Doğanın canlılar üzerindeki iyileştirici ve tamamlayıcı gücü yadsınamaz. İnsan doğayla baş başa kaldığında dikkat dağıtıcılarından arınır, düşüncelerini ehlileştirir ve kendi sesini daha net bir şekilde duymaya yakınlaşır. Çünkü doğada var olan tüm sesler, tabiatın dingin ve özgün sesini oluşturur. Bu sesin içerisinde kendi nefesini ve kalp atışını takip eden insan, yaşamın doğal döngüsündeki yerini anımsar. Nereden geldiğini, nereye ait olduğunu, neleri gözden kaçırdığını ve modern dünyanın gereksinimleri içindeyken nasıl başkalaştığını özümser. Aynı şekilde, bu başkalaşım hâlini dönüştürmeye dair çözüm yolu sunan da yine doğanın kendisidir. Çünkü evreni izlemek tıpkı aynaya bakmak gibidir. Doğa, insana kendi gerçeğini hiçbir katkı maddesi içermeden gösterir. Kılavuz olma özelliğinin yanı sıra hem fiziksel hem de ruhsal bir bütünlük sağlayarak olayları akışına bırakmayı öğretir. Stresi ve endişeyi toprağın suyu emdiği gibi kendine çeker. Bu yüzdendir ki insanın doğayla her buluştuğunda, önce kendisiyle daha sonra da çevresindeki insanlarla olan ilişkisel bağı gelişir.
Hayatımız boyunca, keyfi ya da zoraki nedenlerle, kısa veya uzun, çetrefilli ya da kestirmeden gitmeyi seçen, türlü türlü yolculuklara çıkarız. Bu yolculukların amacı ve sonucu her ne olursa olsun yol boyunca mesafeyi birlikte paylaştığımız kişi, bireysel ve çevresel keşfimize eşlik eden yoldaşımızdır. Üstelik yoldaş, sadece yolu beraber arşınladığımız ortağımız değil; aynı zamanda, hayatın o dönemindeki yaşanmışlıklarımıza tanıklık eden hayat arkadaşımız rolünü de üstlenir. Bu nedenle aradaki bağ güçlü, sahici ve öğreticidir. “Doğada gelişen dostluk bağını” en sıcak örneklerle işleyen sinema dünyası, doğanın ilham veren gücünü, tabiatın içinde yolculuk edenlerin samimi yaşanmışlıklarıyla buluşturur ve insana kendi yol hikâyesini oluşturmak için cesaret verir. Bizler de dolu dolu ama filtresiz, olduğu gibi yaşa mottosuyla; yolda tanışanların, zorluklara beraber göğüs gerenlerin, birbirini koruyup kollayanların, doğanın kucağında geçen sıcacık yol öykülerini sizler için listeledik. Film seçkimizin yeni serüvenler için yolunuzu aydınlatmasını umar, keyifli okumalar dileriz.
Küçük Bir Şişe Her Şeyi Değiştirir: The Gods Must Be Crazy (1980)
Uygar insan, kendisini çevresine uyarlamayı reddetmiş, bunun yerine çevresini kendisine uyarlamayı seçmiştir. Hayatını kolaylaştırmak için çevresini ne kadar geliştirdiyse; o kadar zorlaştırmıştır.
Kalahari Çölü, yılın büyük bir bölümünü yağmura hasret geçiren dünyanın en kurak ve tehlikeli yerlerinden biridir. Suyun misafir gibi gelip gittiği bu yerde, coşkun akan nehirler sıcaklığın etkisiyle çabucak kaybolur ve yerini çorak toprağa bırakır. Hayvan sürülerinin göç ederek yaşama tutunabildiği Savana’da, insan hayatının gelişmesi için uygun koşullar yoktur. İnce ve narin yapılı Bushmanlar (Çalı İnsanları) çöl şartlarına uyum sağlamayı başarabilmiş tek beşeri türüdür. Diğer insanların susuzluktan öldüğü çölde, onlar yirmi bin yılı aşkın süredir son derece mutlu bir yaşam sürdürürler.
