Her canlı biyolojik yapısı gereği doğar, büyür, gelişir ve varlığını tamamlar. Doğa ise; eşsiz güzelliğiyle birlikte, yaşamın devam edebilmesi için sahip olduğu tüm hazineleri canlılara açar. İnsanoğlu, doğanın içinde ona sunulan imkânlarla birlikte içsel olarak hayatta kalma güdüsü taşır. Ortaya çıktığı ilk andan itibaren, kendi türüyle ve diğer canlılarla birlikte yaşayabilmek ve hayatta kalabilmek için bir yolculuğa çıkan insan, bu serüvenin içinde doğaya eşlik eden bir misafir konumundadır. Canlılara kucak açan ve eşsiz güzelliğini onlara sunan doğa, hor kullanıldığı takdirde kendisini tehdit eden unsurları yok edebilecek ve yeryüzünden silebilecek gücü de içinde barındırır. Canlıların unutmaması gereken şey; doğanın, dünyanın merkezi ve mutlak sahibi olduğudur. Evrenin içerisinde bitmek bilmeyen muazzam bir akış vardır ve insanoğlu onun içinde içerisinde yalnızca küçük bir parçadır. İnsanlar, doğanın uyumu sağlayan bir şef olduğunu benimsemeli; kendisine sunulmuş olan eşsiz senfoninin içerisinde, harmoniye dahil olmanın mutluluğunu yaşamalıdır.
Doğa ve insan arasındaki bu tamamlayıcı ilişki, filmlerin ve belgesellerin araştırma konusu olmuş; insan, doğa ve hayvanlar arasındaki uyumu odağa almak isteyen yönetmenler, keşfedilmeyi bekleyen bakir alanlara doğru yola çıkarak farklı ülkeleri, halkları ve kültürleri ziyaret etmişlerdir. Çoğu yönetmen konu aramak için çıktığı bu yolda, kendilerini de karşılaştıkları hikâyenin içerisinde bulmuşlardır. Bu yazımızda insan eli değmemiş alanlardaki yaşam koşullarında; filler, balinalar, kedigiller, kuşlar ve daha birçok canlının, doğanın içerisinde yaratmış olduğu gerçeküstü ahengin ve aralarındaki hiyerarşinin gizli tanığı olacağız. Aynı zamanda, insanlar ve hayvanlar arasındaki şiirselliği, doğaya meydan okuma cesaretine sahip insanları ve o insanlara karşı doğanın tepkisini gözlemleyeceğiz. Bu yolculuğun içinde Platon’un alegorik mağarasını ve insanların kendi aralarındaki problemlerin doğa karşısındaki acizliğini herhangi bir dijital oynama olmaksızın eşsiz ölçeklerde kadrajların içine alan yönetmenlerin kendilerinden geriye bıraktıkları eşsiz sanat eserlerine şahit olacağız. Doğaya sırtını dönen insanların, ahenk karşısında yitirdiği dengeyi tekrar kazanmak adına filmlerin peşine takılarak, bizi doğanın kucağına atıp önce düş kurduran ve ardından mağaranın içerisinden çekerek zincirlerimizden kurtulmamızı sağlayan eserlere bir göz atacağız. Peki sen, bizimle birlikte zincirlerinden kurtulacağın bu düş yolculuğuna, dolu dolu ama filtresiz, olduğu gibi yaşa mottosuyla çıkmaya hazır mısın?
Doğanın Kalbinden Medeniyetin Özüne Büyülü Bir Yolculuk: Baraka (1992)
El değmemiş toprakların, dünyanın farklı bölgelerine yayılan iklim tiplerinin ve doğanın kendi işleyişine ayak uyduran milyonların öyküsü Baraka, hiç dokunulmayan ve müdahale edilmemiş olanın güzelliğini perçinliyor.
Yönetmenliğini Ron Fricke’nin üstlendiği, Montreal Dünya Filmleri Festivali’nde büyük ses getiren ve FIPRESCI Ödülü’nün sahibi olan deneysel belgesel filmi Baraka (1992), izleyiciyi dünyanın farklı coğrafyalarında yeşeren birbirinden özel kültürlere, doğanın kucağındaki eşsiz yaşam alanlarına doğru büyüleyici bir yolculuğa çıkarıyor. Çekimleri yaklaşık on dört ayda tamamlanan film, altı kıtaya yayılmış ve 2012 yılında gelen devam filmi Samsara ile en başarılı doğa belgeselleri arasındaki yerini almıştır.
