili kültürel bir bölünmenin tezahürü olan bir problematiğin üzerine gitmeye gayret ettim. Kısacası bu filmlerin ortaya çıkış biçimleri değişebiliyor. Bazı film vardır plot ağırlıklı, aksiyon çizgisi ağırlıklı düşünmeniz gerekir. Plot vardır, karakterlerin hayat içerisindeki belli anlarını daha çok sıralamaya başlarsınız. Bazı filmler plot ağırlıklı değildir. Bazı projeler de her ikisinin simbiyoz olarak ortak olduğu bir çerçevede akmayı, hareket etmeyi gerektirir. Bunlar neye göre belirlenir? Bence yapmak istediğiniz şeyin ne olduğunu iyi tahlil etmek gerekiyor, kendinizi iyi dinlemek gerekiyor. Eğer projeyle konuşmayı becerebilirseniz, proje dile gelmeye başlıyor ve size nasıl bir yöntem izlenmesi gerektiğini de söylemeye başlıyor. Ben de daha çok ne isteyeceğimi çok çeşitli sorularla ortaya çıkarmaya gayret ediyorum.
Filmlerinizin içinde en çok sevdiğiniz veya en kişisel bulduğunuz hangisi ya da yaptığınız en başarılı yapım olarak nitelendirdiğiniz film hangisi?
Böyle bir düşüncem olsa da söylemem (Gülüşmeler). Malum sebeplerden dolayı. Çünkü filmler de kapalı bir kutu olarak, filmi yapanın beyninde dahi durmazlar. Bazı filmlerin daha farklı hayatları olur. Bazı filmler vardır sanki arkada kalmış gibi dururlar ama zamanla çok daha farklı yerlere gelebilirler. Başkaları için de bu böyledir. Yani hem bireysel hem de toplumsal olanı kastederek konuştuğumun bilinmesini isterim. Yapmış, bitmiş, başkaları tarafından mahkum edilmiş olsalar dahi çok farklı bir hayatları vardır. Yaratıcılarından ya da toplumlarından da bağımsız bir hayatları vardır. Toplum 20 ya da 30 sene sonra bir filmi çok daha farklı algılayabilir. Çünkü toplumun meseleleri değişir. O anda es geçtiği bazı şeyleri daha farklı görmeye başlar. Eleştirmen kuşağı değişir 25 sene içerisinde (Sipariş ettiği bozası gelir). O eleştirmen kuşağının, akademisyen kuşağının önemsiz gibi gördüğü bazı filmler, gelen yeni eleştirmen kuşağı tarafından daha çok önem kazanmaya başlar. Dolayısıyla bunların en büyük yargıcının zaman olduğunu söylemek gerekiyor. Tabii bu, kendi filmlerime ilişkin bir yargım olmadığı anlamına gelmiyor. Ama o yargımı başkalarıyla paylaşmak istemem. Evde ben onlarla mücadele ediyorum (Gülüşmeler).
Filmlerinizi oluştururken başka sanat dallarını da içeriğe dahil ediyorsunuz. Hat sanatı, minyatür sanatı gibi. En çok etkilendiğiniz, takip ettiğiniz sanat dalları neler?
Roman var. En çok ilgilendiğim sanat dalı edebiyat. Profesyonel olarak ilgilendiğim sanat dalı… Edebiyat dışında başka sanat dallarıyla ilgileniyor muyum? İlgileniyorum. Resim sanatının takipçisi sayıldığımı söyleyebilirim. Amatör bir dinleyici. E bu kadarı da yeterli olabilir.
Peki yeni projelerinizde motif olarak kullanacağınız yeni bir sanat dalı var mı?
Geleneksel bir sanat olabilir… Mimariyle ilgileniyorum. Çiniyle ilgilenme ihtimalim var. Bu konuyla ilgili yazdığım bazı senaryolar da var ama onların henüz zamanı gelmedi. Dolayısıyla onları bir kenara bıkarak, askıya alarak daha farklı bir şeyin peşindeyim şu anda. Daha farklı bir kompartizasyon, daha farklı bir bölümlenme, daha farklı bir filmler bütünü yapmak gibi bir niyetim var. Bunların da ilk senaryolarını yazmaya başladım. Yani şu ana kadar üç filmde hatta Filler ve Çimen‘i de katarsak son dört filmde belli bir sanatçının merkezde olduğu ve o sanatçının en başta bir problematiği ile açılan aksiyon çizgisi mevcuttu, o sanatçının ilgili sanat dolayımında gerçekleştirmek istediği bir misyonunu anlatan senaryolar yazmaya çalışmıştım. Şimdi böyle bir yapı en azından bir süreliğine olmayacak.