Bushmanlar; kök, böcek ve yumrular için nereyi kazacaklarını; hangi böğürtlenin, tohumun yenilebileceğini ve suyu nasıl elde edebileceklerini bilirler. Çalı İnsanları, dünyadaki en mesut insan topluluğudur. Dillerinde suç, ceza, şiddet, polis, hâkim, lider, patron ya da yasa gibi kavramlar yoktur. Politeistik bir inanca sahiptirler ve Tanrıları yeryüzüne kullanışlı şeyleri getiren yüce ruhlar olarak görürler. İnançları gereği hiçbir şeyi kötü, değersiz ya da şeytani olarak kabul etmezler. Oldukça dürüst, kibar ve dost canlısı insanlardır. Çevrelerindeki hiçbir canlıyı incitmez; avladıkları hayvanlardan aileleri adına önce özür dilerler. Çalı İnsanlarını diğer tüm ırklardan ayıran esas özellikleri ise, mülkiyet kavramlarının olmayışıdır. Zaten yaşadıkları yerde, sahip olunması gereken herhangi bir şey yoktur. Onların dünyasında taş, beton, cam veya demir bulunmaz. Bildikleri en sert malzemeler odundan ya da kemikten yapılmıştır.
Dünyanın geri kalanından habersiz bir yaşam sürdüren Bushmanların ahenkli düzenleri, uçaktan atılan basit bir şişe ile alt üst olur. Bir kuştan düşen(!) ve suya benzeyen, bildikleri her şeyden daha sert olan bu nesnenin ne olduğunu ve Tanrıların onu neden gönderdiğini merak ederler. Uzun bir süre gökten gelen ilahi hediyenin ne işe yaradığını bulmaya çalışırlar. Türlü işlerde kullanılan ve zamanla vazgeçilmez olan şişe, herkesin sahip olmak istediği bir arzu nesnesine dönüşür. Bu şaşırtıcı duygu beraberinde öfke, kıskançlık, nefret ve şiddet gibi kötülükleri getirir. Bushmanlar, o güne kadar hissetmedikleri kötücül duyguların etkisiyle birbirleriyle kavga etmeye başlarlar. Onlara daima güzel şeyler göndermiş olan Tanrıların çıldırmış olduğunu düşünürler. Şişeyi saklamaya, atmaya çalışırlar; ancak, püsküllü bela bir şekilde geri dönerek aynı olayların yaşanmasına neden olur. Kabile üyelerine göre; artık yapılması gereken tek bir şey vardır: Aralarında en güçlü olan, aylar sürecek bir yolculuğa çıkmalı ve Tanrıların gönderdiği bu mihneti, dünyanın sonundan aşağı atmalıdır. Cesur bir Çalı Adamı olan Xi, kabilesine kaybettiği mutluluğu geri getirmek adına, Afrika’nın hiç bilmediği diyarlarına doğru yola çıkar.
Hayatın Kendisi Kadar Gerçek ve Vahşi: Beasts of the Southern Wild (2012)
Evrenin tamamı birbirine bağlıdır. Birini düzeltirsen, hepsi düzelir. Ancak bazen bir şeyi o kadar bozarsınız ki geri getiremezsiniz. Ancak ne zaman koskoca evrenin ufacık bir parçası olduğunu görürüm, işte bu işleri yoluna koyar.
İnsanlar modernleşmeyle birlikte doğanın içerisinde barınabilmek ve yaşamlarını sürdürebilmek adına evler, fabrikalar kurmuş ve zorlu koşulların üstesinden betonarmeyle gelmeye çalışmıştır. Ancak zamanla doğanın içinde kendisine yer bulmaya çalışan insanoğlu, sınırlarını genişletmiş ve doğayı bozmaya, işgal etmeye başlamıştır. Bu sınırlar içerisinde aslında doğayla iç içe bir yaşam sürdürse de plastikleşen ve yapaylaşan insanlar, nesilden nesile pembe düşlü masal hikâyeleri aktarmıştır. Ancak tüm bu hikâyenin görünmeyen tarafında modernleşmeyi reddeden, kendisini doğanın kucağına bırakıp onunla birlikte yaşamayı öğrenmeye çalışan insanlar da bulunmaktadır. Doğayla kendileri arasında bir sınır çizmeden iç içe yaşamayı öğrenmeye çalışıp; betonarmenin dışında kalan ve bakir alanlarda yaşamını sürdürmeye çalışan insanların çocuklarına anlattıkları masallar ise pembe düşlerden ibaret değildir. Doğanın tam kalbinde, tüm vahşeti bir arada barındıran Bathtub’da anlatılan masallar, hayatın kendisi kadar gerçek, doğanın acımasızlığı kadar vahşidir. Burada hayatta kalabilmek için kalbini güçlü tutman gerekir. Çünkü doğayla, hayvanlarla iç içe olunan ve modern dünyanın izi olmayan bu bakir topraklarda kalbin zayıf ise hayvanlar bunu hisseder ve seni öldürmeye çalışır.
