Baş dönmesi, mide bulantısı, anksiyete, kalp çarpıntısı, nefes darlığı, depresyon, panik atak… Tüm bu belirtiler ne bir hastalığın teşhisine işaret ediyor ne de yaklaşan bir korkunun habercisi. Ancak perdeden yansıyanlar, fizyolojimizde her birini ortaya çıkararak iki boyutlu bir dünyaya üçüncü boyutu, ‘his’ deneyimini oluşturuyor. İşte bu noktada avant-garde yapımlarla sinema literatürüne giren deneysel sinema kavramından biraz daha farklı bir yaklaşım olarak ‘deneyimsel sinema’ karışımıza çıkıyor.
Kurgusu belli bir zaman ve mekânın dışında oluşturulabilen, net olmayan görüntüler ve asenkronize seslerden meydana gelen efektlerle izleyiciyi adeta bir deneyin nesnesi hâline getiren deneysel sinema, sinemayı bir sanat olarak değerlendirmektense oluşturmak istediği etki için bir bağlam gibi kullanır. Dolayısıyla deneysel sinema yapımları düşük bütçeli olup sanatsal filmlerin titiz süreçlerinden geçmez. Bunun yanı sıra sinema sanatını, izleyicide fiziksel hisler yoluyla etkileşimli hâle getiren yapımlar, bu dala yeni bir boyut da kazandırmıştır. Gerek görüntülerin tersten akıtılması, gerek ses ve görüntü efektleriyle deneyimsel filmler, psikolojik ve zihinsel etkiyi değindiğimiz fizyolojik belirtilerle bedenin tamamında hissettirerek izlemeyi yaşamakla birleştirir. Hassas bir kurgu tasarımı gerektiren bu yapımlar, böylelikle izleyiciyi fiziksel anlamda dâhil olmadığı iki boyutlu bir perde düzleminin merkezine, yani sinema deneyiminin tam ortasına yerleştirir. Henüz sinema dimağında resmen tanınmış bir tür olarak kabul edilmese de hızla içine doğru ilerlediğimiz simülasyon çağının bir sonucu -ve belki gerektirmesi- olarak deneyimsel sinema, filmi yaşatmayı ve bu şekilde her izleyiciyle birlikte kurguyu yeniden, bireysel hislerle inşa ederek kişi adedince özgün yapımlar ortaya koymayı hedeflemektedir.
Bu özel dosyamızda sizlere beyazperdeye yansıyanları adeta yaşatan, deneysel olmasa bile ‘deneyimsel’ etki bırakan yapımlara göz atacağız. Ancak başınıza geleceklere hazırlıklı olun; eğer tahammül edemezseniz durdurun filmi, çıkacak var!
Irreversible (Yön. Gaspar Noe, 2002)
Henüz en başta adıyla dahi izleyiciyi, birazdan tanık olacaklarına karşı uyaran ve suç, şiddet, kontrolsüz öfke gibi olumsuzluk içeren unsurların yanı sıra sansasyonel tecavüz sahnesiyle de çok konuşulan film, bir defa izlemeye başlandığında bırakacağı etki dolayısıyla da geri dönüşün olmadığını belirtir. Yönetmen Gaspar Noe’nin ifade ettiği üzere film, “aversion therapy”, yani nefret terapisi oluşturmak adına böyle bir üslup benimsemiştir. Buna göre aşırı suç ve şiddeti çıplak bir şekilde ortaya koyan sahneler, psikolojide ters (filmin adına da bir gönderme olarak ‘reverse’) etki yaparak nefret duygusunu, tecavüze ve suça eğilimi yatıştırmaktadır. Ne ki Noe’nin iddiasına karşılık filmin kaderine bakıldığında bunun aksinin de söz konusu olması mümkün. Zira gösterimi boyunca özellikle tecavüz sahnesinin yer aldığı sekans, izleyici üzerinde çoğunlukla psikolojik bir baskı, bunalma, tahammülsüzlük şeklinde tezahür ederek bugüne değin pek çok kişinin, sinema salonunu terk etmesiyle sonuçlanmıştır. Oysa filmin bünyesinde yer alan suç temalı unsurlar, savaş filmlerinin hemen hepsinde yer alan ve dolayısıyla da izleyicinin muhtemelen sayısız kez tanık olduğu yahut farkında olduğu birer gerçekliktir. Buna rağmen aynı unsurlar, Noe’nin filminde neden ‘ters’ bir etki yapar?