Arapça’daki kelime karşılığı kutsanma olan Baraka, anlamına yakışır biçimde insanlığın dünya üzerinde yüzyıllardır süren hayatta kalma mücadelesini dışarıdan hiçbir müdahaleye yer vermeyecek biçimde duru ve samimi; adeta Tanrı’nın elinden çıkan sessiz bir dokunuşun öyküsünü anlatır gibi beyaz perdeye taşıyor. Belgesel 70 mm formatında çekilmesiyle bir ilki temsil ederken; filmin birbirinden etkileyici müzikleri Ciro Hurtado, David Hykes, Michael Stearns, Inkuyo, Subramaniam ve Dead Can Dance tarafından bestelenmiştir.
Baraka, kadrajını kâh Asya-Pasifik’teki yağmur ormanlarına kâh Latin Amerika’da güneşin kasıp kavurduğu kurak topraklara çeviriyor ve heyecanını bir an olsun yitirmeyen gizemli anlatımıyla doğanın tüm vahşi yanlarını pürüzsüz bir bakışla gözler önüne seriyor. Film dış dünyaya kapalı, kendi korunaklı sınırları içerisinde yaşamaya alışkın ilkel kabilelerin hayat tarzlarını tüm çıplaklığıyla sergilerken; bu gerçekliğin tam karşısında yükselen heybetli medeniyetin aceleci ayak seslerine yer vermeyi de ihmal etmiyor.
Farklı kültürlerin iç içe geçmiş doğal sentezini doğanın sahiplenici atmosferi altında birleştiren Baraka, bu gezegenin aslında hepimize ait olduğunu ve birbirimizden habersiz, yüzlerce kilometre ötede, çok farklı şartlar altında yaşarken bizi birleştiren ortak şeyin büyük insanlık paydası olduğunu da ispatlamış oluyor. El değmemiş toprakların, dünyanın farklı bölgelerine yayılan iklim tiplerinin ve doğanın kendi işleyişine ayak uyduran milyonların öyküsü, seyircinin zihninde “Hiç dokunulmayan ve müdahale edilmemiş olanın” güzelliğini perçinliyor. Öte yandan Fransa, İtalya gibi Avrupa medeniyetinin bel kemiği sayılan ülkelere yapılan yolculuklar, insan eli vasıtasıyla inşa edilen büyük kentlerin, meydanların ve sanat eserlerinin ne denli büyük müdahaleler sonucu ortaya çıkmış olduğunu bir kez daha kanıtlıyor ve beşerî olanla doğal arasındaki çatışmanın da alevlenmesi yolunda, kazananı belirsiz bir tartışmanın başlamasına ön ayak oluyor. İnsan eliyle türetilen endüstriyel sorunları ve modern dünyanın çelişkili yapısından kaynaklanan açmazları cesur bir üslupla ortaya koymaktan geri durmayan belgesel, yeryüzünün misafirlerinin sarsıcı öyküsüne tanıklık etmek isteyenler için mutlaka izlenmesi gereken filmler arasında ilk sıralara yerleşiyor.
Doğaya Adanmış Bir Şiir: Ashes and Snow (2005)
Balinalar şarkı söylemiyor, çünkü bir cevapları var.
Şarkı söylüyorlar, çünkü bir şarkıları var.
Ne önemlidir, sayfada yazılı olan değil; önemli olan, gönülde ne yazılı olduğudur.
İnsanı ve doğayı birbirinden ayrı tuttuğumuz modern çağda, yaşama olan duyarlılığımızı gün geçtikçe yitirdik. Bütünün parçası olmanın mutluluğunu bir kenara bırakarak, büyük şehirler içinde etrafımıza koca duvarlar ördük. Doğanın renklerini beton grisine, hayvan seslerini şehrin gürültüsüne, toprağın izlerini sembollere tercih ettik. Doğaya göre şekil almaktansa ona kendimize göre bir şekil vermeye çalıştık. Şehir canlıları olarak ufkumuzu belki çok uzaklara taşıdık; ancak, bakış açımızı televizyon ekranımız kadar genişletebildik.
