Dünyanın En Güzel Kadınısın Sen!

Sinema tarihinin gelmiş geçmiş en güzel kadınlarının akıllarda en çok yer eden filmlerini incelemeye ne dersiniz? Sırayla Rita Hayworth, Katharine Hepburn, Ingrid Bergman, Audrey Hepburn, Greta Garbo, Marilyn Monroe, Grace Kelly, Jane Fonda, Sophia Loren ve Elizabeth Taylor’un en iyi performanslarını sergilediklerini düşündüğüm filmleri bu liste ile derlemeyi istedim. Sinemayı ve dünyayı güzelleştiren kadınlara… İyi seyirler… Gilda (1946) Charles Vidor’un yönetmenliğini yaptığı film, kara film türünün en ünlülerindendir ve Rita Hayworth’u sinema tarihinin en ünlü femme fatale karakteri Gilda ile özdeşleştirmiştir. Gilda rolü Rita Hayworth’un yaşamını öylesine ele geçirmiş ve yıldızın aşk hayatını o kadar etkilemiştir ki efsaneye “Erkekler yatağa Gilda ile giriyor ama sabah benimle uyanıyorlar.” dedirtmiştir. Film, Rita Hayworth’un dans sahnesiyle ölümsüzleşmiştir. Kendinden sonra gelen pek çok filme esin kaynağı olan film, işlediği konunun klişeleşmesine neden olmuştur. Türk sinemasında da Boşver Arkadaş (1974) ve Devlerin Aşkı (1976) filmleri bu furyadan etkilenen filmlerdir. Filmin konusuna gelirsek güzeller güzeli Gilda yaşça kendinden oldukça büyük olan kumarhaneler kralı Ballin ile evlidir. Johnny ile Ballin’in yolu bir şekilde kesişir ve Johnny, Ballin’in en güvendiği adam haline gelir. Ancak işler Johnny’nin, Ballin’in yanında Gilda’yı görmesi ile değişir. Johnny, her ne kadar Gilda’dan nefret eder gibi görünse de ikisinin çözmesi gereken ve eskiye dayanan bir aşk hikayesi vardır. Filmde, oyuncuya Glenn Ford ve George Macready eşlik eder. Bringing Up Baby (1938) David Huxley kendi halinde bir paleoantologdur. Çalıştığı müzeye bir milyon dolar bağış yapacak olan Elizabeth Random’un avukatıyla görüşmeye gittiğinde Random’un yeğeni Susan ile tanışır. Susan görür görmez David’e âşık olur. Ne var ki David, Alice adındaki nişanlısıyla evlilik arifesindedir. David’in evlenecek olduğunu öğrenen Susan, türlü oyunlarla David’i sevgilisinden ayırmaya çalışacaktır. Üstelik hikâyeye bir de leopar dahil olmuştur. Susan’ın ağabeyi Mark Brezilya’dan bir leopar gönderir. Baby adını verdiği bu yavrunun, teyze Elizabeth Ramdom’a teslim edilmesi gerekmektedir. David, tamamlaması gereken bir Brontozorus iskeleti, nişanlısı Alice, bir leopar ve ısrarcı, laf dinlemez ve tam bir baş belası olan Susan ile baş etmek zorundadır. Karizmatik rollerin kadını Katharine Hepburn’u ilk kez böylesine muzip bir rolde gördüğümüz film, sırf bu neden ile Amerikan seyircisi tarafından gişede cezalandırılmıştır. Değeri çok sonra anlaşılan film, screwball comedy türünün en güzel örneklerinden olup gerçek bir klasiktir. Filmin yönetmenliğini Howard Hawks yapıyor ve Hepburn’e, Cary Grant eşlik ediyor. Casablanca (1942) Ingrid Bergman denince tabii ki ilk akla gelen film Casablanca . Yönetmenliğini Michael Curtiz’in üstlendiği filmde, Ingrid Bergman’a, Humphrey Bogart, Claude Rains ve Paul Henreid gibi dönemin usta oyuncuları eşlik eder. Film, En İyi Film, En İyi Yönetmen ve En İyi Senaryo dallarında Oscar kazanmıştır. 