Betonarmeye karşı çıkan ve modernleşmeyi reddeden insanların doğadaki direnmesini konu alan Beasts of the Southern Wild (2012), babası Wink’le birlikte ilkel şartlar altında yaşayan on yaşındaki Hushpuppy’nin gözünden doğayı fantastik bir sunumla ele alıyor. 2012’de Cannes’dan dört dalda, başka festivallerden de çeşitli dallarda toplamda 35 ödül sahibi olan Beasts of the Southern Wild, ilk uzun metrajı olan yönetmen Benh Zeitlin’le birlikte bizi, doğanın kucağında direnmeye çalışan insanların hikâyesinin içine sürüklüyor. Gerek çekim açıları gerekse anlatım biçimi sebebiyle belgesel niteliği taşıyan film, doğanın insanlar üzerindeki üstünlüğünü hareketli ve çarpık kamera açılarıyla seyirciyle buluşturuyor. Filmde gördüğümüz oyuncuların çoğunun gerçek oyuncuların aksine yerel halktan ve genel olarak Afro-Amerikan olması ise Zeitlin’in bilinçli tercihi gibi duruyor. Aynı zamanda yönetmenin filmin içerisine yerleştirdiği metaforların başarısının da altını çizmek gerekiyor. Nitekim filmin içerisinde en çarpıcı sahne olan Hushpuppy’nin babasının ölümünü kabullenişi, dev bir bizonun karşısında ölümden korkmadan cesaretli ve dik duruşuyla metaforik bir anlatıma dönüşüyor. Aynı zamanda doğa ve insan arasındaki benzerlik, dört bizonla aynı anda koşan dört çocuğun bütünleşmesiyle metaforik olarak anlamını buluyor.
Tiyatro yazarı olan Lucy Alibar‘ın yazdığı tiyatro oyunu Juicy and Delicious‘tan uyarlanan film, başarılı dramatizasyonu, kurmaca belgesel taşıyan yapısı ve doğanın karşısında acımasız duruşuyla birlikte etkileyici bir yapıt olarak akıllarda kalıyor. Vahşi doğanın içerisinde hayatta kalma mücadelesi veren bu insanların neden doğaya karşı direndiğini ve barakalarını terk etmediklerini sorguladığımız anda ise aslında cevabı yine filmin içerisinde buluyoruz; “Bazen doğayla o kadar bütünleşirsiniz ki ondan uzaklaştığınızda adeta ruhunuzdan bir parça kopar.”
Doğayla İç İçe Geçen Bir Büyüme Hikâyesi: The Kings of Summer (2013)
“Neredeyiz?”
“Kimsenin bizi bulamayacağı bir yerde.”
Chris Galletta’nın yazdığı, Jordan Vogt-Roberts’ın yönetmen koltuğuna oturduğu The Kings of Summer (2013), kadrosunda Nick Robinson, Moisés Arias, Gabriel Basso ve Nick Offerman gibi oyuncuları barındırıyor. İlk gösterimi Sundance Film Festivali’nde yapılan bu Amerikan yapımı komedi/dram filmi, buyurucu ve işlevsiz ailelerinin dayatmalarından bunalan üç gencin evden uzaklaşarak doğanın ortasında inşa ettikleri tahta evde yaşamaya başlamalarını ve kendi kaderlerini ellerine almalarını konu ediniyor.
Annesini daha küçük yaşlarda kaybeden, başka yerde nişanlısı ile oturan ablasını da sık sık göremeyen lise öğrencisi Joe, çabuk sinirlenen sert mizaçlı babasıyla yaşamaktadır. Babası ile sıcak bir baba oğul ilişkisinden çok, baskıcı bir patron çırak birlikteliği olan bu genç çocuk, evdeki kurallara ayak uydurmak istememekte, yeri geldiğinde kendince babasına karşı çıkmaktadır. Joe’nun yakın arkadaşı Patrick’in ise dışarıdan bakıldığında mükemmel bir ailesi vardır; fakat sahip olduğu birbirini seven ve çocuklarını koruyup kollayan anne baba modelinin arka yüzünde, düşkünlük derecesinde her yaptığını sorgulayan ebeveynlerinin bunaltıcı hale getirdiği bir ev hayatı bulunmaktadır.
Bir gece Joe ve garip bir çocuk olan Biaggio eve dönerken ormanda kaybolurlar. Bulundukları yer o kadar güzeldir ki Joe’nun aklına evden kaçıp kendisini kimsenin bulamayacağı bu yerde yaşamak gelir. Hasbelkader bulduğu bu yer üzerinde ev kurmak için çalışmalara başlayan Joe, planını Patrick’e açar ve ergenliklerinin doruklarındaki bu iki genç, Biaggio’nun da katılmasıyla kendilerini her şeyden soyutlarlar.