İnsanoğlunun ait olduğu yerin doğa olduğunun altını çizen Ashes and Snow, tüm canlılarla uyum içinde yaşamaya duyulan özlemin lirik bir ifadesini sunuyor. Fotoğraf sanatçısı Gregory Colbert’in mistik yolculuğunun bir ürünü olan belgesel, farklı coğrafyalardan görsel kesitlerle, insanın doğayla ve hayvanlarla olan bağını gözler önüne seriyor. Sanatçının on yıl boyunca sekiz farklı ülkede yaptığı fotografik çalışmalarının yer aldığı eserde, anlatıcı olarak Laurance Fishburne önemli bir görev üstleniyor.
Canlıların, doğanın ezgisi içinde bir nota, insanın ise bu şarkıya sırtını çeviren bir müzisyen olduğunu düşünen Colbert, harmoni içinde yaşamaya dair umudunu, benzersiz şiirsellikteki kompozisyonlarla ifade ediyor. Fillerin, balinaların, çitaların, kuşların ve daha birçok canlının oluşturduğu ahenkli bütünlüğü, kelimelerin gücünü ve görüntünün cazibesini bir araya getirerek sunuyor. Belgeselin yapım sürecinde birçok ülke gezen ve sayısız kültürü yakından tanıma fırsatı bulan yönetmen, insan ve hayvan arasındaki şiirselliği herhangi bir dijital müdahaleye başvurmadan, arı bir gerçeklikle ele alıyor. Sanatçı, kendisinden sonrakilere ilham kaynağı olabilecek nitelikte son derece zengin, görsel bir şahesere imzasını atıyor.
Ashes and Snow; zaman algısını yavaşlatarak; bir kuşun kanadındaki kıvrımı, bir kedinin tüylerini hareket ettiren rüzgârı, balinaların şarkısını, fillerin derisi içindeki her bir ayrıntıyı hissetmemizi sağlıyor. Okyanusun derin sularında, yanında huzuru bulduğumuz bir hayvanın nefes alış verişinde, bir çölün ufka uzanan çizgilerinde, bize evimizin neresi olduğunu sorgulatıyor. Hem doğayla hem de kendisiyle nedensiz bir savaşa girişen insana, dünyevi ideallerinden sıyrılıp tüm varlığı ile doğaya teslim olması gerektiğini ve doğanın rastlantısal düzeni içindeki önemli yerini gösteriyor. Üstelik bunu da eşine pek rastlayamayacağımız güzellikte bir görsellikle ve cömertçe ifade ediyor.
Dünya’nın En Sessiz Noktasında: Encounters At The End Of The World (2007)
Ulusal Bilim Vakfı’nın davetiyle Antartika’ya gelsem de, penguenlerle ilgili yeni bir film ortaya koymayacağımdan emindim. Aklımdaki sorular yalnızca doğa ile ilgiliydi.
Fitzcarraldo (1982) ve Aguirre, the Wrath of God (1972) gibi filmleriyle tanınan yönetmen Werner Herzog, ayıların dünyasında yaşamayı seçen hayatlardan Chauvet Mağarası’nın duvarlarındaki insan hikâyelerine kadar, birçok farklı alanda ve mekânda, kendine has bir perspektifle yaşamın gerçekliğini anlatan elliden fazla belgesele imza atmıştır. Yönetmenin 2007 yapımlı belgeseli Encounters At The End Of The World, Herzog’un sübjektif tarzından nasibini alarak odağını Antartika’nın yalnızca doğasına değil; onunla baş başa kalan insanına da çevirir. Sinematograf Peter Zeitlinger’in katkılarıyla bölgenin görsel zenginliklerini seyirciyle buluşturan belgesel, Herzog’un kendi deyişiyle Antartika’nın sevimli penguenlerinden ziyade, sıra dışı habitatı içerisinde yaşayan insanların kendilerine kurduğu yaşam mücadelesini konu alır. Zoologların, buzulbilimcilerin, yanardağ uzmanlarının, gezginlerin, kısacası dünyanın sonunda bir şekilde bir araya gelip buradaki çetin koşullar içerisinde hayatına devam eden insanların öykülerini birleştiren Herzog, filmde bir anlatıcı olarak görev alır ve yaptığı röportajlarla ekstrem dünyanın kapısını aralar.