2. Dünya Savaşı sırasında Hitler’den kaçan Avrupalılar, Amerika’ya ulaşabilmek için önce Lizbon’a gitmek zorundadırlar. Lizbon’a gitmeden önceki durakları ise Fas’ın Casablanca şehridir. Şanslılar bir yolunu bulup çıkış iznini alarak Lizbon’a giderken, kalanlar ise Casablanca’da beklemektedir. Ilsa ve Victor da Yeni Dünya’ya çıkış yolunu buluncaya dek Casablanca’da duraklayan evli bir çifttir. Ilsa ve Victor’un kaderi, şehrin en popüler barının sahibi Rick’in ellerindedir. Rick’in ise direniş örgütünün lideri Victor’un yakalanmasını istemesi için geçerli bir nedeni vardır. Ilsa, Rick’in bir zamanlar Paris’te büyük bir aşk yaşadığı, unutamadığı sevgilisidir. Ilsa, kendi deyimiyle “Dünyanın bütün ülkelerinin bütün şehirlerindeki bütün barların içinde” Rick’s Café Americain’e girmiş ve ikisinin de hayatını değiştirmiştir. Sam’in piyanosundan As Time Goes By dökülürken Rick’in, Ilsa’nın Victor ile kaçışına yardım edip etmeyeceğine karar vermesi gerekmektedir. Roman Holiday (1953) Audrey Hepburn’un başrol oynadığı ilk filmdir. Hepburn bu film ile En İyi Kadın Oyuncu dalında Oscar, BAFTA ve Altın Küre ödüllerini kazanmış ve dünya çapında tanınan bir yıldız haline gelmiştir. Filmin yönetmeni William Wyler’dır ve yıldıza Gregory Peck ile Eddie Albert eşlik etmiştir. Audrey Hepburn filmde, hangi ülkeden olduğu belirtilmeyen bir prensesi canlandırmaktadır. Prenses, Avrupa’nın çeşitli ülkelerine diplomatik ziyaretler düzenlemektedir ve sıra Roma’ya geldiğinde artık resmi protokolden çok sıkılmıştır. Onun tek istediği normal insanlar gibi pijamalarını giyip yatağa girmek ve sokaklarda özgürce dolaşabilmektir. Prenses Ann bu isteğini bir gece nihayet gerçekleştirir. Ancak uyuyamadığı için doktorunun ona yaptığı sakinleştirici ilaç tam da o dışarıdayken etkisini gösterir ve prenses tıpkı evsizler gibi bir çeşme başında uyuyakalır. Onu, içinde bulunduğu bu zor durumdan Amerikalı bir gazeteci kurtarır ve prenses olduğunu anlamadığı kişiyi, geceyi güvende geçirmesi için evine götürür. Ertesi gün ise prensesle olan randevusuna geç kalan gazeteciyi bir sürpriz beklemektedir. Evine aldığı kızın prenses olduğunu öğrenen Joe Bradley, karşılığında beş bin dolar kazanacağı bir haberin ve tabii ki prenses Ann’in peşine düşecektir. Grand Hotel (1932) Greta Garbo’nun, American Film Institute’ün (AFI) AFI’s 100 Years… 100 Movie Quotes listesinin 30. sırasında gösterilen ünlü “I want to be alone.” repliğini söylediği filmdir. Filmin bir diğer özelliği ise En İyi Film dalı dışında başka adaylığı bulunmayan ve bu dalda Oscar kazanan tek film olmasıdır. Yönetmenliğini Edmund Goulding’in yaptığı filmde, Garbo’nun yanı sıra Joan Crawford, Lionel Barrymore ve John Barrymore yer alıyor. Greta Garbo’nun Rus bir