Sinemanızı oluştururken etkilendiğiniz, eleştirdiğiniz yapımlar veya yönetmenler hangileri?
O kadar fazla ki. Yani filmografisini beğenmezsin ama bir filmini beğenirsin. Bunların kim olduğu ya da hangi bağlamda önem kazandığı da sizin ilgilendiğiniz meseleye göre değişir. Hayatı boyunca hep aynı filmi yapmış olan insanlar, hayatı boyunca hep aynı yönetmeni söylerler: “Benim için büyük olan adam Tarkovsky!” Tamam, güzel. Hiçbir itirazımız yok, adam seviyor. Sevene karışılır mı? Karışılmaz. Ama meselelerin değiştiği zaman senin ilgin, farklı bağlamlarda kısa devre yapmak istediğin başka isimler gündeme gelecektir. Hayatı boyunca hep aynı problematik, aynı stil peşinde koşan insanların beğenileri de çok net olur. Bu, iyi bir şey olarak addedilebilir ama bunun dezavantajları da vardır. Nedir dezavantajları? Yaratıcılığınızı belirleyen zembereği o kadar da uzun erimli kurmamaya başlarsınız. Ya da kendi kendinizi tekrarlamanız, yapılmış olanı tekrarlamanız ihtimali artabilir. Farklı olanı ortaya çıkarma olasılığınız azabilir. Bu nedenler dolayısıyla tek bir adama bağlanmak yerine, çok daha farklı adamları proje bazlı izlemeye, yeniden bakmaya gayret ettiğimi söyleyebilirim. Çünkü senin 18-20 yaşında etkilendiğini düşündüğün adam da aslında farklı bağlamlarda etkilemeye başlamıştır seni. Yirmi sene önce çok etkilenmişsindir, çarpılmışsındır. Halen daha zannedersin ki senin kariyerinin başlangıcı, estetiğinin merkezinde ilgili adam vardır. Böyle olmayabilir. Sen farkında olmadan daha farklı bileşimlerle kendini başka yerlere götürmeyi de başarabilmişsindir. Ama, ne bileyim… Son zamanlarda belgesel ilgimi çekiyor. Belgesel izliyorum sık sık.
Tabutta Rövaşata‘nın başında belirttiğiniz “Bu hikaye tamamen gerçektir, çünkü onu biz uydurduk” sözünden hareketle gerçekle kurmaca arasındaki ilişki hakkında neler düşünüyorsunuz?
O ikisinin bir arada olduğu, birbirini karşılıklı olarak gergin tuttuğu bir konumlanmanın sağlıklı olduğunu düşünüyorum. Gerçekle kurmaca birbirine bağlıdırlar. İki farklı gezegen gibi, uzayda birbirlerini etkileyen ve sabitleyen iki gezegen gibi dururlar, yörüngelerini oluştururlar. Gerçekle kurmacayı böyle bir model üzerinde algılamaya eğilimliyim. Dolayısıyla filmlerimin de gerçekle kurmaca arasında böyle bir gidiş geliş, birbirini karşılıklı konumlandırma durumu vardır.
Türk Sineması’nın son dönemindeki ivmeyi göz önünde bulundurursak, bu ivmede basının ve akademinin nasıl bir rolü olmuştur sizce?
Olmuştur. 30’a yakın iletişim fakültesi var, bu fakülteler içerisinde onlarca öğretim görevlisi ve her sene mezun olan binlerce çocuk var. En azından bu sayıya dayalı artışın nicelik üzerinde öyle ya da böyle bir etkisi olduğundan bahsedilebilir. Ama bunun bir de öteki yüzü var. Akademide ve de basında çok vahim bir kafa karışıklığı olduğunu düşünüyorum. O yüzden de, takip ettiğim insan ya da yayın sayısı çok fazla değil. Yani herkesi öyle ya da böyle bir şekilde okuyorum, ama sistematik olarak takip ettiğim adam sayısı fazla değil. Vahim bir kafa karışıklığı var. Bunu söyleyen adam şunu nasıl söyler, bunu bu çağda nasıl ifade edebilir, nasıl bu kadar desteksiz atabiliyor diye anlı şanlı doktora tezlerini okuyorum ve Allah akıl versin, diyorum.
