Bizler zamanla yaşar, zamanla ölürüz. Hayattan gün aldıkça zamanı yaşamayı, zamanla yaşamayı ve yeri gelir, zamana rağmen zamansız yaşamayı öğreniriz. Kimi güzellikler ömrümüze zaman kazandırır; kimi felaketler vakitten çalar. Ve biz aldığımız her nefeste dünyaya yeniden gelir, zamanın yokluğunu ve hiçliğini anladığımız an, zamanla ölürüz. Bir kargo firmasında çalışan Chuck Noland’ın, ekip arkadaşlarını harekete geçirip ‘zaman öldürmemelerini’ sağlamak için kullandığı bir mottodur bu. Ancak hemen her gün zamanla yarışırken dile getirdiği bu söz, trajik bir anlam kazanacaktır. Peki, zaman kavramını kendine baş rakip edinip ona rağmen hayata yetişmeye çalışan bir kimse için böylesi müphem bir algı buharlaştığında anlamdan söz etmek mümkün olabilir mi?
Talihsiz uçak kazası sonucu ıssız bir adaya düşen ve burada tek başına kendi dünyasını kurmak zorunda kalan Chuck, günümüz postmodernist ve yapısalcı teorilerin hayattaki pratiğine dair bize ipuçları veriyor olabilir. Doğrudan soyut kavramlarla ve ‘kavram’ın kendisiyle giriştiğimiz bu analiz, filme uzaktan bir yaklaşım gibi görünebilir. Fakat Tom Hanks’in canlandırdığı başrol karakterimiz Chuck’ın kavramlar dünyası değiştikçe kurgu, taşları yerine oturtmaya başlayacaktır. Biz en başta Chuck’ın nasıl bir dünyada yaşadığına bakalım, ardından değişimin dinamiklerini takip edelim.
Kargo firmasının operasyon bölümünde çalışan Chuck, ‘zamanla yaşayıp zamanla ölmeyi’ kendine bir mantra gibi telkin eder durmadan. Çalışanlarına da bu ilkeyi salık verirken kastettiği zaman, deneyimlere bağlı bir süreçten ziyade yirminci yüzyıl modernitesinin ve ona karşı cephelenmiş modernizmin parçalara ayırdığı, anlık birleşimlerden ibarettir. Bir bakıma içine katıştırdığı, birbirinden bağımsız ve habersiz insan hayatlarını böler, parçalar ve yutar. Zamanın bu eyleminde mütemadiyen devinim vardır; fakat bünyesine aldığı hayatların birbiriyle ilişkili olup olmamasının bir önemi yoktur. Süreçlerin değil, sonuçların önem arz ettiği bu harekette esas amaç, beklenen sonuca yetişebilmektir -yani Chuck ve çalışanları için kargoları zamanında teslim edebilmek.
Bunu göstermek için bir kargo firmasının seçilmesi boşuna değildir nitekim: Kargo firmaları, paketli kutuların içindeki hikâyeyi umursamaksızın çalışırlar. Sıkıca sarılmış her paket, farklı büyüklük ve ağırlıkta bir yük taşır; ancak aynı kamyona yüklenmiş, yanı başındaki paketin içindeki yükten bihaberdir. Üstelik onları taşıyanlar için de herhangi bir anlam ifade etmeksizin yalnızca varacakları noktaya yetiştirilirler. Bu yönüyle kargo paketlerini, bugünün metropol insanına, hatta belki kendimize benzetmek, uzak bir teşbih olmasa gerek. Bizleri taşıyanlar da, çalışanlarının insani yönünden habersiz şirketler, kurumlar; bir yerden başka yere ulaştırdıkları kişileri bilmeyen toplu taşıtlar mıdır o hâlde? Bu pencereden baktığımızda Chuck’ın bir uçak kazası sonucu, diğer kargo paketleriyle beraber ıssız adaya ‘atılıvermesi’, rastlantı veya talihsizlik olmanın ötesine geçer.