Biraz nefes almak, özgürce yaşamak, kendi kararlarını kendileri vermek ve istedikleri zaman istedikleri şeyleri yapmak için doğaya dönüş yapan bu üçlü, hayatın anlamını sorgularken bir yandan da dikkat dağıtıcı herhangi bir şey olmadan doğanın sessizliği içinde kendilerini bulmak için içsel bir yolculuğa çıkarlar. Önceleri halinden gayet memnun, yaptıklarının sorumluluğunu almamanın ya da her istediğini yapabilmenin yetişkin olmak olduğunu sanan Joe, zamanla olgunlaşmanın ve büyümenin hiç de sandığı kadar kolay olmadığını fark eder. Kendilerini doğaya adayan gençler, insan yapımı suni malzemelerden de arınarak doğanın kendilerine sunduğu olanaklarla idare ederler. Kâh eğlenen kâh çatışan üçlü, bağımsızlığın tadını çıkartırlar; bir yere kadar…
Kucaklayıcılığıyla olduğu kadar tehlikeleriyle de filmde başrol oynayan doğa, iyileştirici gücünü, dinginliğini bize tüm renkleriyle yansıtıyor. Dolayısıyla doğanın gençlere akıl hocalığı yaptığı bu filmde göz kamaştırıcı, iç açıcı, ferahlatıcı birçok sahne bulunuyor. Genç olmanın, hayal kurmanın, gülmenin ne olduğunu bize hatırlatan film, yalnızca gençlere değil, herkese hitap ediyor.
Ruhu Özgür Bırakan Bir Macera: A Walk in the Woods (2015)
Doğayı keşfetmek istiyorum, özüme geri dönmek ve biraz yaşamak.
Bill Bryson’ın “I’m a Stranger Here Myself” adlı kitabından uyarlanan A Walk in the Woods, iki ihtiyar delikanlının gerçekleştirmeyi planladıkları, hayatlarının yolculuğunu konu alır.
Başarılı bir yazar olan Bill, aynı zamanda akademik kariyere de sahiptir. Birçok seyahatte bulunmuş, anılarını kitaplara aktarmıştır. Sıradanlığın ve alışılmışlığın yaşattığı buhranla, bir gün ansızın çekip gitmek ister. Verdiği bu ani kararda, yaşlandığını hissetmesi ve dünyadan göçüp giden eski bir dostunun cenazesine katılmak etkili olmuştur. Mutlu bir aile hayatı, güzel bir eşi ve torunları olmasına rağmen, kendi yolculuğunu gerçekleştirip son kez işe yarar bir şeyler kaydetmek istemektedir. İnsanoğlunun konfor ihtiyacı, onu kendi zincirlerine tutsak ederken; dışarıda var olan müzmin hayatın kaçıp gitmesine sebep olur. Bill, daha fazla ruhunu bedeninin derinliklerine tıkmak istemez ve yola koyulur.
Yaşlılığın asla bir bahane olarak kabul görünemeyeceği Bill’in evreninde, her şey planlı ve programlıdır. Doğanın iyileştirici gücüne inanılır. Eski bir dostu olan Stephen Katz, yapacağı bu nihai yolculuğun haberini almış ve Bill’in peşine düşmüştür. İki kafadar yılların ortaya koyduğu buzları, Appalachian yolunda aylar sürecek bir zaman diliminde yürüyerek ve birbirlerini yeniden keşfederek eriteceklerdir. Stephan’ın alkolü bıraktıktan sonra hayata tutunmak için bir nedene ihtiyacı vardır. Bill ise kendi halinde toplumsal normlara uygun bir aile babası olmuştur. Ancak birinin içindeki boşluk, diğerinin bütünlüğüne eş değer değildir. Herkes kendi sığınağını kendisi inşa etmelidir.
Yıllar öncesine dayanan anılara ve geçmişin güven veren çatısı altına bol bol girilen filmde, tüm zorluklarına rağmen bu eski iki dost, bitiş çizgisine kadar ellerinden geldiğince mücadele edecektir.