Bunda en önemli etmen, filmin sıra dışı montaj ve teknik özelliğidir. Yine adından hareketle sonu başa getiren film, şimdiki zamandan geçmişe doğru ilerler. Bu nedenle gerilimin zirvesi, açılış sahnesiyle başlar; kurgu ilerledikçe de gerilimin çıkış noktası temellendirilir, başlangıçtaki sarsıcı ve anlam ilişkililiği henüz bulunmayan sahneler birer neden-sonuç ilişkisiyle örülür. Filmin sonuna doğru yaklaşıldığında ise baştaki gergin ve öfkeli şiddet sakinleşerek yerini, her şeyi anlamlandıran bir aşk hikâyesine bırakır. Bu nedenle filme gerilimle başlayan izleyici, sona gelindiğinde zihinsel olarak bilinçaltında ayrıntıları anlamsal bir ilişki zincirine eklemiş olmanın rahatlığını deneyimleyerek adeta suçun ardından huzuru yaşamaktadır. Sonunda Noe gösterir ki eğer geri dönüşü olmayan bir yola girildiyse bir defa, kaçmaya çalışmak yerine sonu anlamlandırmak, kurtuluşun tek çaresidir.
Climax (Yön. Gaspar Noe, 2018)
2018’in kuşkusuz, en çok ses getiren yapımlarından Climax, bu özelliğini salt barındırdığı temalardan değil, bunu sunduğu görsel teknik ve üsluptan da alır. Filmin altında 2002 yapımlı Irreversible’ın da yönetmeni olan Gaspar Noe’nin imzasının bulunmasıysa şaşırtıcı değildir. Dört duvar arasına akla gelebilecek hemen her insanlık suçunu sığdırmayı başarabilen film, her bir şiddet ve olumsuzluk unsuruyla aslında insanlık tarihinin siyasal gündemini baştan sona ortaya koymaktadır. Öte yandan adı üzerinde Climax, metaforlarla örülü her sahnenin amacını, duygusal zirveyi en üste seviyede tutarak verir. Tekinsizliği ana tema olarak belirleyen film, nitekim en başta inşa ettiği bu zirveyi korumak için temel unsur olarak kullanır. Görsel anlamda da fizyoloji üzerinde uyarıcı etkiye sahip renk olan kırmızı tonlarının hakimiyeti, izleyicinin biyolojisinin de aynı amaçta başka bir unsur olarak kullanıldığını gösterir. Ayrıca kırmızının yanında, araya mavi ve yeşilin de dâhil olduğu koridor geçişleri, hipnoz etkisi oluşturarak bu sahnelerin ardındaki uyuşturucu görüntülerinin deneyimsel etkisini, izleyicide önceden oluşturur. Bunun ardından film, uyuşturucuyla birlikte süper ego’nun kontrolünü ortadan kaldırarak karakterleri çırılçıplak, yani salt hayvani özelliklerinin ifade bulduğu id’leriyle baş başa bırakarak sapkınlığın hangi boyutlara ulaşabileceğini gösterir.
Yaklaşık bir buçuk saat içinde peş peşe sıralanan ve adeta bir müziğin ortak koreografisini oluşturan suç zinciri, izleyicide şok etkisi yaratırken aslında tanık olduklarımız, bugüne değin insanlık tarihinde işlenen suçların makro boyuttan mikro boyuta indirgenmesinden başka bir şey değildir. Bu anlamda filmin esas şok eden tarafı, görsel olarak sunulan sahnelerden ziyade bu sahnelerin temsil ettiği gerçekliği bizzat yaşamış olmamız, bunu kanıksadığımız için de neredeyse görmezden gelmemizdir. Dolayısıyla Climax bir suç portresi değil, suçu portreleyen insanlığa tutulmuş bir aynadır.
Rabia Elif Özcan
Requiem for a Dream (Yön. Darren Aronofsky, 2000)
Yönetmenliğini Darren Aronofsky’ın yaptığı film, Hubert Selby’nin aynı adlı romanından sinemaya uyarlanmıştır. Bağımlı olmayı ve bağımlılığın olası yıkıcı etkilerini filmde dört ana karakter üzerinden izleriz. Uyuşturucu uğruna her şeyi göze alan uyuşturucu bağımlısı üç genç ile ölen eşine bağlı yalnız bir kadının zayıflama haplarına ve televizyon bağımlılığına doğru giden hikâyesi, oldukça çarpıcı bir dille ve cesur sahnelerle seyirciye sunulur.