balerini canlandırdığı film Berlin’deki Grand Hotel’de geçmektedir. Otel, gelip geçen konuklarıyla adeta hayatın kendisini temsil etmektedir. Baron kılığına bürünen Felix von Geigern biriken kumar borçlarını ödeyebilmek için otelde bulunan Rus balerin Grusinskaya’nın inci kolyesini çalmayı planlamaktadır. Şirket anlaşması için otelde kalan iş adamı Preysing ise öykünün en etkileyici karakterlerinden olan stenograf Flammchen’i etkilemeye çalışmakta, eski bir zengin olan Otto Kringelein ise son paraları ile gününü gün etmektedir. Bu büyük otelde yolları kesişen tüm misafirleri, bir şekilde bulaştıkları ortak bir deneyim beklemektedir. Some Like It Hot (1959) Yaşarken efsaneleşen, ölümü ile gelmiş geçmiş en ikonik kadın oyunculardan biri haline gelen Marilyn Monroe’nun en meşhur filmidir. Billy Wilder’in yönetmenliğini yaptığı filmde Monroe’ya Tony Curtis ve Jack Lemmon eşlik eder. Monroe bu film ile En İyi Kadın Oyuncu dalında Altın Küre’nin sahibi olmuştur. Film aynı zamanda En İyi Film dalında da Altın Küre’yi kazanırken, Jack Lemmon’a da En İyi Erkek Oyuncu dalında Altın Küre’yi getirmiştir. Bu film de tıpkı Gilda gibi konusu ile klişeleşmiş ve Türk Sineması’nda da Fıstık Gibi Maşallah (1964), Fıstık Gibi (1970) ve Çapkın Kızlar (1975) olmak üzere üç örnek ile yeniden çekilmiştir. Joe ve Jerry beş parasız iki müzisyendir. İkili bir gün çeteler arası bir çatışmaya tanık olurlar ve arkalarında tanık bırakmak istemeyen Columbo ve adamlarının ellerinden kaçmayı başararak kasabayı terk ederler. Tamamen kızlardan oluşan bir orkestraya girmeyi başaran ikili, bunu kadın kılığına girdiklerinde gösterdikleri performansa borçludurlar. Çok geçmeden Joe orkestrada şarkı söyleyip ukulele çalan Sugar Kane’e âşık olur. Sugar Kane’in planı ise zengin bir milyoner bulup, evlenmektir. Bunu öğrenen Joe, petrol kralı kılığında Sugar Kane’nin karşısına çıkar ve onun gönlünü kazanmaya çalışır. Jerry’nin ise başı gerçekten beladadır zira kadın kılığında canlandırdığı Daphne’ye gerçek bir milyoner âşık olmuştur bile! To Catch A Thief (1955) Alfred Hitchcock’un yönetmenliğini üstlendiği filmde Grace Kelly’e, Cary Grant eşlik ediyor. Robie, “Cat” lakaplı emekli bir hırsızdır. Bu işlere artık tövbe ettiğinden beri Fransız Riviera’sındaki lüks evinde kendi halinde bir hayat sürmektedir. Ancak son günlerde yaşanan mücevher hırsızlıkları Robie’nin üstüne yıkılmaya çalışılmakta, o ise gerçek hırsızın izini sürmektedir. Bunu yaparken de şımarık Frances ile annesinin göz alıcı mücevherlerini hırsıza yem olarak sunmayı planlar. Lakin işler umduğu gibi yolunda gitmeyecek, o hırsızı kovalarken Frances de Robie’nin peşine düşecektir. Barefoot in the Park (1967) Gene Saks’ın yönettiği filmde Jane Fonda’nın yanı sıra Robert Redford, Charles Boyer, Mabel Albertson, Mildred Natwick ve Herb Edelman yer almıştır. Corie ve Paul birbirine taban tabana zıt karakterlere sahip yeni evli bir