4. Psycho (1960) – Alfred Hitchcock
Truffaut’nun bir etkinlikte bahsettiği gibi; Amerikalıların tabiriyle Hitch, Fransızların tabiriyle Monsieur Hitchcock olan, Amerika’nın en başarılı yönetmenlerinden Alfred Hitchcock’un sinema tarihine armağanı Psycho (1960) üzerine sayısız yazılar yazıldı, incelemeler yapıldı.
Bir filmden çok bir ders olan, duş sahnesiyle teknik açıdan mucizeler yaratan film, çağının çok ötesindeydi. Teknik yeniliklerinin yanı sıra, senaryo açısından katmanlarıyla sinemanın sanat olduğunu bir kez daha kanıtlayan Psycho, her ne kadar Amerika Sineması tarihinde çekilmiş olan ilk duş sahnelerinden birini barındırsa da Hollywood’un altın kurallarının dışına çok fazla çıkamazdı. Fakat bu durum son sahnede bozuldu. Film boyunca seyircisini gözlemci konumunda tutan Hitchcock, son sahnede karakterini kameraya çevirdi. Seyircisi üzerinde katilin soğuk bakışlarını gezdirdi. Böylelikle seyirci üzerinde gerilim yaratmanın yanı sıra, dördüncü duvarı yıkarak Hollywood’u tazeledi.
5. Persona (1966) – Ingmar Bergman
Biri hasta olan iki kadının; birbirleriyle, kendileriyle, dünyayla ve kelimelerle olan ilişkisini bize sessizce ve ustaca aktarmış olan Persona (1966) ile Bergman, dünya sinema tarihinde sarsılmaz bir yer edindi.
Her ne kadar daha önceki filmleriyle başarıya kavuşmuş olsa da; Persona, film diliyle sinemaya yeni bir boyut kazandırdı. Avrupa’nın çoğu ülkesinde -özellikle Fransa’da- baş gösteren yenilikçi hareketleri sinemasına dâhil eden Bergman, Persona filminde karakterlerini diyaloglar eşliğinde seyircisine tanıtmaktansa, yüzleriyle yansıtmayı tercih eder. Uzun sahneler boyunca kameraya yüzünü dönen karakterler, bir anlamda seyircisini izler. Karakterler ile seyirciler bütünleşir, karakterler birbiriyle bütünleşir. Karakter bir şey söylemedikçe seyirci üzerinde baskı hisseder. Film, seyircisini kendisiyle diyaloğa zorlar. Dördüncü duvar yıkılır ve seyirci filmin içerisinde sessiz sedasız fakat bilinçli bir şekilde yer alır.
6. Annie Hall (1977) – Woody Allen
Dünya değişiyordu, sinema tabii ki buna ayak uydurmak zorundaydı. Woody Allen da, kendisinden önce gelenleri taklit etmek yerine, kendi dilini yaratmayı tercih etti. Sinemanın sessiz dönemlerinde, karakterlerin düşünceleri ara yazılarla seyirciye aktarıldı. Sesin girmesiyle seyirci, karakterin düşüncesini birinci ağızdan öğrendi. Fakat, insan her zaman düşündüğünü dile getirmez. Bunların kombinasyonunu yapan Allen, filmsel dünyayı yıkmayı umursamadı ve karakterlerini konuştururken, düşüncelerini seyircisine yazıyla aktardı.
Film başlarına ve aralarına girdiği metinlerle sinema üzerinde deneyler yapan ve seyircisini film izlediğine inandırmaya çalışan Godard gibi Allen da, metinlerle dördüncü duvarı yıkmayı başardı. Fakat, bir seyirci filme ne kadar dâhil edilebilir sorusunun cevabını bir adım daha öteye taşımak isteyen Allen, film diegesisini kırarak seyircisiyle sohbet etmeye başladı. Böylelikle seyirci karakter için bir tanıdık, film için ise bir katılımcı hâlini aldı.