Film, karakterlerin hislerini ve bağımlılıklarını izleyiciye zorla ve tüm çıplaklığı ile anlattığı için rahatsız edici sahneler içermektedir. Genel izleyicinin rahatsızlık hissedeceği sahnelere yer verilmesi aslında yönetmenin finale doğru giderken başka çıkışın olmadığına izleyiciye kabul ettirmek istemesindendir. Tıpkı bir labirent içindeki kobay fare gibi yönetmen, izleyiciye sorgulamasına izin vermeden, yoruma açık bırakmaksızın gitmesi gereken yere doğru yönlendirir. Yönetmen Aronofsky, farklı kamera açıları ve kurgu teknikleri ile karakterlerin bağımlılıklarını, istek ve arzularını, girdikleri çaresizlik ve bunalımları karakterlerin bakış açısı ile görmeyi ve onların duyduğu gibi duymayı izleyiciye başarıyla aktarmıştır.
Aronofsky’ın kült filmi olan Requiem for a Dream filminde hip-hop kurgu tekniği kullanılmış ve filmin müziklerini Clint Mansell üstlenmiştir. Filmin ana müziği olan Lux Aeterna bugün hâlâ birçok gerilim sahnesinde kullanılmaktadır.
Büşra Soylu
127 Hours (Yön. Danny Boyle, 2011)
Oscarlı yönetmen Danny Boyle’un gerçek bir hikâyeden esinlenen filmi 127 Hours (2011) genç bir dağcının kaya parçalarının arasına sıkışarak 5 gün boyunca hayatta kalmaya çalışma mücadelesini konu alır. 6 Oscar’a aday gösterilen film, doğanın heybetini ve insanlığa karşı üstünlüğünü bir kez daha hatırlatıyor.
Aç, susuz ve kayaya sıkışmış bir halde kendini psikolojik ve fizyolojik anlamda dengede tutmaya çalışan Aron Ralston’a hayat veren oyuncu James Franco, 127 saat boyunca adım adım ilerleyen gerginlik ve çaresizlik hissini başarılı bir şekilde perdeye yansıtıyor. Film boyunca hissedilen kapana kısılmışlık hissi, mantıksal bir kabulleniş ve direnişle birleşerek izleyiciyi olayın içine çekmeyi başarıyor. Empati ve gerilimin buluştuğu 127 Hours, Aron’un halüsinasyonları ve geçmişe dönüşleriyle birleşerek tek mekan sabitliğinden uzaklaşıyor, bu sayede de izleyiciyi film boyunca hikâyenin içinde tutuyor.
Nihayetinde yaralı ve çaresiz bir şekilde sıkışıp kaldığı kayadan kurtulmak için tüm cesaretini toplayan Aron’un kemiklerini kırma ve kolunu kesme sahnesi, içimizde hem bir huzursuzluk hem de rahatlama hissi uyandırarak 127 saatlik macerayı Aron’la birlikte tamamlamanın haklı gururunu yaşatıyor.
Buried (Yön. Rodrigo Cortés, 2010)
Irak’ta şoförlük yapan Paul Conroy, bir gün gözünü açtığında kendini karanlıkta, bir tabutun içinde bulur. Elinde sadece bir çakmak ve cep telefonu bulunan Amerika asıllı bu adamın, tabutun klostrofobik ambiyansı karşısında, sakinliğini koruyarak kendini oradan kurtaracak yöntemi keşfetmesi tek çıkış yoludur. İspanyol yönetmen Rodrigo Cortés’in 2010 yapımlı gerilim dolu filmi, Ryan Reynolds’un oyunculuğuyla buluşarak 90 dakika boyunca sizi huzursuz bir kalp çarpıntısına davet ediyor.
Tek kişi ve tek mekan özelinde devam eden film, sıkışmışlık ve dünyadan koparılmışlık hissini yansıtırken kendine güven ve telkin duygularının gücünü de ortaya koyuyor. “Ben bu durumda olsaydım ne yapardım?” sorusunu akıllara getiren Buried tarih sahnesinden olaylara da atıfta bulunarak insanın ölümle burun buruna gelme sürecini hafızalara getirmekte.