çifttir. Paul henüz stajyer bir avukat olduğu için asansörsüz bir apartmanın ancak 5. katında bulunan çatı katı daireyi tutabilir. Evin 5. katta olması nedeni ile yaşanılanlar film boyunca komik sahnelerin bel kemiğini oluşturur. Paul muhafazakar ve ciddi karakterli biri iken, Corie bir o kadar özgür ruhlu ve alaycıdır. Bu nedenle evliliklerinde hırgür eksik olmaz, ancak birbirlerinden de vazgeçemezler. Film, sınırlı mekanda geçmesine karşın güçlü diyalogları sayesinde temposu hiç bitmeyen bir durum komedisi. Jane Fonda ve Robert Redford’u bir araya getirmesi ise filmi klasikler arasına sokmuştur. La Ciociara (1960) Yönetmenliğini Vittorio De Sica’nın yaptığı filmde, Sophia Loren’e Jean Paul Belmondo eşlik ediyor. Loren bu film ile En İyi Kadın Oyuncu dalında Oscar ve Cannes Film Festivali’nde ödül kazanmıştır. İlk kez bu film ile İngilizce dışındaki bir dille performans sergileyen bir oyuncuya Oscar verilmiştir. Filmde kızını savaşın kötülüklerinden korumaya çalışan bir kadının hikayesi anlatılır. Cesira, dul bir esnaftır. 2. Dünya Savaşı sırasında, Roma’nın bombalanması nedeni ile Cesira, doğduğu yer olan Ciociara’ya on üç yaşındaki kızı Rosetta ile birlikte kaçar. Cesira, Ciociara’ya geldikten sonra komünist olan Michele’in ilgisini çeker ve birlikte olmaya başlarlar. Rosetta da Michele’i babası yerine koymaya başlar. Ancak Michele çok geçmeden tutuklanır. Bunun üzerine Cesira ve Rosetta tekrar Roma’ya dönmeye karar verirler. Yolda, anne ve kıza bir grup Fransız askeri tecavüz eder. Çok ağır bir travma geçiren Rosetta tecavüzler sonucunda hamile kalır ve çocuk sahibi olur. Yaşadıkları yetmezmiş gibi Cesira, Michele’in Alman askerleri tarafından öldürüldüğünü öğrenir. Anne ve kızın birbirlerine sığınmaktan başka çareleri kalmamıştır. Cat on a Hot Tin Roof (1958) Richard Brooks’un yönetmenliğini yaptığı filmde, Elizabeth Taylor’a Paul Newman eşlik ediyor. Oscar’a yedi dalda aday gösterilen film, Güneyli bir Amerikan ailesinin yalan, riyakarlık ve rekabetle örülü hayatlarının iç hesaplaşmasını anlatıyor. Harvey’in 65. doğum gününü kutlamak için bütün aile biraraya gelmiştir. Ancak bu buluşma samimi niyetler taşımamaktadır. Ailedeki herkesin kendine göre bir derdi ve burada bulunmak için bir çıkarı vardır. Aralarındaki en masum kişi ise kocasının aşkını yeniden kazanmaya çalışan ve ailede kimse tarafından sevilmediği için kendini kızgın bir damda dolaşan kediye benzeten Maggie’dir. Maggie, film boyunca katıksız bir sevgiyle bağlı olduğu Brick’i içinde bulunduğu buhrandan çıkarmak için çabalar. Harvey’in ise yaşamı, çevresindeki kimsenin sevgisine inanmadığı bir riya içinde geçmiştir. Karakterlerin tek tek dramlarını öğrendiğimiz filmde, baba-oğul çatışması ve bir evliliğin kurtarılmaya çalışılması çok iyi işlenmiştir.

YazarınDiğer Yazıları

Bir yanıt yazın Yanıtı iptal et

Editörün Seçtikleri

Welcome Back!

Create New Account!

Retrieve your password