Ada motifi gerek edebiyatta gerek görsel sanatlarda izole edilmiş, ayrıştırılmış, sosyal ortamdan tecrit edilmiş bir bağlamı ifade eder. Filmin adından da anlaşılacağı üzere Chuck’ın düştüğü ada da ona toplumun dışında, ıssızlıkla baş başa kalacağı bir ortam hazırlamıştır. Tıpkı, örneğine çok sayıda eserde rastlayacağımız gibi başta adayı tanımaya, daha sonra ondan kurtulmak için elinden gelen her şeyi yapmaya çalışan Chuck, yaratı ile yaratıcı rolleri arasında gidip gelir. Bulunduğu toprağın nasıl bir yer olduğunu anlamak için adanın en yüksek tepesine çıkarken elindeki asa benzeri sopa ve başına bir bedevi gibi bağladığı bez ile peygambervari bir izlenim uyandırır. Bu uhrevi görünüm, ne var ki tepeye ulaştığı anda beliriveren devasa resif ve uçsuz bucaksız deniz manzarası içinde un ufak oluverir. İnsanın küçüldüğünü, yaratıcı-hükmedici edasıyla çıktığı yolda ne kadar önemsiz bir yaratık olduğunu, ihtişamlı bir mukayeseyle anlatır sahne.
En başta değişen ‘büyüklük’ kavramındaki çaresizlik, Chuck’ın yüzüne yansır. Ancak o, her şeye rağmen mücadele ve tasarı yetisini kullanarak kendine umut devşirebilen ‘insan’dır aynı zamanda. Bir başka araç gelip onu kurtarana kadar adada yaşamak zorunda kaldığını anladığı noktada hayatta kalma dürtüsüyle alevlenen umuda tutunur. Film, bu süreci anlatırken insanlık tarihine dair tek kişilik kısa bir panorama sunar: Chuck, karnını doyurmak üzere adadaki ağaçlardan topladığı sert kabuklu meyveleri parçalayıp açabilmek için ilk önce onları bir kayaya fırlatır. Sert kabuk, bu şekilde kırılmayınca bu kez Chuck, bir kaya parçasıyla vurarak kabuğu ezmeye çalışır. Tam bu sırada elinde ufalanan kaya, sivri ucuyla balta benzeri bir araca dönüşür ve Chuck, kendi taş devrini geride bırakır. Yeni baltasının yardımıyla geliştirdiği mızraklar sayesinde balık avcılığına da girişir. Hemen ardından ateş yakmayı öğrenir ve tuttuğu balıkları pişiremeye başlar. Ateşin ilk kıvılcımlarıyla birlikte “Bakın, ben ne yaptım? Ateş! Ateşi ben yarattım!” diyerek dans etmesi, çaresiz bir yaratık olduğunu kabullenmişken bile üretim aşamasına geçtiğinde yaratıcı rolüne nasıl büründüğünü gösterir. Nitekim insanlık tarihinde de üretim-yaratma eylemleriyle başlayan bu rol, önce doğaya hükmeden, ardından kurdukları toplumlarda birbirlerine hükmetme savaşı veren bir yaratıcı kimliği oluşturmuştur.