Yağmur Baki
Funny Games (Yön. Michael Haneke, 1997)
Funny Games (1997) , Michael Haneke’in yazıp yönettiği ve başrollerinde Susanne Lothar, Ulrich Mühe, Arno Frisch ve Frank Giering’in oynadığı korku-drama türündeki 1997 yapımı bir filmdir. Peki Funny Games sadece korku-drama türündeki bir film midir? Haneke’nin kahkahalarını duyuyor musunuz? Çünkü o yanıldığınızı söylüyor… Funny Games’te burjuva toplumu tarafından estetize edilen şiddetin eleştirisini ortaya koyan Haneke, özellikle medyada ve sinema filmlerinde sıklıkla pornografik biçimde kullanılan şiddeti oyunlaştırıyor. Fakat Haneke bunu yaparken Paul ve Peter’ın şiddet eylemlerini seyirciye göstermiyor. Nasıl yani? Filmlerle ilgili bir derdiniz olduğunu düşünün. İzlediğiniz tüm filmlerde sahneleri önceden tahmin edeceğiniz bir sıradanlık var. Ve siz bundan çok sıkıldınız. Bir gün ıssız bir sokaktasınız ve bu sokakta yürüyorsunuz. Çevrenizde burjuvanın doğaya atadığı muntazam bir uyumluluk var. Ağaçlar bile diz çökmüş sanki o tek katlı villa tipi evlere. Bir evin önünden geçiyorsunuz. Evin bahçesinde bir köpek var. Kuyruğunu sallayarak mutlu mesut evine giriyor. Filmin en başında dışarıda gördüğümüz aile ile birlikte… Aslında burada filmin başında izlediğimiz ve dışarıda olan kamera, paralel kurgu teriminin öngördüğü işleyişle, olayın gerçekleşeceği mekândan durağan bir mekâna geçiyor. Pencerenin önüne doğru yaklaşıyorsunuz. 3 kişilik bir aile. Ama bir dakika… Arkası dönük aileye karşı oturan iki genç fark ediyorsunuz. Bu iki genç, bembeyaz kıyafetleriyle ailenin karşısındaki kanepede oturuyorlar. Aileden olabilirler mi? Bir şey konuşuyorlar. İşte mutlu aile filmlerindeki gibi bir tablo diyorsunuz içinizden. Ancak gençlerden bir tanesi ayağa kalkıyor, golf eldiveni ve sopasıyla aileden birisini katlediyor! Ama bıçak nerede? Tüm sıradan korku filmleri algınız yıkılıyor. Hayretler içinde izlemeye devam ediyorsunuz ve içinizden bu kötü sonla biten bir korku filmi diyorsunuz. Ama yanılıyorsunuz, çünkü değil! Psikopat gençlerden bir tanesi pencereye doğru dönüyor ve gözlerinizin içine bakarak “Onların tarafındasınız değil mi?” diyor. Nefesiniz tutulmuş ve kalbiniz hızla atıyor. İşte Haneke, her zamanki filmlerden farklı olarak sizi pencerenin dışarısında bırakıyor. İçeride neler olduğunu merak ediyorsunuz ancak bir türlü tüm sahneyi göremiyorsunuz. Sıradan korku ve gerilim filmlerinin dışında siz sadece nesneleri görebiliyorsunuz. Burjuvanın klasik dinginliğine tamamen zıt bir şekilde metal müziği sonuna kadar kulaklarınıza dolduruyor. Ancak Testere filminin tam aksi bir şekilde kan gövdeyi götürmüyor. Siz sadece sıradan burjuva bir ailenin sıradan evine konuk oluyorsunuz. Tüm bu Hollywood tabularını kıracak olan iki psikopat genç, yemeğe misafir olarak katılıyor. Ve işte bugüne kadar alışık olduğunuz olguları kırıp geçen yönetmen, filmde istediğiniz görüntüleri size vermiyor, cinayeti göstermiyor ve en vurucu olanı ise sizinle adeta dalga geçiyor. Film sahnelerini başa sarıyor, kamerasını kan sıçrayan bir televizyon ekranında tutuyor ve bembeyaz yumurtayı yere fırlatıp içindeki sapsarı sıvıyı gösteriyor. Tıpkı tenimizle kanımızın oluşturduğu tezatlık gibi. Evin kapısı açılıyor ve kadın önünüzden geçip gidiyor. Filmin bittiğini sanıyorsunuz ancak oyun daha bitmiyor. Tebrikler artık siz de Funny Games’in içindesiniz. Farklı bir deneyim yaşamak üzeresiniz kameraya el sallayın!