Zaman zaman nefeslerin kesildiği, davetsiz misafirlerle karşılaşıldığı hatta düşüp her defasında yeniden ayağa kalkıldığı Appalachian yolu, hızla geçen zamana bir başkaldırı niteliğindedir. Yaşları seksene yakın bu iki ihtiyar, hayatta hiçbir şey için geç kalınmadığını, önemli olanın hedefe varmak değil yolda olmak olduğunu izleyenlere adeta ruhani bir liderin bakış açısıyla aktarır. Mücadelenin ve kararlılığın her kitleye hitap edebilecek naiflikte anlatıldığı A Walk in the Woods, ikinci baharını yaşamak isteyen tüm büyüklerimiz için kılavuz görevi görmektedir. Yer yer alıntılarla bezenen, sistem eleştirisini üslup kaygısı güderek veren bu yapım, doğayı her türlü beton yığınına tercih eden maceraperestlere adanmıştır. Öyle ki Bill gökyüzünde yıldızları seyrederken, evrende bir toz tanesi kadar bile yer kaplamayan insanoğlunun umarsızlığını gayet sinematografik normlara uygun bir biçimde izleyenlere mesaj niteliğinde verir. Birbirinden enerjik karakterleri, yemyeşil orman sahneleri ve eğlenceli diyaloglarıyla doğanın tüm çocuklarına adanmış film; yaşlanacak olan, ama asla büyümeyecek bireylere ömür boyu saklayabilecekleri bir anı niteliği taşımaktadır.
Doğanın Kalbinden Sıcak Bir Dostluk Öyküsü: Okja (2017)
Okja, yemek için üretilen bir canlıya âşık olmanın ne demek olduğunu anlamamızı sağlıyor.
Yönetmenliğini son filmi Parasite (2019) ile Altın Palmiye’nin sahibi olan Bong Joon-ho’nun üstlendiği, kadrosunda Tilda Swinton, Jake Gyllenhaal ve Steven Yeun gibi ünlü isimlerin bulunduğu Okja (2017), sıra dışı bir insan-hayvan dostluğu hikâyesini beyaz perdeye taşıyor. 70. Cannes Film Festivali’nde ana seçkide yer alan ve katıldığı festivallerden büyük övgülerle ayrılan filmin ortak senaristliğini ise Jon Ronson üstleniyor. Film, Mirando Corporation şirketi tarafından üretilen genetiği değiştirilmiş süper domuzlardan bir tanesi olan sevimli yaratık Okja’nın endüstriyel dünyanın acımasız şirketlerine karşı verdiği dirayetli savaşı konu alıyor.
Okja, küçük kız çocuğu Mija (Seo-hyun Ahn) ile babasının yanında yetişmektedir. Bu sevimli yaratık ile Mija’nın arasında on yılı aşkın süredir sıkı bir dostluk gelişmiştir. Ancak geçen bu sürenin sonunda Okja büyümüş ve artık şirket tarafından geri alınmak istenmektedir. Okja’nın üzerinde birtakım deneyler yapmak isteyen ve onu kapitalist dünyanın hırslı işleyiş dinamiklerinin bir parçası hâline getirmeye çalışan şirketlere karşı başlayan bu amansız kovalamacada küçük Mija’nın başına türlü talihsizlikler geliyor. On yıldır başına kötü bir şey gelmemesi için özenle büyütüp baktığı Okja’nın kendisinden çok uzaklara; Amerika’nın bir ucuna götürülmesi işlerin sarpa sarmasına yol açarken, büyük şirketlere karşı verilen mücadelenin bir an bile olsun vazgeçmeden sürdürülmesi; kapitalist, vahşi ve yıkıcı olana karşı insanlığın, dostluğun ve hayvan hakları kavramlarının ne kadar önemli olduğunu bir kez daha vurgulanıyor.
Okja’da insanlığın kaderi devasa şirketlerin çarkları arasında çoktan sıkışmışken, aslında aynı hazin kaderi hayvanlarla da paylaşıyor olduğumuz, hatta belki de onların bu korkunç düzene bizden daha çok entegre edilmiş oldukları gerçeği tüm çarpıcılığıyla gözler önüne seriliyor. Filmde hayvanlara uygulanan şiddete göz yummanın büyük bir insanlık suçu olduğu mesajı neredeyse her sahnede verilmeye çalışılırken; et endüstrisindeki gidişatın hiç iç açıcı olmadığı ve sömürünün dozunun günden güne kat be kat artmaya devam ettiği de altı çizilmesi gereken hususlardan biri oluyor. Doğal döngüye yapılan her müdahelenin trajik sonuçlar doğuracağı gerçeği zihinlere vurucu detaylar vasıtasıyla işleniyor ve insanın doğaya düşman değil; ancak onunla dost olarak doğru bir hayat çizebileceği neticesi, günümüz dünyasında yaşayan modern insan için yüzleşmesi zor bir ikileme dönüşüyor. İnsan ve hayvan dostluğunun sıcacık ve çıkarsız dokusunu iliklere kadar hissettirmeyi başaran Okja, alışılageldik kalıpları yıkan ve kendi yenilikçi dilini yaratmayı başaran bir bilimkurgu filmi izlemek isteyenler için biçilmiş kaftan hâline geliyor.