İnsan doğasıyla doğa ana arasındaki bağı göz önüne seren belgesel, donmuş Gül Denizi’nden bölgeyle ilgili bilimsel araştırmalar yürüten McMurdo İstasyonu’na, fok balığı kampından okyanusun en derinlerine, kendi yönüne giden penguenlerden Erebus Dağı’na bir yolculuk niteliğindedir. Ulusal Bilim Vakfı’nın davetiyle Antartika’ya gelen Herzog, kendine ait bir bowling hatta yoga salonu olan, içerisinde ATM bile bulunan McMurdo İstasyonu’nu ve oraya mesleki hayallerinin peşinden gelen insanları şaşkınlıkla hikâyeleştirmektedir. Antartika’da bir doğa endüstrisi oluşmuş, doğanın içinde insanların farklı amaç ve hayallerle kendilerini konumlandırdığı bir ortam kurulmuştur. Herzog’un kafasındaki esas soru, her konuştuğu insanda aynıdır: “Antartika’ya onları ne çekmiştir?”
Antartika’da bütün kapıların ardında farklı bir yaşanmışlık vardır. Kafalarına kova geçirerek hayatta kalma kampında vakit geçirenler, çanta performansıyla maceralarını anlatan gezginler, tıpkı kolonisinin gittiği yönün tersine, ölüme gider gibi burnunun dikine ilerleyen penguenler gibi farklılığın peşinde, dünyanın en ücra noktalarından birinde, buzun üzerinde yürürken kendi kalp atışlarını duyabildikleri bir sessizlikte, yaşamı seyretmektedir. Herzog’un eşsiz doğa manzaraları sunduğu belgeselleri arasında yer alan Encounters At The End Of The World, 2009’da “En İyi Belgesel” Oscar’ına aday gösterilmiştir.
İlham Verici Bir Serüven: Monkey Kingdom (2015)
Ormanda gizlenmiş terk edilmiş bir şehir uzanmakta. Bir zamanlar buralara hükmeden krallar çoktan gitmişler. Bu günlerde, buralarda yeni bir hanedan bulunmakta. Ancak bu seferki orman kanunları tarafından yönetilmekte…
Mark Linfield ve Alastair Fothergill’in yönetmenliğini yaptığı, Tina Fey’in ise anlatıcı senaryosunu yazdığı ilgi çekici ve komik Monkey Kingdom (2015), adeta bir film tadında izleyiciyle buluşuyor. Görsel olarak inanılmaz sahnelere yer verilen belgesel, hikâye açısından da oldukça tatmin edici. Sri Lanka’nın tropik ormanlarında çekilen ve rekabetçi bir hiyerarşik düzen içinde yaşayan yaklaşık elli makak maymunundan oluşan kabileyi anlatıyor.
Maya adında bir maymun, yeni doğan oğlu Kip’i yaşatmak ve ona güzel bir gelecek sunmak için yiyecek bulmak zorundadır. Hiyerarşik düzen içerisinde karnını doyurmak için şanslıysa diğerlerinin artıklarıyla beslenen Maya, kendisine kalan birkaç parça ile yeterli süt elde edemediği için sınırları zorlayarak ve tehlikelere göğüs gererek oğlu adına mücadele eder. Olanaksızlıklar içinde olanak yaratan maymun, her şeye rağmen hayatta kalmanın ne demek olduğunu bildiği için, bir gün başka bir sürü tarafından evlerinden kovulan kabilesine öncülük etmeyi ve bilinmedik bir çevrede ne yapacağını şaşıran diğerlerine yardımcı olmayı görev edinir. Bu görevi sorunsuzca yerine getiren Maya, kabilesiyle beraber yeterli gücü toplayınca evlerini geri almak için diğer maymun sürüsüyle yüzleşir. En sonunda kazanan taraf Maya’lar olur ve evlerine geri yerleşen kabilenin artık başka bir alfa erkeği vardır. Maya da bu zaferin ardından bir anda hiyerarşinin en üst noktasına çıkmıştır. Artık oğlu Kip ve yeni doğan kızı için gelecek kaygısı taşımamaktadır.
Çekimlerin yaklaşık üç sene sürdüğünü söyleyen yönetmen, yalnızca bir maymun belgeseli yapmak yerine, onların hayatlarındaki dönüm noktalarını ve önemli anlarını hikâyeleştirerek anlatmayı tercih ettiklerini ve bu maymunların gerek yüzme kapasitelerinden, gerekse doğaya ayak uydurma biçimlerinden çok etkilendiklerini söylüyor. Makak maymunlarının her birinin kendine özel görünüşü ve kişiliği olduğunu da ekliyor.