Ancak bir yaratıcının gücü, yalnızca bir başka otorite/varlık tarafından tanındığı takdirde anlam ifade eder. Diğer bir ifadeyle kimsenin tanımadığı, tek başına ilan edilmiş bir gücün herhangi bir otoriter niteliğinden söz edilemez. Chuck, pekâlâ adayı kendi çıkarlarına yarayacak şekilde kullanmaya, kesip biçmeye başlayarak onun üzerindeki hükmünü ve gücünü göstermiştir. Fakat kendi türünden bir kimse, yahut hiç değilse iletişim kurabileceği bir varlık bulunmadığından sosyal boyutta böylesi bir güce sahip değildir. Peki, yalnızlığını giderip bir başkası tarafından tanınmak için Chuck ne yapar dersiniz? Tıpkı sözüm ona ateşi yarattığı gibi, insanî varlığının sosyal boyutu gereği kendi türünü andıran, kendini anlatabileceği, iletişim kuramasa dahi duygu ve düşüncelerini paylaşabileceği, sembolik bir ‘kimse’ meydana getirir. Bunun için de beraberinde adaya düşen kargo paketlerinden birinin içinden çıkardığı Wilson marka futbol topunu kullanır. Kesilip kanayan avuç içini topa sürer, bulaşan kanın üzerine göz ve ağız şekli çizerek insan suretini andıran bir arkadaş ‘yaratır’ bir bakıma. Daha sonra tam dört yıl boyunca Wilson, Chuck’ın dert ortağı, dostu, her ânına tanıklık eden yegâne eşlikçisi olacaktır. Üstelik Chuck’ın zihninde kimi zaman ona tavsiyeler verecek, destekleyecek, kimi zaman onu paylayacak, azarlayacak; kimi zamansa onunla beraber hayaller kurup varlığıyla Chuck’a iç sesinin somut bir yansımasını sunacaktır. Wilson’ın temsil ettiği bu karakter, Chuck’ı öyle derinden etkiler ki kaza eseri onu kaybettiği gün Chuck, bir yakın dostunu kaybetmişçesine yasa boğulur.
İnsan, belki yoktan var edici değildir; ancak anlamı üreterek derinleştiren, değiştiren, yayan, kendine alternatif bağlamlar ve kavramlar üretebilen entelektüel ve sosyal bir güce sahiptir. İnsanın ürettiği yeni bağlamda sembollerle anlamlar birbirinden koparak farklı köprüler kurulur. Tıpkı Chuck’ın yaptığı gibi, yeri geldiğinde bir elbise tülü, balık ağına dönüşür. Bir buz pateni, balta işlevi görür. Bir zamanlar müstakbel sahiplerini mutlu etmek için özenle pakete yerleştirilmiş hediyeler, artık bambaşka işlevlerle farklı bir bağlamın terminolojisine uyarlanır. Bu şekilde nesnelerin yeniden anlamlandırılmasıyla yapısöküme uğrayan evren, en baştan inşa edilir. Bir yoktan var ediş eylemi olmasa bile bu inşaat, insanın mevcut malzeme ile yapılandırabileceği sayısız evrenin, bağlamın ve diskurun yalnızca bir örneğidir.
Ve böylece son temel sorusuna gelir film: Chuck’ın yeniden yapılandırdığı bu dünya, bir başka insan tarafından algılanıp ona tepki verilmediği sürece bireysel boyutun dışında herhangi bir anlama sahip midir? Yoksa fenomenolojik bir perspektiften, yalnız Chuck’ın algısıyla sınırlı olmaya mı mahkûmdur? Bu sorulardan hareketle görünen o ki, Chuck kendini bir yaratıcı ilan ederken bu iddia, bir başkası tarafından kabul edilmediği takdirde herhangi bir hükme sahip değildir. O hâlde güce veya zaafa yönelik sıfatlar, sosyal bir bağlamda bireye eşdeğer bir otoritenin varlığını gerektirir. Devingen zaman içinde böylesi bir bağlamın mutlaklığından söz edilemeyeceği için insan, her zaman bir toplumun nezdinde hükümdarken bir başka toplumda köle olacaktır. Nitekim Gulliver’in Seyahatleri’ni andıran sonuyla film, Chuck’ı sosyal bağlamına kavuşturarak insanın yaratı ile yaratıcı arasında mekik dokuyan bu rolünü bir kez daha gösterir. Ve Chuck görür ki zamanla can verip yaşattığı her anlam, yine zamanın değiştirici hareketiyle geçerliliğini yitirerek ölür. Hayatının başlıca ilkesi bellediği bu söz ise insanlık nefes aldıkça yankısını daima sürdürecektir: Bizler zamanla yaşar, zamanla ölürüz.