Kıbrıs sorununun perdeye taşınması konusunda neler düşünüyorsunuz? Çünkü çetrefilli bir konu, farklı boyutları var, farklı açılımları var…
Ben orada doğdum. ’74 sonrasıyla ilgilenen Çamur filmini yapmıştım. ’63 senesiyle ilgili yapılmış herhangi bir film yoktu, yapılacağa da benzemiyordu. En azından bir boşluğu doldurduğumu düşünüyorum Gölgeler ve Suretler‘i yaparak. İnsanın filmografisiyle biçimsel olarak getirdiği farklılıklar ya da tazelikler önemli değildir, içerik olarak tartıştığı şeylerin de önemli olduğunu düşünüyorum. Biz öyle bir coğrafyada yaşıyoruz ki İngiltere’de senede 10 tane olay olacaksa, bizde ayda 10 tane eşdeğer büyüklükte olay olabiliyor. Bu kadar farklı, işlek bir coğrafyada yaşadığımız zaman politik meselelerle sinema olarak hesaplaşmazsak içerik olarak görevimizi yerine getiremediğimiz gibi bir eleştiriyle karşılaşabiliriz. Benim için de bu söz konusu olabilirdi. Bunu bildiğim için de Kıbrıs’la ilgili bir filmi, birkaç filmi yapmak istedim. Benim Panikos Chrissanthou ile birlikte yönettiğim Paralel Yolculuklar, şu anda sadece festivallerde gösterilmiş, çok fazla bilinmiyor. Ama yakında onun DVD’si çıkacak. Böylelikle hem Gölgeler ve Suretler, hem Çamur, hem de Paralel Yolculuklar’la beraber adaya ilişkin söylediğim şeylerin en azından belli bir dolgunluğa ulaştığını görmüş olacak seyirci. Benim için az evvel belirttiğim gibi önemliydi, çünkü hesaplaşmam gereken şeylerle hesaplaşmış olmanın getirdiği rahatlığı bana sağladı. Bundan sonra istediğim şeyleri, önüme çok daha rahat bakarak, daha farklı bağlamlarda yaparak yoluma devam edeceğim. Kıbrıs’la ilgili başka film yapmayacağım anlamına gelmez bu, ama bu, yakın gelecekte olmaz. Bir de periyoda mümkün olduğu kadar girmemek lazım, girmem artık bundan sonra.
Genelde Tabutta Rövaşata, sizin en çok bilinen filminiz. İlk filminizin başarısını, diğer filmleriniz açısından değerlendirdiğinizde sizin için nasıl bir getirisi veya götürüsü var?
Filmlerin sanatçıdan bağımsız bir hayatları vardır. Ben kalkıp da başka insanlara, “Şunu şöyle okumayın, bunu böyle görmeyin, böyle gördüğünüz zaman aslında şuraları ıskalarsınız” demek istemem. Böyle bir şey demeye de hakkım yoktur. Çünkü filmler, kendi ayakları üzerinde yürürler, kendi çağlarının onlara tanıdığı kulvarlar nezdinde yürürler. Çağ değişir, paradigma değişir, insan malzemesi değişir, insan malzemesinin bakış açısı ve perspektifi değişir, bu ana kadar es geçilen film, daha farklı kulvarlarda daha farklı şekillerde yürümeye başlayabilir. Bütün bunlar, konjonktüreldir. Dolayısıyla ben başka insanların filmlerime ilişkin olarak söylediklerini konjonktürel olarak değerlendirmek gerektiğini bilirim. Bir kulak ve öteki kulak adlı parçaya geliyoruz. Buradan girer, buradan çıkar (Gülüşmeler). Filmlerime ve bana ilişkin olarak akıllıca söylenmiş eleştirilerin başımın üzerinde yeri vardır. Bunun çok değerli olduğunu bilirim. Ancak değerli eleştirinin hangisi olduğunu da görebilecek birikimim olduğunu – naçizane – söyleyebilirim. Bunun dışında kimin neyi söylediği beni çok fazla ilgilendirmiyor.
İlk filminizden sonraki yapımlarınızda nispeten daha büyük bütçelerle çalışmayı tercih ettiniz. Bu konuda neler söylemek istersiniz?
Her proje kendi yolunu, kendi yörüngesini, neye ihtiyacı olduğunu size söyler. Siz de zaten başlangıçta ona göre proje yaratırsınız. Ben de öyle işler yapmaya gayret ettim. Düşük bütçeli, gerilla tarzı filmler yapmaktan uluslararası yapımlara kadar uzanan geniş bir yelpazede bulunan bir yapım dağarcığım oldu. Bundan sonra da, bunların herhangi birine mutlak surette saplanmadan, bu yelpazeyi değişik biçimlerde tekrarlamak isterim. Yani ileride sadece uluslararası gibi üstün yapımlar yapmak değil, çok küçük yapımlar da yapmak gibi.
Filler ve Çimen gibi politik filmleriniz de mevcut. Türk politik sinemasını nasıl değerlendiriyorsunuz?