Dogville (Yön. Lars von Trier, 2003)
Üç saatliğine Tanrı olduğunuzu hayal edin. Her şeyi ve herkesi aynı anda o kadar net görüyorsunuz ki. Suçluluk, yalan, öfke, kin ve dahası… Lars von Trier sineması ve alışılmışın dışına çıkan filmi Dogville (2003) sizi kısa bir süreliğine de olsa Tanrılaştırıyor. Sinemadan beklenilenin aksine oyuncuları bir tiyatro sahnesinde izliyorsunuz. İzlemekle kalmıyor onlara daha yakından tanık oluyorsunuz. Trier bu sayede filmin sinema üslubunu darmadağın ederek aynı zamanda kapitalizm eleştirisini mercek altına alıyor. Trier tarafından belirlenen mekânlar seyirciyi edilgenleştiriyor ve çoğu sahneleri izlediğiniz için aslında bir suçluluk duygusu hissediyorsunuz. Ya bir dakika aslında ben doğruyu yapıyorum, film izliyorum derken filmdeki kriz anlarında -Grace’in uğradığı ilk tecavüz gibi- birden bir şok ve kafa karışıklığı ile kapı ve duvarların olmadığını hatırlıyorsunuz. Dogville’in sahnesi, en mahrem anlarda bizi film üzerinde daha yoğun bir yansıma bulmamızı sağlıyor. Bize sunulan ortamı gerçekçi bir şekilde yansıtan sahnesi, birebir olması gereken eşyalarla oluşturuluyor ve gerçeğin taklidi, hayali bir atmosfer ve yanılsamadan ziyade doğal sahne ile sinemaya karşı bir duruş gösteriyor Dogville. Etik, felsefe gibi konuları Tanrısal bakış açısıyla irdelemek istiyorsanız ve sosyal psikolojiye ilginiz varsa Dogville size bunu gözleme fırsatı sunuyor.
Göksu Ertüren
A Clockwork Orange (Yön. Stanley Kubrick, 1971)
Eğer bir filmi durdurup, sinemadan koşarak çıkacak olsaydım bunu kesinlikle Stanley Kubrick’in tam “Onun devri bitti artık!” denilen dönemde bomba gibi patlattığı ve hala efsane olduğunu kanıtladığı A Clockwork Orange filminde yapardım. Antony Burgess’in kült romanında uyarlama olan film pek çok uyarlamanın aksine izleyiciyi sarsmayı başarmıştır. Filmi en iyi anlatan cümle bence Türkiye’de Aziz Üstel çevirisi ile yayımlanan kitabın arka kapağında yer alan tanıtım cümlesidir. Burgess’in kitabı için aynen şöyle denmiştir: “…Rahatsız edici, ürkütücü, kaygılandırıcı, ama her şeyden önce ‘insanlığın durumu’ üzerine düşündürücü bir roman.” Buna bir de Kubrick yorumu ekleyip varın siz düşünün izleyicinin sarsılma derecesini. Ben önce kitabını okuyup ardından filmini izlemenizi tavsiye ederim. Konusuna gelirsek, 14-15 yaşlarındaki bir grup şiddet bağımlısı gençten oluşan bir çete çevrelerine dehşet saçmaktadır. Yaptıkları eylemler dükkan yağmalayıp, sokakta gördükleri yaşlıları tartaklamadan; ev basıp evin hanımına tecavüz etmeye kadar ağır suçları içermektedir. Çetenin lideri Alex yakalandığında cezası hapse atılmak yerine, onu normal bir insan yapmayı amaçlayan bir dizi deneyin kobayı olarak kullanılmak olur. Alex’i şiddetten arındırmaktan için bu kez bilinçli olarak Alex’e şiddet uygulanır. Burgess ve Kubrick, Alex’in yaptıkları ve Alex’e yapılanlar karşısında izleyici kocaman bir soru işareti ile yapayalnız bırakır. Film, 1972 yılında dört dalda Oscar’a aday gösterilirken, filmin oyuncuları Malcolm McDowell, Steven Berkoff, Patrick Magee, Warren Clarke ve Michael Bates’tir.
Hunger (Yön. Steve McQueen, 2008)
Kuzey İrlanda’nın Birleşik Krallık’a karşı bağımsızlığı için savaşan IRA’nın 1981 yılında başlattığı açlık grevlerine örgüt mensubu olmamasına karşın destek veren efsane direnişçi Bobby Sands’in hikâyesinin anlatıldığı film, yine izleyici sarsan çarpıcı bir yapım. Adım adım ölüme giden Bobby Sands’in hırpalanan bedeni, adanan bir amaç uğruna ölümü göze alma güdüsünün ete kemiğe bürünüşünün ta kendisi. Aktör Michael Fassbender, Bobby Sands’in ‘ölüm orucu’ eylemini kusursuz bir beden dönüşümü ile yansıtıyor. Yönetmen Steve McQueen’in ilk filmi olan filmin, aynı dönem çekilen ve yine bir ilk film olan Sonbahar (Özcan Alper, 2008) filmi ile birlikte izlenmesini tavsiye ederim. Vizyona girdikleri yıl arka arkaya izlediğim bu iki film bende sanki birbirlerinin devamıymış izlenimi bırakmıştı.
Ezgi Ulukoca