Belgesel daha çekici bir hâle getirilmek için yalnızca en masum sahneler konulmamış. Aksine gerçeği yansıtmak adına Maya’nın kendisinden üst düzeydeki maymunlar tarafından şiddet görmesini de, çocuğunun kaçırılmasını da, iki kabilenin çatışması sırasında ölen maymunu ya da timsah tarafından avlanan bir başkasını da gösteriyor. Buna rağmen tüm ailenin oturup izleyebileceği tatlılıkta olan yapım, annelik, birlik olma, feda etmek gibi temalar içeriyor. Eğitici olduğu kadar muhteşem sinematografisi ve doğanın güzelliğine ayırdığı hatırı sayılır sahneleriyle de izleyicide büyüleyici bir etki yaratıyor. Henüz insan eli değmemiş doğa, tüm ihtişamıyla karşımıza çıkıyor, kendi içerisinde yarattığı dengeyi nasıl koruduğuna hayret ettiriyor.
Zirve Tutkusu: Everest (2015)
Everest, kendini keşfetmek isteyen, sınırlarını zorlayan ve zincirlerinden kurtulmayı hedefleyen herkes için bir başyapıt özelliği taşır.
Gerçek olaylardan esinlenilerek beyazperdeye uyarlanan Everest (2015), 1996 yılında zirve tırmanışı yapmak için hazırlanan iki ayrı dağcı grubunun hikâyesini konu alıyor. Ekip lideri Rob, henüz birkaç aylık hamile karısını geride bırakarak yola çıkar. Everest’in zirvesini görme fikri, onu en az baba olma güdüsü kadar hayata bağlar. Birçok ülkeden ve uyruktan yalnızca profesyonel insanların oluşturduğu ekip, Everest’in 8.848 metre yüksekliğindeki zirvesine kendi bayraklarını dikmek için hazırdır. Daha önce tırmanış deneyimi olan Douglas ve altı kez Everest’in zirvesini görmüş Yosuko da Rob’un takımında yer alır. Uzun bir yolculuk sonunda, ana kamp alanına varan dağcılar, gerekli eğitimleri tamamlayıp tırmanış için hazırlanırlar.
Her iki grubun da ortak kesişimleri zirveye ulaşmaktır. Bu süreç, kimi için kendinden kaçmak, varlığını kanıtlamak ve dünyevi âlemde bir amaca tutunmak; kimi için ise başarılması zor bir hedefi gerçekleştirmekten ibarettir. İnsanın doğumundan ölümüne kadarki ömür çizgisinin sembolik bir detayı olarak ele alınan Everest, birçok kültürde zorlu mücadeleyi, ulaşılması zor bir hedefi ve insan kontrolünden çıkan durumların önem derecesini örneklendirmek için de kullanılan bir semantiktir. Yaklaşık kırk günlük serüvenin sonunda zirveye varmayı hedefleyen ekip liderleri Rob ve Scott, 10 Mayıs tarihinde tırmanışı tamamlayacaklardır. Ancak zorlu hava koşulları ve dağın biçimsel yapısı, planın işlemesinde aksaklıklar yaşatmaya başlar; çünkü bütün önlemlerin alınması, olası tahminlerin yürütülmesi ve profesyonel bir sürecin yönetilmesinin ötesinde, dağın kendi kuralları vardır.
Büyük bir motivasyon, yaşam amacı ve yüzlerine umutlu gülümsemeler ile nihai hedeflerine ulaşmak için adım adım tırmanışa geçen dağcılar, dönüş yolunda beklediklerinden daha çetin bir süreçle mücadele etmek zorunda kalır. Olumsuz hava şartları ve beklenmedik şekilde patlak veren kar fırtınası, macera dolu tırmanış hazzını yaşam savaşına dönüştürür. Zirvenin birkaç kilometre güneyinde mahsur kalan Rob’u hayata bağlayan tek şey; doğacak kızını kucağına almak ve eşine dönmek için vermiş olduğu sözdür. Ancak dinmek bilmeyen bir kar fırtınası içinde hayatta kalmak için direnmesi gerekmektedir.
Yayınlandığı yıl birçok dağcılık kulübü ve doğasever tarafından beğenilen filmlerin ilk sırasında yer alan Everest, kendini keşfetmek isteyen, sınırlarını zorlayan ve zincirlerinden kurtulmayı hedefleyen herkes için bir başyapıt özelliği taşır. Ayrıca, Everest yolunda hayatını kaybeden dağcılar için de anı niteliği taşımaktadır. Donmuş bedenleri hâlâ dağın çevresinde bulunmaktadır.