Türk politik sineması, İtalyan Yeni Gerçekçiliği’nden etkilenmiştir. İtalyan Yeni Gerçekçiliği havuzunda yüzmeye de devam ediyor. Sadece sinemacılar değil, sinema eliti, eleştirmenler, sinema camiası da bunu doğal kabul ederler. Bunun daha ötesinde Türk politik filmlerinin daha farklı arayışlara gidiyor olması çok da hoş karşılanmaz, çünkü gerçeklikle ilgili çok net bir beklenti havuzu ve kipi vardır Türkiye sinema eliti arasında. Bu gerçekçi değildir. Beklentinin dışına çıkan herhangi bir filmi de çok hoş karşılamazlar. Politik filmin Yeni Gerçekçilik havuzunda yüzmesi gerektiği gibi bir kabul vardır. Bu benim hoşuma gitmiyor. Bunu bir köylülük olarak görüyorum. Bunun yakın zamanda değişmeyeceğini de görüyorum. Ama akıntıya karşı yüzmek benim sevdiğim sporlardan birisidir.
‘Alüvyonik Sinema’ üzerine neler söylemek istersiniz?
Son zamanlarda, 90’lı yıllardan itibaren ortaya çıkan Türk Sineması’nı tanımlarken ‘Yeni Türk Sineması’, ‘Genç Türk Sineması’ gibi tanımlar kullanmaya başladılar. Oysa 80’li yıllarda ortaya çıkmış olan, bizim abilerimizi de tanımlarken de aynı terimler kullanılmıştı. Bu da kafa karışıklıkları yaratıyor. 80’li yıllara da yeni, 90’lı yıllara da yeni derseniz doğal olarak bir kafa karışıklığı olacaktır. O zaman ne yapmak gerekir? Ben 90’lı yıllarda ortaya çıkan sinemayı tanımlarken daha nötr kavramın en azından faydalı olabileceğini düşündüm. Çünkü bir İtalyan Yeni Gerçekçiliği gibi toplu olarak doğmuş ortak noktaların net olarak çizilebildiği bir toplu yürüyüş değildi 90’lı yılların ortasında çıkmış olan Türk Sineması. Herkesin kendisine ait bir türkü söyleme biçimi vardı. Bu anlamda ortadaki tablo, bir nehrin denize yaklaştığı zaman alüvyonlara ayrılması, alüvyonik bir hal almasına benziyordu. Kocaman bir nehir, denize yaklaştığı zaman kollara ayrılmaya başlar, damarlara ayrılmaya başlar. Buna alüvyon diyoruz. İşte böyle bir alüvyon olduğunu düşünüyorum. Belli bir yöne doğru akan, ama paralel biçimde akan ve her kesimde kendi dere yatağı olan, kendi bağımsız yatağında akmaya devam ettiği bir tabloyu bana anımsatıyor 90’lı yıllarda ortaya çıkan Türk Sineması. Bu neden dolayısıyla daha nötr ve daha kuşatıcı olma ihtimali olduğundan bu sıfatı ve ismi, bu sinema için kullanmanın iyi olabileceğini düşündüm ve bunu önerdim.
Balık isimli yeni projenizden bahsetmek ister misiniz?
Ee… Önce bir yakalayalım da sonra bahsederiz (Gülüşmeler).
Fil’m Hafızası olarak bizimle ilgili görüşleriniz nelerdir? Nasıl değerlendiriyorsunuz?
Böyle bir oluşumun olmasını olumlu buluyorum. En azından daha farklı ve bağımsız fikirlerin ortalıkta dolaşmasına imkân vermesi açısından olumlu buluyorum. Zaten sinema eleştirmenlik kurumunun bu çağda alabileceği çehrelerden bir tanesinin bu olduğunu düşünüyorum. Ana akım medyada sinema eleştirisi ya da değerli denebilecek sinema yazısı yazmanın koşulları günden güne azalıyor. Tanıtım yazısı yazmaktan ileriye gitmek çok da mümkün olamıyor. Bu manada bloglar, internet bu tartışmaların değerli, kalıcı ve incelikli sinema tartışmalarının söz konusu edildiği yer haline geldi. Bu manada Fil’m Hafızası’nın varlığını önemsiyorum. İnternet mecrası ciddiye alınmıyor belki. Ciddiye alınmamaktan kastım, herkes her şeyi söylediği için çok büyük bir demokratizasyon ve çok büyük bir kirlilik var. Bunların içerisinden hangisinin daha değerli olduğu bazen bilebiliyorsunuz, bazen bilemeyebiliyorsunuz. Ama yine de bildiğinizi okumaya devam etmelisiniz. Bu işler böyle başlar.